[KIRIK TESTİ]
Kur’ân-ı Kerim pek çok âyet-i kerimede hicret üzerinde durur; hicreti emreder, hicret eden mü’minleri metheder. Zira İslâm davasının etraf-ı âlemde neşv ü nema bulması adına hicretin çok önemli bir fonksiyonu vardır. Hicret eden insanlar gittikleri yerlerde farklı insanlarla münasebete geçebilir, önemli açılımlara vesile olabilirler. Nitekim Kur’ân’ın konuyla ilgili emirlerini çok iyi anlayan sahabe-i kiram, atın, katırın, devenin sırtında uzak diyarlara göç etmiş ve gittikleri yerlerde mübarek dinlerini, değerli kültürlerini, dinî düşüncelerini bayraklaştırmak için âdeta yarış yapmışlardır. Onlardan sonra nice hak dostları, nice mürşitler çadırlarını bineklerinin üzerine yüklemiş, farklı diyarları gezmiş ve gittikleri yerlerde irşat vazifelerini eda etmişlerdir. Aylarca sürecek meşakkatli yolculuklar, yolculukta karşılaşacakları tehlikeler onları ruhlarının ilhamlarını, yüce değerlerini başkalarına ulaştırmaktan alıkoymamıştır. Onların bu ceht ve gayretleri sayesindedir ki Müslümanlık kısa bir zaman dilimi içinde geniş coğrafyalara yayılmıştır.
Ne sahabe-i kiram ne de onların yolundan giden hak dostları hiç durmamış, hep hareket halinde olmuşlar. Çünkü bilmiş ve inanmışlar ki, -tıpkı merkezkaç kuvvetiyle düşmekten kurtulan nesneler gibi- düşmeyip ayakta kalmaları, hareket etmelerine bağlıdır; durdukları zaman düşerler, dökülürler; dökülürlerse ayaklar altında kalır, ezilirler. Tıpkı günümüzde İslâm dünyasının hal-i pür-melâli gibi. Dökülmemek için hareket etmek gerekir.
Günümüzün karasevdalıları da aynı duygu ve düşüncelerle dünyanın farklı ülkelerine açıldılar. Gittikleri yerlere kendi değerlerini, kendi kültürlerini götürdükleri gibi, oralarda da karşılaştıklarından alacaklarını aldı, kültürlerini daha bir zenginleştirdiler. Çok önemli oluşumlara, açılımlara vesile oldular. Gittikleri ülkelerde hüsnükabullerle karşılandılar. Farklı farklı anlayıştan insanlarla görüşüp kaynaştılar. Dostluk köprüleri kurdular. Bütün bunlara “ihtiyarî hicret” diyebiliriz.
Hasetçi Zalimler
Maalesef hizmet erlerinin dünyanın dört bir yanına açılmasını, yaptıkları faaliyet ve projelerin alkış ve takdirle karşılanmasını çekemeyen “hasût”lar oldu. Arapçada mübalağa manası ifade eden bu kelimeyi özellikle kullanıyorum. Çünkü onlara hâsit (hasetçi) demek hafif kalır. İşte bu hasûtlar ki böyle bir açılımı kösteklemek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar, hâlâ da yapıyorlar. Hizmet gönüllülerinin kendi kültür değerlerini, kendi dillerini öğretmeleri, içinde yaşadıkları toplumlarla kaynaşmaları, başarılı bir entegrasyon sergilemeleri onları rahatsız etti. Dünya kadar paralar dökerek, yalan ve iftiralar atarak, sahip oldukları bütün kozları kullanarak, yapılan güzel işleri engellemeye çalıştılar. Olmadık itham ve iftiralarla hizmet gönüllülerini karaladı, onlara akla hayale gelmedik zulüm ve işkenceler ettiler. Dinî değerlerin bayraklaştırılması, millî mefkûrenin intişarı şeytandan ve onun çağdaş takipçilerinden başka kimi niye rahatsız eder ki!
