Adem Yavuz Arslan / Tr724
Eğer bir ‘son saniye’ gelişmesi olmazsa ABD’de görülen Hakan Atilla davasında bugün karar açıklanacak.
‘Son saniye’ diyorum çünkü karar duruşması daha önce 11 Nisan’dan 7 Mayıs’a sonra da 16 Mayıs’a ertelenmişti.
Benim yazıyı yazdığım saatlerde yeni bir erteleme gözükmüyordu.
Hatta hakim Richard Berman cezaevi yönetimine bir yazı yazarak Hakan Atilla’nın duruşmaya takım elbiseli getirilmesini talep etti.
Karar duruşması New York yerel saati ile sabah 10’da.
Atilla, jüri tarafından suçlu bulunmuş ve savcılıkta Atilla’nın 15 yıl hapis ve 50 bin ile 500 bin dolar arasında bir para cezasına çarptırılmasını talep etmişti. Atilla’nın cezası açıklanınca ‘ilk etap’ bitmiş olacak. Tabi ki temyiz süreçleri var fakat artık gözler Halkbank’ın alacağı cezaya çevrilecek.
Her ne kadar Erdoğan rejiminin uyguladığı ağır sansür nedeniyle Türk halkının büyük bir kısmı davaya dair gerçekleri duyamadı fakat ‘üzeri örtülen tüm gerçekler’ dünyanın öbür ucunda da olsa ortaya çıktı.
Bu aşamada durup bir geriye bakmakta fayda var.
Çünkü Zarrab Davası herhangi bir yolsuzluk-kara para aklama davası değil. Türkiye için dönüm noktası davalardan birisi oldu.
ZARRAB DAVASI NEYDİ, NE ÖĞRENDİK ?
Reza Zarrab ve etrafında örgütlenen suç örgütünün icraatlarını, kurdukları siyasi bağlantıları ve işlediği suçları özetlemek bile sayfalarca yazı demek.
Ancak ilk günden bu yana duruşmayı yerinde izleyen, hatta meşhur 17 Aralık operasyonu başlamadan önce AKP’lilerden ‘tanırız iyi çocuktur’ baskısı gören ( http://www.tr724.com/zarrab-davesi-artik-milli-guvenlik-meselesidir-adem-yavuz-arslan-yazdi/ ) birisi olarak bu aşamada bir özet yapmakta fayda görüyorum.
Çok dallanıp budaklandırmadan madde madde özetlemeye çalışacağım;
Erdoğan’ın uğruna Türkiye’yi yaktığı Reza Zarrab 19 Mart 2016’ta ailesiyle Miami’ye geldiğinde tutuklanmış ve 26 Ekim 2017’de suçlamaları kabul ederek savcılıkla anlaşma yoluna gitmişti. Zarrab mahkemeye tanık statüsünde çıktı ve günlerce konuştu. Verdiği rüşvetleri, gönderdiği ‘hediyeleri’ grafikler eşliğinde tek tek anlattı. Türkiye’de siyasi baskıyla üzeri kapatılan dava, New York’ta açıldı ve o döneme dair şok edici detayları öğrenmiş olduk.
Davanın ilk ve ön önemli sonucu aslında daha ilk gün yaşandı. Malum olduğu üzere Erdoğan’a göre 17 Aralık operasyonu ‘hükümete darbe girişimi’, Reza Zarrab ‘hayır sever bir iş adamı’, Süleyman Aslan ‘dürüst bir bürokrat’, ayakkabı kutularındaki paralar ise ‘imam hatip parası’ydı. Fakat Hakan Atilla’nın avukatları daha ilk günden bu teoriyi yerle bir ettiler. Zarrab’ın ‘her türlü ahlaksızlığı yapan biri’ olduğunu, Süleyman Aslan ve siyasilerle ‘utanmazca rüşvet ilişkisine girdiğini’ söylediler. 28 Kasım sabahı yaşanan bu gelişme Erdoğan’ın tezlerini yerle bir etti. Çünkü Atilla’nın avukatları aynı zamanda Türkiye’nin avukatlarıydı. Yani Zarrab hayırsever iş adamı, Süleyman Aslan dürüst bürokrat ve ayakkabı kutularındaki dolarlarda imam hatip parası değilmiş.
