HÜSEYİN ODABAŞI
Allah'ın yeryüzünde koyduğu bazı kanun ve prensipler vardır ki insanın biyolojik hayatında geçerli olduğu gibi bir milletin sosyal ve ekonomik hayatı için de geçerlidir.
İnsan anne rahminde henüz cenin aşamasındayken fetüs sıvısı içinde bütün ihtiyaçlarını gidermesi mümkün olmadığından göbeğinden anne rahmine bağlı bir kordonla beslenir. Kordon, anne rahmindeki cenini hayata bağlar. Kordonun içinden iki atar damar, bir toplar damar geçer. Atar damarla oksijen ve gıda maddeleri cenine ulaşır, toplar damarla da atık maddeleri ve karbondioksit ceninden dışarı atılır. Bu durum bebeğin, anneye bağlı anneden kaynaklanan bir beslenme ve ayakta kalma şeklidir. Aynı zamanda ana rahmindeki gibi sıkışan daralan her cemiyet ve milletin ayakta kalma formülüdür.
Otuz sene önce Sırplar Bosnalıları yok etmek için Saraybosna’nın hâkim tepelerini tankla tüfekle sarmışlardı. Şehrin hâkim tepelerine de yerleşmiş olan keskin nişancılar tarafından değil sadece insanlar hareket eden her nesne yok ediliyordu. Bir şehir tam bir abluka altına alındı ve bütün giriş çıkışlar kapatıldı. Gıda, insan, vasıta... Hiçbir şeyin Saraybosna şehrine ne girişine ne de çıkışına müsaade edildi. Bosnalılar bu şehirde fetüsün kuşatmasını yaşayan bir bebek yani cenin gibi kala kalmışlardı. Günler geçiyor insanlar ölüyor gıda tükeniyor ve ağır bombardıman yiyen şehirde ölüm kol geziyordu. Bu ağır durumun bir çözümü çaresi olmalıydı. Göz göre göre bir millet yok oluyordu. Gözleri vahşetten dönmüş olan Sırplar Saraybosna şehrinin özellikle hava alanıyla da irtibatını kesmişlerdi. Birlemiş Milletler’in kontrolündeki hava alanı ile irtibat demek dış dünya ile temas anlamına geliyordu. Bütün bir şehrin ihtiyacı olan gıdaya ve dahası silaha erişim demekti. Bu bakımdan şehrin biraz dışındaki havaalanıyla ne yapıp yapıp irtibat temin etmek gerekiyordu. Bunun için tek bir çare vardı o da yerin altından tünel geçirmekti. En iyi çözüm buydu. Dikkat çekmesin diye şehrin kenar mahallerindeki bir evin içinden havaalanına doğru 800 metrelik bir tünel kazmaya karar verdiler.
Tam 4 aylık bir uğraş sonucunda Bosnalıları havaalanına bağlayan “ümit tüneli” açıldı. Gıda, mühimmat ve insan sevkiyatı için kullanılan bu tünel sonucunda Sırplar şehri teslim alamadılar. Kordonla beslenen bir bebek gibi bu tünelden gıdalanan Bosna milleti beslendi büyüdü ve istiklaline adım atan bir genç haline geldi.
Savaş ortamı olduğundan Saraybosna'da yaşayan siviller, hayati tehlikelerinden ötürü bu tüneli kullanarak şehri terk etmeye başladılar. Asker ve görevlilerin dışında tünelden giriş yapan yoktu. Ancak Anadolu’nun bağrından kopup gelen bir avuç eğitim gönüllüsü, bir müddet bekledikten sonra bu tünelden silahların ölüm kustuğu şehre yani Saraybosna'ya her şeyi göze alarak geçtiler.
Kıyamete kadar Müslümanların muhatap olacakları hemen her türlü hal ve keyfiyetin bir çekirdek olarak yaşandığı Asr-ı Saadet’te Müminler, üç senelik bir kuşatma ve ablukaya ölümüne maruz bırakılmışlardı. Gerçekten inanan insanlar ağaç yapraklarını dahi yemek zorunda kaldı. Bir keresinde Sad bin Ebi Vakkas, kurumuş deve derisini kaynatarak karnının açlığını gidermeye çalıştı. Öyle ki Ashap, yediklerinden dolayı hayvanlar gibi tersliyorlardı. Bu açlık ve zor duruma karşı bu ablukayı delenler de olmuyor değildi. Bazı insaflı akrabalar yardım göndermenin yasak olduğu bu dönemde erzak yüklü develeri gece karanlığından istifade ile sahipsiz bir şekilde Şib i Ebu Talib’in mahallesine doğru sürdükleri olurdu.
Anadolu'da şu an biz de katmerli bir kuşatma altındayız. Annenin yavru cenini kordonla beslediği gibi Anadolu'da zorluk yaşayan masum ve mazlumların hayatta kalmaları adına desteklerimizi ulaştırmalıyız. Yollar ve çareler bulmalıyız. Var olan yol ve çareleri ise daha işlek hale getirmeliyiz. Saraybosna'mız düşmemeli. İnsanımıza nefes aldıracak insani, hukuki ve sosyal medya dahil her türlü tünellerin açılması için yurtdışında nispeten daha rahat hareket etme imkanına sahip olan bizlere düşen sorumluluklar var. Yerine getirmeliyiz.
Veya erzaklarını develerin üstüne yükleyip hedefine doğru dehleyen Şib i Ebu Talib’in akrabaları gibi davranabiliriz. Allah'ın verdiklerinden verebilir, ulaşandan ulaştırabiliriz. Yediklerimizden yedirir giydiklerimizden giydirebiliriz. Derdimizi sosyal medyada paylaşabiliriz.
Bir gün iki kurbağa, süt dolu bir küpün içine düşmüş. Kurbağalar kurtulmak için atlamış, zıplamış çırpınıp durmuşlar ama nafile! Küpün içi kaygan olduğu için bir türlü dışarı atlayamamışlar. Kurbağalardan biri dayanamayarak “Buradan kurtuluş yok” diyerek pes edip kendini koyuvermiş. Bir süre sonra da sütün içinde boğulup ölmüş. Öbür kurbağa ise azmini yitirmeyerek “Direnmeye devam etmeliyim zıplamaya devam etmeliyim, belki gören olur, kurtaran olur” diye düşünmüş. Ve başlamış zıplamaya debelenmeye. Bir yandan da bağırıyormuş. Uzun süre uğraşmış, didinip durmuş. Bakmış ki kimse gelmiyor tam azmini ümidini gücünü yitiriyormuş ki içinde zıplayıp durduğu süt, çalkalanmaktan dolayı kaymak tutmaya başlamış. Kurtulmak için direnen kurbağa da kaymağın üzerinde kalıp batmaktan kurtulmuş. Daha sonra sıçrayıp dışarı atlayıvermiş.
Evet gerekli olan yardımı zamanında alamaz veya sesimizi duyurmamız gerekenlere duyuramazsak bile bugün bizi boğan şartlar, mücadele etmek için her hareket ettikçe zamanla kaymaklaşıp yine bizi yükselten basamaklara dönüşme ihtimali vardır.
Çünkü zaman, mücadele edip çırpınanların lehinde gelişir. Allah’ın inayeti ile her şey mümkündür.