Bu hasût zalimlerin yapıp ettiklerine bakınca, lisan-ı halleriyle hizmet erlerine sanki şöyle diyorlar: Siz niye burslarınızla talebeye sahip çıktınız? Dünya çapında kurban organizasyonları yaparak niçin çok farklı açılımlara vesile oldunuz? Dünyanın dört bir bucağında açtığınız eğitim müesseseleriyle neden cehalete karşı savaş açtınız? Neden Türkçe olimpiyatları yaparak bütün ülkenin ilgisini üzerinize çektiniz? Neden, neden… Kısaca neden bizim yapmadığımız şeyleri yaparak bizdeki haset duygusunu tetiklediniz ve bizleri hainliğe sevk ettiniz? Ne güzel gül gibi geçinip gidiyorduk. Oysa ki sizin yaptığınız şeyler, bizim yaptıklarımızı gölgede bıraktı ve ezildik. Bu yüzden bunu bir onur meselesi yaptık. Bize yaptığınız bu “kötülüğün” karşılığı olarak da size aman vermeyecek, cadı avıyla hepinizi tek tek ezeceğiz…
Evet, duyguları düşünceleri bu oldu ve neticede burs vermeyi, kurban toplamayı, muhtaçlara yardım eli uzatmayı “suç” sayarak büyük bir cadı avı başlattılar. Yüzlerce, binlerce hizmet müessesesi kapattılar. Hizmetle şöyle böyle alakası olan insanları mercek altına aldılar, fişlediler, sonrasında da yok etmek için ellerinden gelen her şeyi yaptılar. Ülke insanına en büyük hizmetleri yapmış olan hizmet müesseselerinin kapısına kilit vurdular. Binlerce masum insanı hapislere doldurdular, temel vatandaşlık haklarından mahrum bıraktılar. Onların itibarlarıyla oynadılar. Allah da hizmet insanlarına cebrî hicret yolunu açtı ve onları bir tohum gibi dünyanın dört bir yanına dağıttı.
Cebrî Hicret
Allah yolunda yapılan hayırlı faaliyetleri engellemeye çalışanların yaptıkları şeylerin büyük bir zulüm ve fesat olduğunda şüphe yok. Fakat meselenin bir de kadere bakan yönü var. Burada kendimizi muhasebeye çekerek şöyle diyebiliriz: İhtimal ki bizler ihtiyarî hicreti iyi değerlendiremedik veya açılımın tam hakkını veremedik ki Allah bir kere de zalimlerin eliyle bizleri hicret etmeye mecbur bıraktı ve âdeta şöyle dedi: “Ben sizi, kendi ülkenizde bir kısım zalimleri başınıza musallat etmek suretiyle cebrî olarak hicrete zorlayacağım.” Evet, öncekine ihtiyarî hicret dememize mukabil buna da cebrî hicret diyebiliriz.
Allah (celle celâluhu) cebrî hicretle size öyle bir yol açtı, sizi bir tohum gibi dünyanın dört bir yanına öyle bir saçtı ki, inşallah bu tohumlar yakın bir gelecekte meyve verecektir. Yurt dışına açılan öğretmenler, esnaflar, farklı meslek gruplarına mensup adanmış gönüller Allah’ın izni ve inayetiyle kısa zamanda gittikleri yerlere entegre olacak.. bir kısmı oralarda yatırımlar yapacak, yapılan hizmetlerin finansörlüğünü üstlenecek.. diğer bir kısmı ise yeni yeni hizmet alanları açacak, hizmetlerini dünyanın her yanına taşıyacaklardır. Bundan hiç şüpheniz olmasın, bu konuda vaad-i ilâhî vardır. Cenab-ı Hak, farklı âyet-i kerimelerde hicrete terettüp edecek dünyevî-uhrevî mükafatlar üzerinde durmuş, mü’minleri hicrete sevk ve teşvik etmiştir.
Meselâ bir âyet-i kerimede şöyle buyrulur: “Kim Allah yolunda hicret ederse dünyada gidecek çok yer, genişlik ve bolluk bulur.” (Nisâ sûresi, 4/100) Ayet âdeta bizlere şöyle diyor: Hicret ederseniz, gittiğiniz yerlerde ne imkânlar ne imkânlar bulursunuz. Ne genişliklere, nice bol imkânlara kavuşursunuz. Demek ki semavî tohumları bütün bir yeryüzü sathına saçmak ve böylece onların başağa yürümesini, ağaç haline gelmesini, meyve vermesini sağlamak için dünyaya saçılıp göç eden insanları Cenab-ı Hak gittikleri yerlerde başıboş bırakmayacak, onları hiç ummadıkları yerlerden rızıklandıracak, ilâhî ikramlarıyla sevindirecektir.
