[ Fikirleri söylerken saygılı olunmalı ]

İslam, fikir hürriyetine her zaman kapılarını açık tutmuştur... - Dinle

[ Fikirleri söylerken saygılı olunmalı ]

Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer başta olmak üzere diğer güzide halifeler ve ashab efendilerimiz, İslam'a ve Efendimiz'e (sallallâhu aleyhi ve sellem) olabildiğine teslimiyetlerinin yanında şahsî düşüncelerini ifade adına da oldukça rahat idiler ve belli bir terbiye içinde fikirlerini ve şahsî düşüncelerini serbestçe ifade edebiliyorlardı. Tabii herhangi bir yanlış yaptıklarında da özür dilemesini çok iyi biliyorlardı. Evet ashab-ı kiram, fikirlerini söyleme serbestisine sahip olmaları yanında hemen her zaman takındıkları edep tavrını da hiç değiştirmemiş ve bu konuda hep saygılı bir üslup takip etmişlerdir. Zira onların herhangi biriyle değil, bir nebi ile muhatap olmaları söz konusudur. Onların nebiyle konuşurken seslerini yükseltmemeleri gerektiğini bizzat Cenab-ı Hak: "Peygamberin huzurunda sesinizi onun sesinden daha fazla yükseltmeyin." (Hucurât, 49/2) ayetiyle bildirmiştir. Ashab-ı kiramın hemen hepsi O'nun huzurunda kendi düşüncelerini çok rahatça ortaya koyabiliyorlardı. Hatta bu yıldız insanlardan her biri daha sonraları vazifeli olduğu bir makamı halefine devrederken, "Ben şunu şunu yaptım, şunu yapmayı da düşünüyorum..." diyorlardı. İsterseniz konuyu bir misalle biraz daha açalım: Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) Muaz b. Cebel'i Yemen'e gönderirken aralarında geçen konuşma İslam hukukundaki içtihad telakkisine de bir menat mahiyetindedir. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu konuşmasında Hz. Muaz'a, kalbleri hakikaten yumuşak, daha sonraları ehl-i beyte duydukları muhabbet ve sevgi ile de mümtaz bir yere sahip olan Yemen halkı hakkında gerekli malumatı vermiştir. Hakikaten Yemen'deki İmamiyye (Zeydiyye) hiçbir zaman sertliğe girmemiştir. Onlar Sünnilerle hep diyalog içinde olmuş ve hep yumuşak davranmışlardır. Tarih boyunca da genelde hep bu hallerini devam ettirmişlerdir. Dünyayı çok iyi tanıyan Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) Hz. Muaz'ı Yemen'e vali olarak gönderirken O'na: "Ya Muaz! Orada bir hâdise ile karşılaşırsan nasıl hüküm vereceksin?" diye sorar. Hz. Muaz: "Allahu Teâlâ'nın kitabı ile Ya Resûlallah." diye cevap verir. Resûl-i Ekrem devamla: "Ya o hâdisenin hükmünü kitapta bulamazsan?" diye sorunca Hz. Muaz: "Allah'ın Resûlü'nün sünnetine müracaat ederim" diyerek cevap verir. Bunun üzerine Efendimiz: "Allahu Teâlâ'nın kitabında ve benim sünnetimde de o hâdisenin açık hükmünü bulamazsan, nasıl hüküm verirsin?" diye sorunca da Hz. Muaz: "O zaman kendi içtihadımla hüküm veririm." demiştir. Fikirleri söylerken saygılı olunmalı Burada dikkat edilmesi gereken husus, Hz. Muaz'ın Efendimiz ile konuşmasındaki rahatlığıdır. Evet, saygı ve teslimiyetin yanında bu rahatlık çok önemlidir. Ayrıca Muaz b. Cebel sahabenin gençlerindendi; kılığı-kıyafeti itibarıyla de görkemli, oturup kalkması da dikkat çeken, hareketleri ve bakışlarıyla emniyet telkin eden, çok temiz ve nezih bir sima idi. Gencecik yaştaki Hz. Muaz'da böyle bir özellik görüldüğüne göre, hemen herkese bu serbestinin verildiği söylenebilir. Tabii şunu da ifade etmeliyim ki, Peygamber'i kendi konumunda kabullenme ve O'na saygılı olma, Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) isteğinden daha çok Allah'ın istediği bir husustur. Vakıa Peygamberimiz bir kısım yanlışlıkları, kaba sayılabilecek davranışları bir eziyet gibi sinesine çekiyor ve eritiyordu. Bu münasebetle Kur'an-ı Kerim insanları irşad sadedinde, farkına varmadan peygambere eziyet etmiş olabileceklerinden, Onun huzurunda seslerini yükseltememeleri gibi bazı hususlarda onları ikaz ediyordu. Ayrıca ashab-ı kiram, düşüncelerinin müzâkere edilmesine de gayet derecede açık idiler. Özellikle de