KIRIK TESTİ-
HERKUL.ORG
İman ve namaz aynı döl yatağında neş’et etmişlerdir; namaz, imanın
ikiz kardeşidir. İman, dinin ve diyanetin nazarî yanını teşkil eder; o
nazarî yanın takviye edilmesi ve tabiatın bir derinliği haline
getirilmesi ise ancak başta namaz olmak üzere diğer ibadetlerle mümkün
olur. Bu itibarla da, denebilir ki; namaz pratik imandır, iman da nazarî
bir namazdır. Dini yalnızca bir vicdanî kabulden ibaret görenler ve
ibadet ü tâatı devreden çıkaranlar, mesleklerini din kategorisi içinde
mütalaa ettikleri halde hiç farkına varmadan şirke düşmekten
kurtulamamışlardır. Evet, dinin direği namazdır. Namaz, mü’minin günde
en az beş defa içine girip temizlendiği sonsuzluğa doğru akıp giden bir
tevbe ırmağı ve arınma kurnasıdır. O, savaş meydanında mücadelenin
kızıştığı en tehlikeli anlarda bile hakkı verilmesi gereken çok önemli
bir vazife, emin bir sığınak, mühim bir kurbet vesilesi ve en kısa bir
vuslat yoludur. Namazın bu hususiyetlerinden dolayıdır ki, Asr-ı
saadetten günümüze kadar Hak dostları onu hayatlarının merkezine koymuş
ve farzları ikâme etmekle yetinmeyerek her gün yüzlerce rek’at nafile
kılmayı itiyad haline getirmişlerdir.
Namaz Âşıkları
Âbidlerin Rehberi Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve
sellem) namaza göstermiş olduğu alâka, O’nun izini takip edenlerin
gönüllerinde de “ibadetlerin özü”ne karşı derin bir iştiyak uyarmıştır.
“Namaz benim gerçek göz aydınlığımdır.”
diyen, başkalarının bir kısım şeylere arzu duymasının çok ötesinde bir
istekle namaza karşı arzu duyduğunu her haliyle ortaya koyan, mübarek
ayakları şişecek kadar kıyamda duran, bazen bir rek’atta bir kaç cüz’ü
birden okumadan rükûya varmayan, haşyetle dolu yüreğinden el
değirmeninin ya da kaynayan tencerenin sesi gibi hıçkırıklı ağlama sesi
duyulan ve secde ederken Hak karşısındaki saygısından dolayı kıvrım
kıvrım kıvranan Rasûl-ü Ekrem’in (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) namaz ibâdeti
üzerinde hassâsiyetle durması Ashâb-ı kirâmın da birer namaz âşığı
haline gelmelerine vesile olmuştur.
Öyle ki, Fudayl bin İyâz’ın ifadeleriyle söyleyecek olursak, Sahabe
efendilerimiz, benizleri atmış, yüzleri sararmış bir şekilde sabahı
karşılarlardı. Çünkü, gecenin çoğunu namazda geçirirlerdi. Bazen
dakikalarca kıyamda kalırlar, bazen de uzun müddet secdeye kapanırlardı.
Cenâb-ı Hakk’a içlerini dökerken, rüzgarlı bir günde sallanan ağaçlar
gibi sallanır; gözlerinden, elbiselerini ve yeri ıslatacak kadar yaş
dökerlerdi. Namazın lezzeti onlara bedenî yorgunluklarını unuttururdu ve
o vuslat dakikaları hiç bitmesin isterlerdi. Sabah olunca, yüzlerine
yağ sürerler, gözlerine sürme çekerler ve halkın içine sanki geceyi hep
uykuyla geçirmiş ve iyice dinlenmiş gibi çıkarlardı.