Rabbimiz bizleri cebrî olarak âfâk-ı âleme dağıtmışsa bundan bir muradı vardır. Bize düşen, bunun hikmetlerini anlamaya çalışmak ve hicretimizin hakkını vermektir. Açacağımız farklı müesseselerle, yapacağımız faaliyet ve aktivitelerle yeni insanlara ulaşmak, onların sinesine ruhumuzun ilhamlarını boşaltmaktır. Gittiğimiz yerlerde ruh ve mana bayrağımızı dalgalandırmaktır. Ruh-u revan-ı Muhammedî’nin oralarda şehbal açmasını sağlamaktır. Bir dünya toplumu hâline gelerek almamız gerekli olan yeri almaktır. Bir yönüyle dünyevîleşmektir; dünyaya inhimak etme anlamında bir dünyevîleşme değil, dünyayı tanıma, dünyada insanlığın kaderiyle ilgili söz söyleyebilme manasında bir dünyevîleşme…
Âyet-i kerimenin devamında şöyle buyruluyor: “Kim evinden Allah’a ve Resulüne hicret niyetiyle çıkar da yolda ecel gelip kendini yakalarsa o da mükâfatı haketmiştir ve mükâfatını verme Allah’a aittir. Allah Gafûr’dur, Rahîm’dir (affı, merhamet ve ihsanı boldur).” Günümüzde de örneklerini gördüğümüz üzere, yurdundan yuvasından hicret niyetiyle çıkıp da hedefledikleri yere varamadan yolda vefat edenlerin de Cenab-ı Hak niyet ve hedeflerine göre mükâfatını vereceğini vaad ediyor.
Muhacirleri bekleyen mükâfatların beyan edildiği diğer bir âyet-i kerime de şöyle der: ''Zulme maruz kaldıktan sonra Allah uğrunda hicret edenleri, elbette dünyada güzel bir yere yerleştirir, onlara, karşılaşacakları güzellikler hazırlarız. Âhiret mükâfatı ise daha büyüktür. Ah bir bilseler!” (Nahl sûresi, 16/41) Âyet-i kerime, maruz kaldıkları baskı, zulüm ve işkencelerden ötürü kendi ülkelerinde yaşama imkânları kalmayan, bu sebeple çözümü hicrette bulan mü’minlerin durumunu anlatıyor ve onları bekleyen dünyevî uhrevî nimetleri müjdeliyor. Cenab-ı Hak gittikleri ülkelerde onlara hiç ummayacakları nimet ve ihsanlar lütfedecektir. Onların ahirette elde edecekleri mükafat ise dünyevî mükafatlarının çok çok üstünde, tahayyüllere sığmayacak ölçüde olacaktır.
Hicret ve Cihad
Bir diğer âyet-i kerimede ise hicretten sonra cihad etme ve sabretme üzerinde durulur: “Şüphesiz ki Rabbin, mihnet ve işkenceye, zulme ve baskıya uğradıklarından dolayı hicret eden, sonra da mücahede edip sabredenlere mağfiret ve merhametiyle muamelede bulunacaktır, O Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (Nahl sûresi, 16/110) Hem bu ayette hem de yukarıda geçen ayette fitneye, belâya, zulme uğradıktan sonra yurtlarını terk eden babayiğitler üzerinde duruluyor. Başkaları onların gidişine ne isim takarsa taksın, ister kaçtı desinler, ister başka bir şey; Kur’ân buna hicret diyor ve hicret edenleri bekleyen mükâfatlar üzerinde duruyor.
Bu âyet-i kerimede dikkat çeken diğer bir nokta, hicretten hemen sonra cihadın gelmesidir. Hicret ettiler, sonra cihad ettiler, buyruluyor. Hicret ve cihad kelimeleri arasında, “sonra” manasına gelen “sümme” edatı geliyor. Yani onlar hicret ettikten sonra gittikleri yerde öncelikle kendilerine sağlam bir zemin oluşturdular, böyle bir zemin oluşturma adına gerekenleri yaptılar arkasından da i’la-i kelimetullah adına bir mücahedeye başladılar. Yani kendilerini, kendi duygu ve düşüncelerini ifade etmeye başladılar. Cihada getirdiğimiz tanımla ifade edecek olursak, Allah ile insanlar arasındaki engelleri bertaraf ederek gönüllerin O’nunla buluşmasını sağlama adına stratejiler oluşturdular. Cihaddan sonra da sabır üzerinde duruluyor. Zira yapılan bu iş, azim ve kararlılık isteyen zor bir iştir. İnsan bu yolda pek çok zorluklarla, mihnet ve meşakkatlerle karşılaşabilir. Bütün bunların üstesinden ancak sabırla gelinebilir.