Mahkeme ‘gerçek Zarrab’ı gözler önüne serdi. Erdoğan’a göre Reza Zarrab ‘hayırsever, dürüst bir işadamı’ydı. Türk bayrağı önünde televizyon röportajları ile parlatılan, plaket vermek için AKP’li bakanların birbirini ezdiği Zarrab, nefes alır gibi yalan söyleyen, selam verdiğine rüşvet dağıtan, her türlü sahte evrak ile Türk bankalarını ve devlet kurumlarını dolandıran, uyuşturucu ve alkol için ABD’de kaldığı cezaevinde gardiyana rüşvet veren, koğuş arkadaşına cinsel saldırıda bulunduğu iddia edilen, kara para aklamak için uluslararası bir şebeke kuran birisiymiş. Gerçi bilenler Zarrab’ı zaten biliyordu fakat New York’taki mahkemede bütün bu detayları kendisinden dinlemek ilginç bir tecrübeydi.
FBI’ın da Zarrab ve etrafındaki suç yapılanmasını takip ettiklerini, kendi dinleme ve takip operasyonlarını yaptıklarını gördük. Onlarca tape, e-mail yazışması, fatura ve whatsapp yazışması okuduk. Mahkemenin ortaya koyduğu acı gerçeklerden birisi de Erdoğan ve AKP’nin Türkiye devletini ‘Zarrab’ın önüne yatırması’ oldu. Zarrab’tan rüşvet almak için her türlü sahtecilik yapılmış. Zarrab tutuklandıktan sonra da rüşvet vermeye devam etmiş ve rüşvetle tahliye olmuş. ABD’de tutuklandıktan sonra Erdoğan’ın birinci gündemi Zarrab’ı kurtarmak olmuş. Adeta elinden geleni ardına koymamış. ABD’ye nota üstüne nota vermis. Kendisi yetmemiş Emine Erdoğan’da Zarrab’ı kurtarmak için girişimlerde bulunmuş. Zarrab’ı kurtarmak için Türkiye’de ki ABD vatandaşlarını tutuklayıp takas yapmaya çalışmışlar. ‘Beyaz Saray ile güçlü ilişkileri’ olan avukatlar tutulmuş, Erdoğan bunlarla istişari toplantılar yapmış. Zarrab’ı kurtarmak için Türkiye’nin çıkarları bile tehlikeye atılmış fakat başarılı olamamışlar.
ONAY VE TALİMAT ERDOĞAN’DAN
Gerek Zarrab’ın anlatımları gerekse de mahkeme safahatında ortaya konan deliller gösterdi ki İran ambargosunun delinmesi, kara para aklama ve sahtecilik işlemlerinin ‘onay ve talimatı’ bizzat Erdoğan’dan gelmiş. Ali Babacan başta olmak üzere dönemin ekonomi kurmayları da durumdan haberdarmış.
Zarrab herkesi rüşvete bağlamış. Siyaset ve bürokrasideki çürümeye dair tapeler, yazışmalar ibretlikti. Zarrab’ın ‘Rüşvete meyilli herkesin bir fiyatı vardır’ sözü de zihinlere kazındı. “O kadar çok rüşvet verdim ki bazen kime ne verdiğimi karıştırıyordum” diyen Zarrab’ın dağıttığı milyon dolar rüşvetlerin tapelerini dinledik, teknik takip görüntülerini izledik. Bugünlerde Erdoğan’ın talimatı ile AKP’ye geri dönen ve milletvekili adayı olan dönemin ekonomi bakanı Zafer Çağlayan’a, dönemin İçişleri Bakanı Muammer Güler’e ve dönemin AB Bakanı Egemen Bağış’a yapılan ödemelerin dökümlerini, görüntülerini gördük, Zarrab’tan detaylarını dinledik. Meşhur saatlerin ve piyanolara dair ‘gerçek hikayeleri’ duyduk.
ZARRAB RÜŞVETLE ÇIKMIŞ, PARA AKLAMAYI SÜRDÜRMÜŞ
17 Aralık operasyonu sonrası tutuklanan Zarrab tahliye olmak için rüşvet vermis. Hatta onca operasyona rağmen ‘hiç bir şey olmamış gibi’ Halkbank üzerinden kara para aklama işlerine tekrar başlamış. Zarrab bu kez işlerini ‘daha yukarıdan’ halletmek için girişimlerde bulunmuş. Yazışmalara göre ‘yukarısı’ndan kasıt Berat Albayrak ve Erdoğan.
