KENDİ KENDİMİZLE YÜZLEŞME VEYA MUHASEBE
[ Kırık Testi ]
İnsan kendini yakın takibe alamaz ve nefsini, iyiliklere açık, kötülüklere de meyyal yanlarıyla doğru okuyamazsa, sürçmelerden sıyrılamayacağı gibi, hayatını istikamet içinde sürdürmesi de çok zor hatta imkânsızdır. Bu konuda önemli hususların başında, hevâ-i nefsin dizginlenmesi gelmektedir. Nefs-i emmâre gemlenmez veya kontrol altına alınmazsa, insan “ahsen-i takvim”e mazhariyet sorumluluğunu yerine getiremez; bir kısım menfî tavır ve davranışlardan asla sıyrılamaz ve yaratılışındaki incelerden ince esrâra da nüfûz edemez. Evet, nüfûz edemez nefis ve hevâ perdede olduğu sürece. Böyle bir körlüğe düşen kimse, var oluş hakikati ve “hakikatü’l-hakâik” adına sürekli küsûflar yaşar; nefsânîliğin kararttığı atmosferden kurtulamaz; egoistçe düşüncelerinin güdümünde kahredici kaprislere takılır ve hep “ben, ben” der durur. Hele böyle birinin içinde neş’et ettiği muhît bu türlü duygulara dâyelik yapıyorsa…
Bu konuda, günümüzdeki içtimâî atmosfer oldukça sisli-dumanlı; yığınlar yaratılış gayesinden bîhaber; böyle bir gayeyi dillendirenler taklit gel-gitleri içinde; deyip edilenler kalb referansı olmayan dil-dudak mırıltısı; kutsallar, dünyevîlikler hesabına kullanılan birer argüman; servet-sâmân düşkünlüğü, tûl-i emel marazı, bohemlik zaafı, bilerek dünya hayatının ebediyetlere tercih edilmesi, üzerinde durulup düşünülmeyen bir muamma…
Böyle bir atmosferde yığınlar birer mezar-ı müteharrik tâli’siz, onları bu hâle getirip güdenler de insî şeytan ve makyavelist mürâîlerdir. Sergiledikleri tavır ve davranış itibarıyla bir yüce gaye-i hayalin ve hak mülahazasının mümessilleri gibi göründükleri halde, onlar genel duygu ve düşünceleri açısından nefis ve hevânın tesirinde birer Firavun, birer Nemrut ve birer Şeddad’dırlar. “Kul oldum, kul oldum!” diyecekleri yerlerde firavunâne naralar atarak herkesi kendilerine kul sayma düşüncesiyle oturur kalkarlar. Uğradıkları yerlerde derviş enînleri sergiler, sofîce tavırlara girer, “din”, “Allah”, “Peygamber” der durur ve kendilerini dinleyenleri büyülerler ama iç dünyaları itibarıyla bunlardan fersah fersah uzaktırlar. Ne hakperest oldukları beyanlarında ne de derviş gibi davranmalarında katiyen samimi değillerdir.
Bunlar birer dünyaperesttirler ve kullandıkları kutsallarla alakalı hususlar da suiistimal edilip atılan birer argüman mahiyetindedir. Âşık Paşa’nın ifadesiyle:
“Hakikî derviş odur ki dünyayı terk eder,
Gerçek mü’min de odur ki, dünya onu terk eder.”
Yoktur o dünyâperestlerde bu duygu ve mülahazanın zerresi; bir aldatma hırıltısıdır hepsinin soluğu sesi. Böylelerini iman, İslam ve ihsan açısından bir yere koymak çok zordur; zira bunların hemen bütünü bir anlamda birer İbn-i Selûl’dür. Düşünce dünyaları kirli, davranışları yapmacık, gaye-i hayalleri debdebe ve ihtişam, hedefleri de dünya ve mâfîhâdır. Dış görünüşe fevkalâde önem verir, makyajla oturur-kalkarlar.. yaldızlı beyanlarla çevrelerini büyülemeye çalışırlar.. levsiyatlarını gizleme mevzuunda ölür ölür dirilirler.. hep apak görünmek için türlü türlü demagojilere başvururlar.. mesâvîleri ortaya çıkınca da hemen sun’î gündemler oluşturarak irtikâplarını örtbas ediverirler.