Huzûr-ı ilâhîde bulunmanın manasını idrak etmiş ve Kur’an’ın tadını
almış bir sahabînin şu hali onların namaza karşı iştiyaklarını
göstermesi açısından ne kadar müthiştir: Peygamber Efendimiz,
Zâtü’r-Rik’â gazvesinde Ammâr bin Yâsir ile Abbâd bin Bişr’i bir konak
mahallinde gece nöbeti için vazifelendirmişti. Hazreti Ammâr’ın
istirahati tercih ettiği bir sırada Abbâd bin Bişr kalkıp namaza
durmuştu. O sırada bir müşrik bu iki sahabîyi farketmiş ve hemen
üzerlerine ok yağdırmaya başlamıştı. Oklardan iki-üç tanesi Hazreti
Abbâd’ın vücûduna isâbet ettiği halde, o, namazını bozmamış, ancak rükû
ve secdesini yaptıktan sonra arkadaşını uyandırmıştı. Hazreti Ammâr,
sıçrayıp kalkarken bir taraftan kaçan müşriğin ardından bakakalmış,
diğer yandan da merakla ve heyecanla Abbâd bin Bişr’in vücudundan akan
kanı ve isabet eden okları göstererek kendisini neden uyandırmadığını
sormuştu. Hazreti Abbâd ise, ancak bir namaz aşığının söyleyebileceği şu
cevabı vermişti:
“Bir sûre (Kehf) okuyordum, (ayât-ü beyyinât o
kadar tatlı idi ki) onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Fakat, oklar
peşpeşe atılınca namazı tamamlayıp seni uyandırdım. Allâh’a yemin
ederim ki, Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem)
korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi
yarıda bırakarak namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim.”
Her Gün Yüzlerce Rek’at Namaz
Evet, sahabe efendilerimiz ibadete, özellikle de namaza asla
doymuyorlardı. Onların rahlesine oturmuş Hak erleri de birer namaz
kahramanı olarak yetişiyorlardı. Mesela, Atâ ibn-i Ebî Rebâh
(radiyallahü anh) yaşlandığı, zayıfladığı ve tâkatsiz düştüğü günlerde
bile bir rek’atta Bakara sûresinden yüz ayet okuyordu. Namazdaki
konsantrasyonu ona bedenindeki yorgunluğu hiç hissettirmiyordu.
Müslim b. el-Ferâhidî tebe-i tabiînin büyük imamlarından Şu’be b. Haccac (radiyallahü anh) hakkında şunu ifade ediyor:
“Ne zaman Şu’be’nin yanına girdiysem -kerahet vakitleri dışında- onu hep namaz kılıyorken gördüm.” Ebû Katan da şu ilavede bulunuyor:
“Şu’be’nin
rükûda beklediği süreye şahit olsaydınız ‘herhalde secdeye gitmeyi
unuttu’ derdiniz; onu iki secde arasında otururken izleseydiniz bu defa
da ‘galiba ikinci secdeyi unuttu’ diye düşünürdünüz.”
İşte, bu namaz sevdalılarının yaşadığı zaman diliminde günde yüz
rek’at namaz kılmak adeta sıradan bir iş gibiydi. Onlar o kadar çok
namaz kılıyorlardı ki, çoğunun ötelere yolculuğu bile seccadede
başlıyordu; meselâ, tabiîn neslinden Ebû Ubeyde el-Basrî vefat ettiğinde
kıyamdaydı ve namaz kılıyordu.
O dönemde, otuz-kırk sene, yatsının abdestiyle sabah namazını eda
eden Vehb b. Münebbih, Tâvus b. Keysân, Saîd b. Müseyyeb ve İmam-ı A’zam
gibi Hak dostlarının sayısı hiç de az değildi.
Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri, otuz sene cemâatle namazı ve hatta ilk
tekbiri hiç kaçırmamıştı. Kalbine biraz da olsa dünyâ düşüncesinin
dolduğunu ve namazın hakikatini duyamadığını hissetse, o namazı tekrar
kılardı. Her gün dört yüz rek’at nafile kılmayı adet edinmişti. Otuz yıl
boyunca yatsı namazından sonra hiç uyumadan ibâdetle meşgûl olmuştu.