New York’taki mahkeme Halkbank ve devletteki çürümeyi gözler önüne serdi. Az çok biliniyordu fakat gerek Zarrab’ın anlattıkları gerekse de savcının getirdiği deliller gösterdi ki Halkbank kevgire dönmüş. Zarrab’ın şirketinde ‘sahte belge üretme merkezi’ ve ‘bu işten’ sorumlu personeli varmış. Hatta ‘sahte’ evraklar için ‘çikinova’ diye bir isim uydurduklarını da gördük. Sahteciliği o kadar abartmışlar ki, bazı resmi evrakları fotoşopta yapıp vermişler. Üstelik, Zarrab’ın sahteciliğinden Halkbank yöneticileri de haberdarmış. Mesela Zarrab ile Süleyman Aslan arasındaki bir yazışmada görülebileceği gibi Aslan “Çikinova yap ver” diyor. Yani bir kamu bankasının genel müdürü, sahte evrak hazırlanıp verilmesini talep ediyor. Bırakın bankacı olmayı, herhangi birinin bile ilk bakışta anlayacağı bu evraklara hiç bakılmamış. Çünkü Zarrab ‘memurun rüşvetini peşin ödeyenlerden’ olmuş. Bu arada söz konusu meşhur tapenin de (memurun ve o…punun parasını önden verme konuşması) New York’taki mahkemede dinlendiğini de hatırlatayım. Aslında sahtecilik sadece evraklarda değil. Gerçekte İran ile ticaret de yok. Her şey İran ambargosunu delmek için kağıt üzerinde yapılmış. Yani AKP’lilerin söylediği “ABD ambargosundan bize ne, biz İran ile ticaret yaptık, para kazandık” ifadesinin bir gerçekliği yok. Zarrab, Halkbankası üzerinden yaptıkları ticaretin tamamen kağıt üzerinde olduğunu, gerçekte bir ticaret olmadığını delilleri ile anlattı. Bu esnada hayli trajikomik detaylar da gördük. Mesela Zarrab hayali gıda işi yaparken fazla abartmış. Hiç buğday yetişmeyen Dubai’den buğday ithal etmiş, 15 bin tonluk gemilere 25 bin ton yüklemiş. Ukrayna’dan tavuk budu, Brezilya’dan tavuk, Malezya’dan Hindistan cevizi yağı almış. Tabi hepsi kağıt üstünde. Banka yöneticileri de bütün bu sahteciliği biliyorlar, engellemedikleri gibi Zarrab’ı arayıp “Biraz dikkat edin, kör göze parmak işler yapıyorsunuz” diye uyarıyorlar.
Dava sayesinde gördük ki ABD’liler Türkiye’yi defalarca uyarmışlar. Halkbank üzerinden yapılan sahtecilik, kara para aklama ve hayali ihracat konusunda defalarca mesaj vermişler. Fakat Zarrab ve AKP’liler bu uyarılara kulak tıkamışlar. Savcılık Halkbank ve ABD’li makamlar arasındaki yazışmaları tek tek mahkemeye sundu. Hatta daha sonra CIA Müsteşar Yardımcılığına geçen dönemin Hazine Bakanlığı yetkilisi David Cohen tanık olarak mahkemeye geldi. Özetle ABD, Halkbank üzerinden İran ambargosunun delinmesine dair gelişmelerden haberdar olduklarını defalarca söylemişler fakat Türkiye tarafı duymazdan gelmiş.
ABD’YE SAHTE BELGE SUNDULAR
Davanın tarihi anlarından birisi AKP’nin ABD’de ki mahkemeye sahte belge sunmasıydı. Saatine 2500 dolar ücret alan (bu arada Halkbank’ın Atilla’nın savunması için ödediği paranın milyon doları aştığını da not edelim) avukat Todd Harrison, Havuz medyasında çıkan senaryoları savcılığın tanığı Hüseyin Korkmaz’a sordu. ‘Senaryoların Nirvanası’ ise sahte Fethullah Gülen mektubu oldu. Düşünsenize, ABD’deki mahkemeye fotoşopta üretilmiş sahte mektup sunuldu. Harrison’un iddiasına göre Fethullah Gülen, hakim Mustafa Başer’e bir mektup yazıp tutuklu polislerin tahliyesini talep ediyordu. Mektubun sahteliği her halinden belliydi ancak Erdoğan rejimi mahkemeyi maniple etmek için bile bile lades dedi. Bu aşamada Hakim Berman’dan tarihi bir fırça yediler. Öyle ki yıllardır bu mahkemede duruşma izleyen ABD’li gazeteciler bile şaşkınlığını gizleyemedi. Berman, Atilla’nın avukatlarının mahkemeye getirdiği bazı konuların ‘temelsiz ve inandırıcılıktan uzak’ olduğunu söyledi. Hakim Berman ayrıca avukatların dile getirdiği hususları ‘mantıksız, yabancı komplo teorileri’ olarak tanımladı.
