Genel yapısı itibarıyla şefkat ve mülayemet sahibi bir insandı...
Ancak gururlu ve kibirli bir kişi olduğundan pohpohlanınca kendisine pek çok kötü şey yaptırılabiliyordu. Mesela ona: “Sen Abduluzza’sın, Beni Ümeyye kabilesiyle akrabalığın var. Haşimilerle Beni Ümeyye’nin iltika noktasını teşkil ediyorsun. Geniş bir oymağın başında bulunuyorsun. Sen şöyle adamsın, böyle adamsın…” diyor ve bu tür sözlerle onu hep oyuna getiriyorlardı. Onun bu tür pohpohlamalara kanıp Mekke’de pek çok kötülük yaptığını biliyoruz. Fakat Ebû Leheb Bedir’e iştirak etmemişti. Korktuğundan dolayı mı savaştan geri durmuştu? Zannetmiyorum. Kanaatimce onu Bedir’e gitmekten alıkoyan husus, yeğenine karşı bizzat savaşmak istememesiydi. Bedir Savaşı’nı takip eden günlerde ise ölüm hakikatiyle karşı karşıya kalmıştı. Ümmü’l-Fadl Validemiz’in bir kemik parçasıyla kafasına vurduğu ve aldığı bu darbe neticesinde ölüp gittiği rivayet edilir. Ölümü, hakikaten başına aldığı bir darbe sonucunda beyin kanaması geçirmesinin bir neticesi miydi yoksa Bedir’de kayınpederinin ve iki kayınbiraderinin ölmesi, müşriklerin büyük bir bozguna uğraması, onun da bu durum karşısında panikleyip derin bir korkuya kapılması ve işin içinden çıkamayıp bir çözüm yolu bulamaması neticesinde ciddi bir anguaz yaşaması mıydı, bilemiyoruz.
Ancak neticede o, âlemleri aydınlatan bir ışık kaynağının yanı başında bulunduğu hâlde, böyle acı bir sonla hayatını noktalamıştır. Onun bu hazin âkıbetinden şu neticeyi çıkarabiliriz: Demek ki, kayıp gitme ile kaymayıp yerinde kalma arasında çok ince bir perde vardır. Bu sebeple, kayıp gidene “Niçin kayıp gitti?”, yerinde kalana ise “Nasıl yerinde kaldı?” diye hayretle bakılmalıdır. Çünkü yerinde sabitkadem kalma âciz insanoğlunun elinde olmadığı gibi, kayıp gitme de onun elinde değildir. Görüldüğü üzere insan, yanlış bir bakış açısı ve mülâhazalardaki az bir inhirafla dengeyi koruyamayabiliyor; koruyamıyor ve hafizanallah gümbür gümbür devrilip gidiyor.
Kalplerimizi Saptırma Allah’ım!
Bu noktada A’râf Sûresi’ndeki bir âyet-i kerimede kendisinden bahsedildiği rivayet edilen Bel’am b. Baura adlı şahsın feci âkıbetini hatırlayabiliriz. Söz konusu âyet-i kerimede meâlen Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “Onlara, kendisine âyetlerimizi verip duyurduğumuz densizin kıssasını da anlat; anlat ki o, sahip olduğu bilgisine rağmen, sıyrılıp (tekvînî veya tenzîlî) âyetleri (idrak çerçevesinin) dışına çıktı. Derken şeytan onu kendine uydurup kendine benzetti; o da onun arkasına takıldı ve azgınlardan biri oldu.” Rivayetlere göre bu kişi, kurb-i ilâhiye giden yollar hakkında malumat sahibiydi ve ism-i azamı biliyordu. Fakat işte bu konumdaki bir insan bir yerde devrilip gitmiştir. Bundan dolayı Sahib-i Şeriat: “Ey bizim kerîm Rabb’imiz, bize hidayet verdikten sonra kalplerimizi saptırma ve katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz bağışı bol olan vehhab Sensin Sen!” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/9) duasını dilinden hiç düşürmemiştir. Zira akıbet endişesi taşımayanların akıbetinden endişe edilir. Evet, “Ben de kayabilirim!” endişesini taşımayan bir kimse –hafizanallah– her an kayıp gidecek tehlikeli bir zeminde bulunuyor demektir. Çünkü görüldüğü üzere Ebû Le-heb’in düştüğü yerde Hz. Hamza, Hz. Abbas sürpriz bir kurtuluşla sıçrayıp felaha ermişlerdir. Baktığımızda aynı aile fertlerinden birisi Efendimiz’in yanında yer alırken diğeri onun karşısında saf tutmuştur. O zaman anlıyoruz ki, küfürle iman arasında çok ince, kıl gibi bir mesafe vardır. İnsan âdeta burada ipin üzerinde geziyor gibidir. Bundan dolayı insan, meyelan-ı şerrin kökünü kesip meyelan-ı hayra kuvvet vermek için sürekli dua etmeli, Allah’a sığınıp istiğfarı dilinden hiç düşürmemelidir. Cenâb-ı Hak hepimizi düşmekten, kayıp gitmekten muhafaza buyursun!