Bilmez bunlar kalb safvetini, ruh nezâhetini; şeklî, surî Müslüman görünümüyle aldatır ve sürüklerler arkalarından şuursuz kalabalıkları.. hep birer hak eri ve diriliş kahramanı olduklarından dem vurur dururlar ama ne hakk u hakikatle bir münasebetleri vardır, ne de diriliş adına bir gayretleri.. çirkâptır duyguları ve düşünceleri; bilmezler kalbî-ruhî nezafet ve tahareti.. iç ve dış bütünlüğünün esas olduğunu.. nefis ve hevâ güdümünden sıyrılarak Allah’a hâlis kul olmayı. Vicdan mekanizması itibarıyla düşe-kalkadır azm u iradeleri.. taklit eksenli ve yapmacık kulluklarıyla aldatıcıdır her halleri. Abdest alır gibi görünür, namaz kılacakmış gibi ön safa yürürler ama her şeyleriyle göz boyamacadır tavırları.. kandırmacadır Hak karşısında kıyamları, kuudları.. bilmezler Allah tarafından görülüyor olmayı.. zihin ve ruh kirliliğiyle kirletirler miraç güzergahında bulunmayı.. arındıramamışlardır görünme ve bilinme levsiyâtından iç dünyalarını. Oysaki kulluk ve mü’minin miracı namaz böyle bir arınmayla namaz olur. Ne hoş söyler İsmail Hakkı Bursevî:
“Pâk ve tâhir eyle çirkâb-ı hevâdan nefsini,
Yalnız el-yüz yıkamayı sanma taharetten garaz!..”
Nefis ve hevânın farklı renk ve desendeki aldatıcı oyunlarından sıyrılamayan bu bedbahtlar, sabahları bir türlü, akşamları da başka bir türlü yaşamaktan kurtulamazlar.. düşünemezler yarınları, daha ötelerini ve iğneden ipliğe bir hesap gününü.. “Hesaba çekin nefsinizi ve yüzleşin kendinizle, O ma’dele-i ulyâda hesaba çekilmeden evvel.” (Hazreti Ömer radıyallahu anh) mülahazasına kapalıdır vicdanları.. gerçek insan olma ufkuna yürümenin bu yoldan geçtiğinin farkında değillerdir; farkında değillerdir ancak böyle bir metafizik gerilimle nefis ve hevânın gemlenip beşerî garîzaların, hayvanî hislerin ve şehevâni duyguların üstesinden gelineceğinin.
Ne var ki, kendini nâma-nişâna, şöhret ü şâna, makama-mansıba, zevk u safâya, takdire-alkışa kaptırmakla zehirlenmiş bu ruhlar, böyle bir girdaba yelken açtıklarının da farkına varamazlar. Bilemez bunlar hakikî imanı, İslam’ı, ihsanı ve duyamazlar hakikî insan olmadaki enginliği. Nasıl duyabilirler ki, bunlar hem kalbleri ve kafalarıyla, hem de göz ve kulaklarıyla tamamen bu dünyaya hasr-ı himmet etmiş bir kısım yarını olmayan bedbahtlardır. Oysaki bugüne ve fâniyât u zâilâta göz ucuyla bakmaya mukabil, yarınlara ve daha ötelere bütün ihsas ve ihtisas sistemlerimizle yönelmez ve yönelemezsek “ahsen-i takvîm”e mazhariyetimize saygısızlık yapmış ve Allah’a karşı da nankörlükte bulunmuş olma durumuna düşmemiz söz konusudur.
Ama ne dersek diyelim, Hak’la hemhâl olmayan ruhların şeytânî ve nefsânî şerarelere takılmaları kaçınılmazdır. İmam Şafiî, “Sen kendini hakla meşgul etmezsen, bâtıl şeyler ruhunu sarar ve seni hep meşgul eder.” der ki, vicdanlarımıza emanet önemli bir reçete mahiyetindedir.