Avukat Harrison’un Fethullah Gülen’e ait olduğu iddia edilen mektuba dair sorularına da değinen hakim Berman ‘profesyonellikten uzak ve temelsiz’ dedi. Amerikan mahkemelerinin ciddiyetine uymayan tavır sergilendiğini söyleyen Berman, ‘Hiç inandırıcı ve hiç profesyonelce hazırlanmış bir delil değildi’ ifadesini kullandı.
17 Aralık’ın polis şeflerinden Hüseyin Korkmaz’ın ifadeleri en az Zarrab’ın anlatımları kadar dikkat çekti. Operasyonların içinde bir isim olması, katılmadığı bir operasyon nedeniyle tutuklanması, ülkeden kaçmak zorunda kalması ABD’liler için orijinal bir hikayeydi. Bu açıdan jürinin üzerinde etkisi olduğu muhakkak. Korkmaz sayesinde 17 Aralık operasyonuna dair ‘birinci elden’ bilgiler almış olduk. İfadesinde şu ana kadar duymadığımız birçok şey anlattı: Mesela ilk defa ‘1 Numara’ diye bir konumun olduğunu öğrendik. Zarrab operasyonunun aslında ilk başta sadece ‘kara para aklama’ ve ‘altın kaçakçılığı’ soruşturması olarak başladığını, soruşturma ilerledikçe genişleyip ‘yeni suçlar’ ve ‘yeni zanlılar’ eklendiğini öğrendik. ‘Ayakkabı kutuları’, ‘deste deste dolarlar’ polisler için de sürpriz olmuş. Bir bakıma ucunu yakaladıkları ip nereye giderse oraya gitmişler. Korkmaz, Zarrab’ın ‘1 Numara’ diye bir konumdan bahsettiğini, tüm yapılanmanın üzerinde onun olduğunu tespit ettiklerini anlattı. Savcı ‘kim bu 1 numara?’ diye sorunca Korkmaz, ‘Recep Tayyip Erdoğan’ dedi. Hüseyin Korkmaz çok ilginç detaylar verdi fakat tüm Türk medyasına FBI’dan aldığı 50 bin dolar manşet oldu. Korkmaz, savcının sorusu üzerine FBI’ın 50 bin dolar verdiğini, savcılığın da kirasını ödediğini anlattı. FBI, önemli davalarda tanıklara bu tip bir ödeme yapıyor. Yani prosedürel bir işlem fakat bu, davayı Cemaat’e bağlamak isteyen hükümet ve Havuz medyası için iyi malzemeydi. Zarrab ve Korkmaz’ın ifadeleri Türkiye’nin ne kadar kokuştuğunu da gösterdi. Yolsuzluk soruşturması yapan bir polisin başına gelenler, sürgünler, haksız tutuklanmalar ve tehditler dünyanın gözü önünde kayıtlara girdi.
SAVCININ SORMADIĞI SORULAR YENİ DAVALARIN İŞARETİ
Zarrab’ın New York Savcılığı ile yaptığı anlaşmanın şartlarından birisi ‘kritik bilgi-belge paylaşmak’tı. Duruşmalar sırasında gördüğümüz kadarıyla Zarrab ‘anlatmaya çok istekli’. Fakat savcıların kritik bir çok soruyu sormadığını da gördük. Mesela savcı meşhur rüşvet belgelerini ekrana getirdi fakat Zarrab’a ‘kim bu Cash to yukarı?’ diye sormadı. Zarrab, 17 Aralık sonrası tahliye olmak için rüşvet verdiğini anlattığında ‘kime ne kadar rüşvet verdiniz?’ diye sormadı. Örnekleri bu köşede ‘Zarrab’a sorulmayan sorular’ diye uzun uzun yazmıştım. Uzmanlar bu durumu yeni iddianamelerin işareti olarak yorumluyorlar.