birbirleri arasında oturur her şeyi rahat bir şekilde konuşurlardı. Hatta bu arada Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de sahabenin eski devirlere ait bir kısım menkıbeleri birbirlerine anlatmalarını tebessüm ederek dinlerdi. Bizdeki bazı tekke, zaviye ve eğitim yuvalarında başkalarına konuşma ve düşüncelerini ifade etme hakkının tanınmamasına mukabil Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ashabına en geniş manasıyla bu serbestliği vermişti ki herkes Allah Resûlü'nün huzurunda edebe riayet ederek her meselelerini rahatlıkla onunla müzakere edebilirlerdi. Tabii her şey bir edep dairesi içinde cereyan ederdi. Zira Efendimiz'e karşı edepli olmak, Allah'a karşı edepli olmak demektir. Ayrıca Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de onlara karşı çok içten ve saygılıydı. Efendimiz'i anlatanlar O'nu anlatırken, "örtüsünün arkasından halkın içine hiç çıkmamış, evlilik bilmeyen genç bir kız gibiydi" derler. Yani Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) o kadar hayalı ve utangaçtı ki, Hz. Hatice validemiz (evlilik öncesi) kendisini tavsif ederken O, buram buram ter dökmüştü. Konuyu bir kıyasla devam ettirmek istiyorum: Bizler kesinlikle Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) gibi edepli olabildiğimiz/olabileceğimizi söylemeliyiz, zira bazı kimselerin öyle dayatmaları ve metazori ile dediklerini yaptırma hisleri oluyor ki insan belli bir noktadan sonra çatlayacak hale gelebiliyor. Bazen buna bir şey de denemiyor. Basit bir misal vereyim: Namazın farzını kıldıktan sonra kalan sünnetini kılmak için odaya giderken merdivende biri gelip önünüzü kesiveriyor. Oysa Allah Resûlü adet-i seniyyeleri gereği, namazın sünnetini hep kendi hücrelerinde kılarlardı. Ayrıca farz ile sünnetin arasını açmamak gerektiği de bu konuda riayet edilen hususlardandı. Şimdi bu kadarcık kısa bir arada bile belki yirmi tane eshab-ı mesâlih geliyor ve sizi meşgul ediyor. Siz vicdanınızda öyle bir ızdırap yaşıyorsunuz ki, bazen hezeyana girip değişik şeyler bile söyleyebiliyorsunuz. Çünkü her gelenle teker teker görüşmenin yanında yazı yazma ve yazıları tashih etme gibi işler için de zamana ihtiyacınız oluyor. Bazen yirmi dört saat yetmediği için dua ediyor ve "keşke günler kırk sekiz saat olsaydı" deyip inliyorsunuz. Evet, bazen buna benzer durumlar öyle bir eziyet halini alıyor ki insan bunu sineye çekmekte bir hayli zorlanıyor. Zira yanınıza gelen bu insanlar sizin ehl-i iman kardeşleriniz. Aslına bakılırsa Allah indinde çok değerli olan bu insanlar için zakkum yutsanız bile değer. Şimdi bir de o edeb, nezâhat ve nezaket âbidesi, efendi olarak doğmuş ve insanlığın efendisi olmuş Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) maruz kaldığı onca eziyete rağmen hiç sesini çıkarmadığını düşünün; hiç "ah!" etmeden duruşu ne müthiş bir hadisedir. Şair sanki onun için söylemiş: "Âşıkım dersin bela-i aşktan âh eyleme! Âh edip ağyârı âhından âgâh eyleme!" Cenab-ı Hak (celle celâluhû) O'nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) hislerini tercüme edip göndermesine ve insanların Peygamber'e karşı eziyet işlediklerini bildirmesine rağmen O (sallallâhu aleyhi ve sellem), yine de herkese karşı çok açık davranmıştı. Meseleler O'nun o herkese açık meclislerinde müzakere edile edile bir taraftan vuzûha ve inkişafa kavuşuyor, diğer taraftan da meknî istidatlar ve kabiliyetler ortaya çıkma imkan buluyordu. ÖZETLE 1- Ashab-ı kiram, fikirlerini söyleme serbestisine sahip olmaları yanında hemen her zaman, takındıkları edep tavrını da hiç değiştirmemiş ve bu konuda hep saygılı bir üslup takip etmişlerdir. 2- Kim bilir bizler belki de nice kabiliyetli insanın duygu ve düşüncelerini ifade etmesine fırsat vermeyip kendimize ne kayıplar yaşatıyor ve nice istidatların körelip gitmesine sebebiyet veriyoruz. 