Muhadramûn’dan (Allah Rasûlü’nün çağına yetişmesine rağmen O’nu
göremeyenlerden) Ebû Osman en-Nehdî de akşam ile yatsı arasında yüz
rek’at namaz kılardı.
Bişr b. el-Mufaddal ve Bişr b. Mansur gibi gönül aleminin sultanları
da her gün dört-beş yüz rek’at nafile kılanlar arasındaydı. Dahası, onca
dünyevî ve idarî işle meşgul olması gereken Abbasi Devleti’nin seçkin
halifelerinden Harun Reşid’in de hilafet süresi dahil ölene kadar her
gün yüz rek’at namaz kıldığı nakledilmektedir ki, bu, o devirlerde
ruhları saran ibadet iştiyakını göstermesi açısından önemli ve çok güzel
bir misaldir.
Aslında, tabakâta (Hak dostlarını derecelerine göre sıralayıp,
hayatlarını ve eserlerini anlatan kitaplara) bakılsa, bu konuda daha pek
çok örnek bulmak mümkün olacak ve selef-i salihîn arasında günde
yüzlerce rek’at namaz kılanların sayısının hiç de az olmadığı açıkça
görülecektir.
Bir Seviye ve Gönül İşi
Bu arada, şu hususu da ifade etmeliyim: Tabiî ki, dinde asla zorluk
yoktur; İslam “yüsr” (kolaylık) üzere vaz’ edilmiştir. Rasûl-ü Ekrem
Efendimiz (aleyhi’s-salâtü vesselam) kendisi ayakları şişene kadar namaz
kıldığı halde ümmetine hep güçlerinin yettiği kadarını teklif etmiş ve
onlara ibadet nev’inden bile olsa altından kalkamayacakları işleri
üzerlerine almamaları tavsiyesinde bulunmuştur. Bu açıdan, hem namazı
tam duyma hem de çokça namaz kılma meselesi bir seviye ve gönül işidir.
Bütün mü’minler, ibadet konusunda hem keyfiyet hem de kemmiyet
itibarıyla her zaman daha ileri ufuklara teşvik edilirler ama bu hususta
bir zorlama söz konusu değildir.
Nitekim, Nur Müellifi,
“Bir tek saat, beş vakit namaza abdestle kâfi gelir.”
derken dinin özündeki bu kolaylığa işaret etmiş ve objektif olan
kaideyi göstermiştir. Yani, bütün insanları bağlayan bir hüküm söz
konusu olduğunda, en zor şartlar altındaki kimselerin de nazar-ı itibara
alınması gerektiği esasına binaen, nâmüsâit şartlara maruz kalan bazı
mü’minlerin abdest de dahil bir saate sıkıştırmak suretiyle de olsa
namazlarını mutlaka kılmaları gerektiğini ifade etmiştir. Ayrıca,
Hazreti Üstad,
“Sakın deme, ‘Benim namazım nerede, şu hakikat-i namaz nerede!’ Zira bir hurma çekirdeği, mânen bir hurma ağacı gibidir.”
buyurarak, namaz kılarken onun manasını anlamayan ve gönlünde
hissetmeyen âmi bir insanın bile amel defterine bir ibadet hissesi
kaydolacağını belirtmiştir. Bir hurma çekirdeğinden tâ mükemmel bir
hurma ağacına kadar pek çok mertebeler bulunduğu gibi, namazın da derece
derece olduğunu ama her mertebedeki namazın mutlaka ibadetin nurundan
pay aldığını söylemiştir. Hazreti Bediüzzaman’ın bu ifadeleri, bizim
gibi ümmîlerin ümidini bütün bütün kırmamak, insanları ye’se düşürmemek
ve objektif olanı öne çıkarmak içindir. Evet, Cenâb-ı Hak herkesin
namazına bir mükâfât ihsan eder; fakat, bizim burada üzerinde durduğumuz
husus namazın hakikati, ruhu ve özüdür.
