Adıyla olduğu kadar içeriğiyle de anne-
babaları sırlı bir keşfe davet eden kitap, okuyucusunu ısrarla çocukları “hissetmeye” çağırıyor.
Kitabın yazarı Pedagog Adem
Güneş, eğitimini Hollanda’da tamamlamış. Batı kaynaklı eğitimdeki kültürel eksiklikleri görmüş. Bu eksikliği; “Batı kültüründe çocuğa ‘adam edilmek üzere’ ailelerin elinde bulunan kişi gözü ile bakılıyorken,
Anadolu Pedagojisi’nde çocuk aziz bir misafirdir” diye açıklıyor.
Bu durum Güneş’i “Anadolu Pedagojisi’ni” araştırmaya itmiş. Kendi kendine; “Medeniyetler beşiği Anadolu’da çocuklar nasıl yetiştiriliyordu?” diye sormuş ve cevaplarını aramış. Bu kapsamlı araştırmanın sonucu ise, “
Çocukluk
Sırrı” olmuş.
Çocukluğun sırrı nedir?
Her çocuk doğduğunda “sırrıyla” beraber doğar. O çocuğun ileride nasıl biri olacağının nüvesi, daha doğduğu andan itibaren çocuğun ruhunda barınır. O sırrın ileride açığa çıkabilmesi için çocuğun kendini güvende hissetmesi gerekir.
Güvende hisseden bir çocuk zaman içinde özündeki “sırrı” açığa vurur. Bu sebepledir ki; anne-babaların çocuklarına bakarken “sen kimsin” gözüyle bakması, çocuğu hissetmesi gerekir.
“Çocuğu hissetmesi gerekir” dediniz… Bunu nasıl başaracağız?
Fıtratlarımızı özgür bırakarak,
maskelerimizi çıkararak… Çünkü “
Çocukluk Sırrı” kitabında prensiplerinden bahsettiğimiz “Anadolu Pedagojisi”—başka bir deyişle; Fıtrat Pedagojisi—bizlere
yabancı bir kavram değil. Peygamberler döneminde bile rastlıyoruz “sır bekçilerine”…
“Sır bekçisi” derken…
Çocuğunun sırrına bekçilik eden, o sırlı nüveyi yeşerten anne-babalar…
Tarih sayfalarını karıştırdığınızda karşınıza hangi “sır bekçileri” çıktı?
Hz. Yakup örneğin... Hz. Yusuf bir gün babasının yanına gelip; “Baba, ben
rüyamda güneşi ve ayı bana secde ederken gördüm” diyor. Böylelikle Yusuf’un sırrı rüya yoluyla babasına aktarılıyor. Hz. Yakup bu rüyayı duyunca endişeye kapılıyor. “Aman kimseye söyleme” diyor. Neden? Çünkü oğlundaki “peygamberlik sırrını” hissediyor.
Aynı şekilde Osman
Gazi henüz çocukken “Ben bir devlet kuracağım” dediğinde Şeyh Edebali ona, “Sen git dersini çalış önce” demiyor. Aksine Osman Gazi’deki sırrı keşfedip “Bu çocuk geleceğin devlet lideri olacak” diye içinden geçiriyor. Bu şekilde saygı duyulan, aşağılanmayan, hissedilen çocuklar da zamanı gelince büyük işler başarıyorlar.
Tarihinde, atalarında, genlerinde bu kadar önemli “sır bekçileri” olan bizler, bugün özümüzde neyi kaybettik ki, o bekçiliği yapamaz hale geldik?
Haz kaynaklarımızı değiştirdik. Normalde annelik, bir anneye inanılmaz haz verebilecek bir olgudur. Ama bugünün annelerinin haz kaynakları—ne yazık ki—
alışveriş, internet,
altın günleri vs. oldu. İşte bu noktada da çocuk anneye yük gibi gelmeye başladı.
Anneler; “Şu çocuk bir yatsa da bir kafamızı dinlesek” der hale geldiler. Bu halden kurtulmanın tek yolu, çocuğu hissetmek…
“ONURLU ÇOCUK, YALAN SÖYLER!”