3- İslamiyet, teslimiyet dini olduğu gibi, her zaman kapılarını fikir hürriyetine açık tutmuş, edebi ve erkanına göre herkesin bu deryadan nasiplenmesine asla engel olmamıştır. İslam, fikir hürriyetine her zaman kapılarını açık tutmuştur Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) kimsenin sözünü katiyen ağzına basmıyor ve sesini kesmiyordu. Günümüzdeki siyasiler kendilerini seçen insanlara medyun oldukları/olmaları gerektiği halde, onların ağzından çıkan iki kelimeden ötürü "bırakın da onu biz söyleyelim" derler. Oysa ben Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hiç böyle dediğini hatırlamıyorum. Evet, fikirlerin açık görüşülmesinin yanında rencide olabilme ihtimaline de katlanmak gerekmektedir. Bu meseleyi kendimizle kıyaslarsak bu mevzuda ne kadar yaya olduğumuz görülecektir. Kim bilir bizler belki de nice kabiliyetli insanların duygu ve düşüncelerini ifade etmelerine fırsat vermeyip kendimize ne kayıplar yaşatıyor ve nice istidatların körelip gitmesine sebebiyet veriyoruz. Kim bilir yanımızda ne istidatlar körelip gitmiştir de inkişaf etme imkanı bulamamıştır. Ayrıca mevzu ile alakalı, her biri bir yıldız olan ashab-ı kiramın bazen kendi fikirlerinden sarf-ı nazar ettikleri de olurdu. Evet her biri bir yıldız olan o büyük insanlar bazen kendi fikirlerinden vazgeçerlerdi. İsterseniz bu konuyu bir misalle biraz daha açalım: Hz. Ömer, Hudeybiye'de Efendimiz'in yanına gelip gider ve Allah Resûlü'ne bazı farklı mülâhazalarını söyler. Ancak Allah Resûlü o mevzuda aldığı işarete binaen: "Ya Ömer! Ben Rabb'imin peygamberiyim. O'na muhalefet etmem" der. Hz. Ömer de Efendimiz'in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yanından ayrılıp gider ve konuyu Hz. Ebu Bekir'le görüşerek doğruya ulaşır ve kendi kanaatinden vaz geçer. Evet, daha sonraları Hz. Ömer, bu hadiseyi her hatırlayışında ızdırapla iki büklüm olur ve büyük bir pişmanlık duyardı. Bu yolda verdiği sadakanın, tuttuğu orucun ve ettiği istiğfarın da haddi hesabı yoktu. Bu misallere, Hz. Ebu Bekir'in rüya yorumlamadaki sözlerini ve İbn Ömer'in büyükler meclisinde otururken Efendimiz'in sorduğu sorunun cevabını bilmesine rağmen, saygısından ve hayasından dolayı bir şey söyleyememesini ve daha sonra babasının, o mecliste, bildiğini söylemesi durumunda, bunun kendisinin daha hoşuna gideceğini ifade ettiği hâdiseleri de ekleyebiliriz. Sonuç olarak diyebiliriz ki İslamiyet, teslimiyet dini olduğu gibi, her zaman kapılarını fikir hürriyetine karşı açık tutmuş, edebi ve erkanına göre herkesin bu deryadan nasiplenmesine asla engel olmamıştır. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de her zaman hayatında bu hakikati yaşayarak bizzat göstermiş, ashabıyla olan muamele ve münasebetlerinde onların fikirlerini her zaman mühimsemiş ve onlara düşüncelerini her daim açıkça ifade etme fırsatını vermiştir. [HAFTANIN DUASI] Ey güç ve kuvvetin yegane sahibi olan Yüce Allah'ımız! Sen Kavî'sin, biz ise Sen'in zayıf, aciz ve muhtaç kapıkullarınız. Zayıf ve acizleri Sen'den başka kim koruyup kollayabilir ve ihtiyaçlarını giderebilir! Ne olur, salih kullarını sevindirdiğin gibi bizi de sürpriz lütuflarınla sevindir ve üzerimizdeki nimetlerini tamamla! Bize ve yeryüzünün değişik yerlerindeki bütün inananlara tasa ve elem sebebi olan kötülüklerin hepsini bertaraf et! [SÖZÜN ÖZÜ] Kalbin rikkat kesbetmesinin en önemli vesilesi, tefekkür etmek ve kainatı ibret nazarıyla süzmektir. Tefekkür sayesinde, kalb nurlanır, vesvese ve şüphelerden sıyrılır, şeytanın hile ve desiselerine karşı dayanıklılık kazanır. Aksi hâlde, okumayan, düşünmeyen ve kendini yenilemeyen kimseler, sararır solar ve savrulur giderler. Bu itibarla, ülfete düşmemek ya da düşme eşiğinde bulunanları oradan çekip almak için âfakî ve enfüsî sağlam bir tefekkür şarttır.
<< Önceki Haber [ Fikirleri söylerken saygılı olunmalı ] Sonraki Haber >>

Haber Etiketleri:
ÖNE ÇIKAN HABERLER