Bu itibarla, bir mü’min hiç olmazsa farz namazlarını mutlaka “ikâme”
keyfiyetiyle eda etmelidir. Yani, İşaretü’l-İ’caz’da da belirtildiği
üzere, “namazda lâzım olan tâdil-i erkâna riayet etmek, ibadetin
özündeki müdavemet ve muhafaza manalarını gözetmek” suretiyle namazın
bütün rükünlerini ve esaslarını usulüne uygunca yerine getirmeli, onu
matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve
içerisinde devam ettirmeye çalışmalıdır. Günde en az beş defa namaz adlı
o tatlı su kaynağına koşmalı, onunla yunup yıkanmalı, hatalarından ve
günahlarından arınarak tertemiz bir ruh haletiyle Mevlâ-yı Müteâl’e
yönelmeli ve adeta her vakitte bir kere daha mi’rac yapmalıdır.
Namazın Özü ve Manası
Namazın özü, Cenâb-ı Hakk’ı tesbîh, ta’zîm ve O’na şükürdür. Evet,
tesbîh, tekbîr ve hamd, namazın çekirdekleri hükmündedir. Ondandır ki,
namazdaki bütün hareketlerde ve zikirlerde “Sübhânallah”,
“Elhamdülillah” ve “Allahu Ekber” sözlerinin manaları gizlidir.
Bediüzzaman hazretlerinin de ifade ettiği gibi, iftitah tekbîrinden
selam vereceğimiz ana kadar biz, hemen her an söz, hal ve tavırlarımızla
ya “Sübhânallah” deyip Cenâb-ı Hakk’ı takdîs eder, ya “Elhamdülillah”
sözüyle hamd ü senâ hislerimizi seslendirir ya da “Allahu Ekber” diyerek
O’na ta’zimde bulunuruz. Namaza başlarken söylenen tekbîre, ibadete
onunla başlandığı için “iftitah tekbîri” dendiği gibi; namaz içinde bazı
şeylerin yapılması bu tekbîrle haram kılındığı için ona ”tahrim
tekbîri” ya da “ihram tekbîri” de denmiştir. Aslında bu tekbîr, mâsivaya
ait her şeyi kendine haram kılarak harem dairesine adım atma, bütün
dünyevîlikleri kapının dışında bırakma ve yalnızca Sultan-ı Kâinat’a
teveccühte bulunma adına bir söz vermedir. O andan itibaren, namazın
bütün dakikalarına, saniyelerine ve saliselerine tesbîh, tahmîd ve
tekbîr ruhunu işleme, bir manada bütün bütün namaz kesilme ve adeta
namazlaşma ahdi demektir. Melekler, bu sözün gereğini yerine getirerek
namazını ikâme eden bir âbidin âlem-i misâle yansıyan resmini çizseler,
ihtimal ortaya namaz çıkar; o insan ancak mücessem bir namaz kesilmiş
olarak resmedilebilir.
Evet, namazı hakkıyla ikâme etmek istiyorsanız, tekbîrle beraber
mâsivâdan sıyrılmalı ve gönlünüzü sadece O’na açmalısınız.
Dudaklarınızdan dökülen her kelimeye şuurunuzun mührünü basmalısınız.
Mesela, “Elhamdülillah” derken, bu sözün ne mana ifade ettiğini iyi
bilmeli, onu derinlemesine mülahazaya almalı, “Kimden kime olursa olsun
bütün hamd ü senâlar, bütün minnet ve şükürler Allah’a (Tebâreke ve
Teâlâ) aittir; bu hakikati ilan benim vazifem, Hâlık-ı Kâinat’ın da
hakkıdır.” diye gürlemelisiniz. Böylece, o söz, Cenâb-ı Allah’a
yükselirken üzerine yüklediğiniz o derin manalarla beraber yükselmeli.