Allah Resûlü (sallallahu aleyhi vesellem), hicrete asıl değer kazandıracak şeyin niyet olduğunu ifade eder: “Ameller (başka değil) ancak niyetlere göredir ve kişinin niyeti ne idiyse, karşılık olarak onu bulur. Dolayısıyla kimin hicreti, Allah ve Resûlü’nün rızasını kazanma istikametindeyse, onun hicreti Allah ve Resûlü’ne olmuş demektir. Yine kim nâil olacağı bir dünyalık veya nikahlanacağı bir kadına ulaşma uğruna hicret etmişse, onun hicreti de hedeflediği şeye olmuştur.” (Buhârî, bed’ü’l-vahy 1; Müslim, imâret 155) Demek hicreti kıymetler üstü kıymetlere ulaştıracak olan şey, insanın niyetidir, hedefidir, mülahaza derinliğidir. Âyetin beyanına göre hicret âdeta cihadla birlikte tamama eriyor. İşte Sahabenin hicreti böyledir.
Evet, tazyik gördüğü, fitneye maruz kaldığı, kırk haramiler tarafından malına mülküne el konulduğu için ülkesini terk eden, daüssıla baskısına göğüs gererek başka diyarlarda yaşamak zorunda kalan bir insan, çektiği bütün bu sıkıntıların sevabını alacağı gibi; gittiği yerde ulvi değerlerini güzel temsil ederek, karşılaştığı insanları ruhunun ilhamlarıyla tanıştırarak, Allah’ın ahsen-i takvime mazhar insan olarak yarattığı kullarını gerçek insanlığa yükseltmeye çalışarak ayrı bir kazanım daha elde edebilir. Büyük kazanımları olan böyle bir yola giren kimse ne baskılardan şikâyet etmeli ne uğradığı zulümlerden ne de kendisine duyulan haset ve çekememezlikten. Bizim her zaman vird-i zebanımız şu olmalı: Allah’ım, bizi sırat-ı müstakimden ayırma, orada sabit kadem eyle! Dinimize diyanetimize, yüce mefkûremize hizmet etmeye bizi muvaffak eyle! İster ihtiyarî isterse cebrî olsun, şayet bizlere hicret nasip etmişsen, oralarda en verimli şekilde hizmet edebilmeyi lütfeyle!
Hicrette Süreklilik
İnsanların uzun süre bir yerde kalması, birbirleriyle yüzgöz olmaları, bir süre sonra bir kısım rahatsızlıkları beraberinde getirebilir. Manevi beslenmelerini devam ettirseler ve sürekli şarj olsalar da uhuvveti zedeleyen bir kısım arızalar ortaya çıkabilir. Birbirimizin bazı yönlerine takılabiliriz. Birbirimizle uğraşmaya başlayabiliriz. İçten içe bir kısım fitneler kaynayabilir. Bunlar olmasa bile ülfet ve ünsiyetin kurbanı olabiliriz. Renk atabiliriz. Canlılık ve dinamizmimizi kaybedebiliriz. Yaptığımız hizmetler artık bizi tatmin etmez hale gelebilir. Veya sizi dinleyen insanlarda sesinize, sözünüze karşı bir bıkkınlık hâsıl olabilir. Bu sebeple hicretin, hareketin, açılımın hiç durmaması gereklidir. Hizmet erleri sürekli dünyanın farklı yerlerine açılmalı, yeni insanlarla tanışmalı, yeni hizmet alanları keşfetmelidirler.
Şayet hicrette bir hız kesme olursa veya arzu edildiği seviyede bir inkişaf yaşanmazsa, açılmalarda duraklama olursa insanlar bir süre sonra birbirleriyle uğraşmaya, birbirlerine düşmeye başlayabilirler. En müstesna insanlar arasında bile çok küçük meselelerin güftugûyu yapılabilir. Tarihte bunun birçok örneğini görmek mümkündür. Şayet bu tür olumsuzluklardan kurtulmak, kavga ve çatışmalardan azade kalmak istiyorsanız, bunun yegane çaresi, harekete ara vermemek, Allah için hicret etmektir. Hicretten sonra da gidilen yerlerde Cenab-ı Hakk’ın rızasını tahsil istikametinde soluk soluğa koşmaktır.
Bizler, mesleğimiz itibarıyla kendimizi hiçbir yerde yerinden sökülmez bir kaya gibi görmemeli, bir yerde daimi kalacak şekilde kendimize yer hazırlamamalıyız. Hep seyyar olmalı, hep hareket halinde bulunmalı, Allah yolunun yolcuları olarak yolculuktan dûr olmamalı ve her zaman yolun hakkını verme hususunda azim ve kararlılık içinde olmalıyız.