Çocuk koltukta zıpladığında tavana vuran bir alt komşu varken, çocuğumuzu kucağımıza aldığımızda “Bırak çocuğu yoksa kucağa alışır” diyen bir kayınvalide varken,
akşam eve geldiğinde “Sustur şu çocuğunu” diyen bir baba varken nasıl çocuğumuzu hissedeceğiz? Annelerin omzunda da çok yük yok mu sizce?
Çok fazla yük var hem de. Bir annenin anneliğini yaşayamaması kadar dramatik bir şey yoktur diye düşünüyorum. Ama ne yazık ki günümüz anneleri bunu yaşıyorlar. Çünkü insanlarda tahammül kalmamış, empati, diğergâmlık ve anlayış kalmamış. Çocuk, çocukluğunu yaptığı zaman sanki yanlış bir şey yapmışçasına “Çak şunun ağzına bir tane” diyebilen insanlar var ne yazık ki… Tabii Mahkeme-i Kübra’da o “bir tane çakılan” çocukların hesabı sorulduğunda, o insanların hali nice olacak düşünmek bile istemiyorum.
Peki, çocuk hissedilemeden büyürse ne olur?
Davranış bozuklukları oluşur. Onurunu korumak için hırçınlaşır, yalan söyler ya da duyarsızlaşır. Her ne kadar yalan söylemek istenmeyen bir davranışsa da, aslında bu durum çocuğun onurunu koruma mücadelesidir. Anne-babanın çocuğuyla girdiği ‘ego’ savaşında, çocuk onurunu korumak adına yalana ya da hırçınlığa başvurur.
“ANNE-BABALAR ALLAH’I ARAÇ OLARAK KULLANIYORLAR!”
Bizler bir yandan çocuğu özgür bırakmaktan bahsederken, bir yandan da “Annene-babana ‘Öf’ bile deme” düsturuyla büyütülüyoruz. Aradaki sınırı nasıl çizeceğiz?
Ayette “Öf bile deme” diyor. “Çocuklarınıza ‘Öf’ bile dedirttirmeyin” demiyor. Yani çocuğa hitap ediyor, anne-babaya değil. Biz anne-babalarsa—
ayet bize hitap ediyormuşçasına—çocuklarımızın üzerinde din yoluyla
baskı kuruyoruz. İşin en trajik kısmı da bu zaten…
‘Din eğitimindeki zorlanmanın sebebi anne-babaların bu tutumudur’ diyebilir miyiz?
Kesinlikle. Anne-babalar
Allah’ı
disiplin aracı olarak kullanıyorlar. Allah’ı ve dini kendi çıkarlarına maske yapıyorlar. Çocuklarına “Öyle yapma, yoksa Allah seni yakar, seni sevmez” gibi cümleler kuruyorlar. Çocuklar da bir süre sonra kime itaat edileceğini, edilmeyeceğini; karşısında itaat edilmeye layık bir anne olup olmadığını keşfetmeye başladığında—bunu emredenin de din olduğunu düşündüğü için—annesinden de soğuyor, dinden de. Sonra anne-babalar “Bu çocuk niye namaz kılmıyor?” diye üzülüyorlar.
Dindar bir çocuk yetiştirmenin sırrı nedir peki?
Anne-babaların
dindar bir çocuk yetiştirmesinin özünde çocuğun ruh dünyasını hazırlaması yatar. Çocuk ruhunun üzerine din inşa etmesi yatmaz! Anne-baba çocuğu hissedebilen bir çocuk vaziyetine getirmişse; yani kalbi zemin hazırsa, çocuk zaten dindar olur. Çünkü bu dürtü fıtratında zaten vardır.
5 soruda Anadolu Pedagojisi
Pedagog
Adem Güneş’e bazı cümleler yönelttik ve bu cümlelerdeki boşlukları doldurmasını rica ettik. İşte 5 cümlede çocuk terbiyesi:
1.Bir ailede muhakkak bulunması gereken duygu güven duygusudur.
2.Çocuğunuza her şeyi yapın ama, güven kaybı oluşturacak davranışları asla!
3.Bir çocuğa bir davranışı kazandırmanın en iyi yolu örnek olmaktır.
4.Annenin çocuğu için yapabileceği en iyi şey, çocuğuna kendini bırakabilmesidir.
5.Anne ile çocuk en az 2 yıl süreyle ayrılmamalıdır.
Hatice Kübra TONGAR