O’nun Rahmân ve Rahîm olduğunu ilan ederken, yine aynı derin duygularla
dolmalısınız. “Mâlik-i yevmi’d-din” hakikatini dile getirirken onun
ihtiva ettiği manaları da üzerine bir damga gibi vurmalı ve Cenâb-ı
Hakk’a o yüküyle beraber göndermelisiniz. Namaz sizin için de bir mi’rac
olmalı ve siz Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in
Mi’rac’da duyduğu hakikatleri kendi idrak ufkunuzdan duymaya
çalışmalısınız. Namazın bütün manalarını yudumlayarak adım adım
yükselmeli, adeta birinci kat semada Hazreti Adem’le, ikinci kat semada
Hazreti Yahya ve Hazreti İsa ile, üçüncü kat semada Yusuf
Aleyhisselamla, derken diğer katlarda Hazreti İdris, Hazreti Musa ve
Hazreti İbrahim’le görüşmeli, herbirinin hayatından ibretler almalı,
huzurlarının insibağına ermeli ve bir adım daha atınca kendinizi
haremgâh-ı ilâhîye girmiş gibi hissetmelisiniz. Namazın sonunda selam
verir vermez de huzurun adabına riayet edememiş olma endişesiyle bir
kere daha ellerinizi kaldırmalı, yine, tesbîh, tahmîd ve tekbîr
cümleleriyle dergâh-ı ilahîye nazar etmeli ve namazın manasını te’kid
eden o mübarek kelimeleri otuzüçer defa tekrarlamalısınız. İşte, namazı
böyle engin duygu ve düşüncelerle ikâme etmek gerekiyorsa, onu
geçiştiremezsiniz; öncesinde yapılması icab eden hazırlıkları tam
yapmalı ve onu manasına uygun bir tarzda eda etmelisiniz.
İbadetlerimizin Çehresindeki Solgunluk
Diğer taraftan, şayet kendinizi i’lâ-yı kelimetullaha adadığınıza
inanıyorsanız, böyle bir vazifenin ve ona adanmışlığın ne ifade ettiğini
de iyi düşünmeli ve ona göre bir tavır belirlemelisiniz. İ’lâ-yı
kelimetullah, Allah’a imana çağrıdır; Peygamber Efendimiz’i (sallallahu
aleyhi ve sellem), sâir erkân-ı imaniyeyi ve İslamiyeti kabule davettir.
İ’lâ-yı kelimetullah, Allah’ın yüce adının her yerde duyulması, bir
bayrak gibi dalgalanması ve ruh-u revân-ı Muhammedînin en karanlık
köşelerde bile şehbal açması için çok ciddi cehd ü gayret ortaya
koymaktır. İ’la-yı kelimetullah, zatında yüksek ve pek yüce olan
“Lâilâhe illallah Muhammedün Rasûlullah” hakikatini yükseltme; onu
dünyanın dörtbir yanında gökkuşağı gibi görülür ve herkes tarafından
duyulur hale getirme demektir. Öyleyse, şayet siz, insanları Allah’ı
bilmeye, O’nun mesajını dinlemeye, varlığın çehresindeki ilahî
tecellileri okumaya ve Ma’bud-u Mutlak’a kulluğa çağırıyorsanız, önce
kendiniz o ilahî mesaja kulak vermeli, o tecellileri okumalı, hakiki ve
halis bir kul olmalı değil misiniz? Başkalarını kulluğa çağırdınız
halde, kulluğun esası ve özü olan namaz gibi bir ibadeti tam eda
etmiyorsanız, size yalancı demezler mi? Her defasında ‘hele şu işten bir
sıyrılalım’ düşüncesiyle namaza duruyor ve onu aradan çıkarma
duygusuyla sizin için bir kısım formalitelerden ibaret olan hareketleri
yapmakla yetiniyorsanız, kendi kendinizi yalanlamış olmaz mısınız? Hemen
aradan çıkaracak kadar değersiz gördüğünüz ve ancak bir an önce içinden
sıyrılacak kadar değer verdiğiniz bir meseleye başkalarını çağırmanız
manasız bir iş sayılmaz mı? Herkesi kendisine çağırdınız bir hakikatin
sizin nazarınızda çok ciddi bir mesele olması lazım değil mi? Siz
herhangi bir mesele üzerinde kemâl-i ciddiyetle durmuyorsanız, onun
kıymetli olduğuna başkalarını nasıl inandıracaksınız ki!..