Duruşma sırasında yaptığım yayınlar ve yazdığım yazılarda sık sık tekrar etmiştim. Hakan Atilla aslında bu suç şebekesinin en zayıf halkasıydı. Rüşvet ilişkisine de girmemişti. Hatta bu yüzden ABD’de ki mahkemeden de beraat edeceğini umuyordu. Fakat hukukun işlediği ülkelerde kaçışın olmayacağını acı bir şekilde öğrendi. Aslında Zarrab Davası’ndan Türk bürokrasisine çok önemli dersler var. Hakan Atilla, siyasi iradenin talimatına uyup suç işlerden bir gün yargılanacağını düşünmemişti. Seviyesi ne olursa olsun bürokratların siyasilerin kayığına binmesi ya da ‘kudretli bürokratlar’ın kanatları altına sığınması onları kurtarmıyor. Yapmaları gereken tek şey hukuka tabi olmak. Eğer icraatlarında hukuka dayanmıyorlarsa er ya da geç hesap veriyorlar. Ayrıca zamanında size ‘koçum aslanım’ deyip tabiri caizse gaz verenler fatura ödeme zamanı gelince ortada olmuyorlar. Hakan Atilla’ya Zarrab’ın illegal işlerine zemin hazırlama görevini veren Süleyman Aslan ya da Zafer Çağlayan ortada yok mesela. Bu işlere ‘onay ve talimat’ veren Erdoğan da. Hakan Atilla günlerce mahkeme salonunda tek başına oturdu. Eşi ve ailesi bütün yükü tek başına üstlendi. Kirli ticaretten ceplerini dolduranlar ortada yoktu. Bugün ister gönüllü ister ‘zamanın ruhu böyle’ deyip istemeden de olsa Erdoğan ve AKP rejiminin illegal talimatlarını uygulayan bürokratları da aynı son bekliyor. Bir gün hukuk geri geldiğinde ya da hukukun işlediği bir ülkeye gittiklerinde hukuk önünde yalnız hesap verecekler. Geriye dönüp baktıklarında ‘Bana bu emirleri siz verdiniz, neden şimdi sahip çıkmıyorsunuz?’ diyebilecekleri bir siyasetçi ya da bürokrat bulamayacaklar.
-Sonuç itibariyle, davaya dair başka detaylar da eklemek mümkün. Ancak özü şu; 17 Aralık darbe değil, yolsuzluk soruşturmasıdır. Başta Erdoğan olmak üzere siyasetçisi, bürokratı tekmili birden Zarrab’ın önüne yatmışlar, Zarrab’ı kurtarmak için ellerinden geleni ardlarına koymamışlar.
-New York’ta ki mahkeme Erdoğan’ın 17 Aralık’a dair ‘Bunlar Cemaatin bana darbesi’ tezini de yerle bir ederken Türkiye’de yaşanan çürümeyi de dünyaya göstermiş oldu.
-Mahkemenin seyri, savcının soruları gösteriyor ki bu dava bir başlangıç. Yeni iddianameler, yeni yargılamalar gelecek gözüküyor. Özellikle daha ilk gün savcının ‘aklanan para nerede kullanıldı?’ ve ‘terörün finansmanı’ söylemleri bir şifreydi denebilir.
-Bugünkü karar duruşması sonrası Hakan Atilla’nın ne kadar cezaevinde kalacağı belli olacak. Ardından Halkbank’ın alacağı ceza netleşecek. Kulislerde korkunç rakamlar telaffuz ediliyor. Hatta Erdoğan’ın apar topar seçime gitmesine bu kulislerin neden olduğu iddiasını da yabana atmamak lazım.
-Sonrasında ise yeni iddianameler yeni davalar olabilir.
-Şimdi en başa dönüp şu soruyu soralım; Türkiye’de ki 17 Aralık operasyonu siyasi baskıyla kapatılmasa, emniyet ve yargı lağvedilmese sonuç nasıl olurdu?
-Dahası, 17 Aralık’ta ki rüşvetleri, ayakkabı kutularındaki dolarları, parasını bizzat Erdoğan rejiminin ödediği avukatlar teyit ettiğine göre, o operasyonu yapan polisler 4 yıla yakın bir zamandır neden hücrede tutuluyorlar?
-Ortaya çıkan bunca yeni delil ve itiraftan sonra dosyanın Türkiye’de yeniden açılması gerekiyordu. Zarrab cezaevinden bile rüşvet vererek çıktığını anlattı. HSK’nın ‘kim bu rüşvetçiler?’ diye sorması, soruşturmayı yeniden açtırması gerekmiyor muydu?
Yoksa herkes gibi ‘üç maymunu’ oynamaya devam mı ?