Zaten, müslümanlar olarak bizim en büyük dertlerimizden birisi
ibadetlerimizin çehresindeki bu solgunluktur. Ne acıdır ki, camilerimiz
ve oralarda saf tutan insanlar hazan yemiş yapraklar gibi; kimisi
esniyor, kimisi uzanmış yatıyor, kimisi mihrapta bile dünya konuşuyor,
kimisi bir an önce namazın bitmesini ve kendisini dışarıya atmayı
bekliyor. Su-i zan etmek istemiyorum ama dışa akseden görüntü,
-istisnalar olsa da genel itibarıyla- Allah’la tam alakası olmayan,
Peygamberini iyi tanımayan, dedesinin camiye gittiğini gördüğü için
mescidin yolunu tutan, babasınının namaz kıldığına şahit olduğundan
dolayı onu taklîden safta yerini alan ve sadece şekilde, surette kalan
kimselerin halini andırıyor. Bundan dolayı da, caminin ve camideki
cemaatin hali başkalarına bir şey ifade etmiyor; ibadet, İslam’a çağıran
bir hal dili olarak vazife görmüyor. Şayet, biz tam bir inanmışlık hali
ortaya koysak, Hazreti Pîr-i Mugân’ın beyanıyla,
“Ağzımız Kur’an-ı
Kerim’i okurken, hal ve tavırlarımızla da onu temsil etsek, ahlâk-ı
İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef’âlimizle göstersek,
sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki
küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet
edecekler.” Fakat maalesef, biz İslamiyeti kendi câzibesiyle yansıtamıyoruz.
Aslında, Müslümanlık bir farklılığın sesi ve soluğudur; hakiki bir
mü’min namaz kılarken, onun rükûuna bakan ona hayran olmalı, secdedeki
halini gören neredeyse bayılmalı, Mevlâ-yı Müteâl karşısında inlemesini
duyan kendisinden geçmeli ve onunla beraber secdeye kapanmalıdır. İşte,
İslam bu şekilde temsil edilmeyince karşı tarafta da mâkes bulmuyor; hiç
kimse şekle bağlı yatıp kalkmalarda namazın ruhunu ve onun kutsî
câzibesini göremiyor.
Tesir, Allah’la Münasebete Vâbestedir
Ayrıca, i’lâ-yı kelimetullah yolunda ortaya konan gayretlerin
muvaffakiyetle neticelenmesi ancak Allahü Azimüşşân’ın kabulüne ve O’nun
değerlendirmesine vâbestedir. Cenâb-ı Hak, kendisiyle irtibatı kavî
olmayanları kat’iyen tesirli kılmaz. Onunla derin bir münasebet içinde
bulunmayanlar, kime ne anlatırlarsa anlatsınlar hiç kimsenin ruhuna
giremez, hiçbir kulu doğru yola iletemez ve tek kişiyi bile sıradan bir
insan olmaktan çıkarıp kalb ve ruhun hayat derecesine yükseltemezler.
Allah (celle celâlühü) yolundakilerin sesine-soluğuna değer atfeder;
onların söz ve tavırlarına tesir lutfeder.
Bu açıdan da, Kur’an’ın hâdimleri, Hak nezdindeki kıymetlerini
Allah’la münasebetlerinde aramalı ve şeklî, sûrî şeylerin dergâh-ı
ilahîde bir kıymet ifade etmediğini bilmelidirler. Evet, bir hadis-i
şerifte de vurgulandığı gibi, Allah Tealâ sizin şekillerinize, zahirî
hallerinize, sûrî yatıp kalkmalarınıza değer vermez; Cenâb-ı Hak, ancak
kalbî heyecanlarınıza, iç derinliklerinize ve gönlünüzden nebeân eden,
içinizin yansıması olan samimi davranışlarınıza bakar ve onları
değerlendirir. Şayet, davranışlarınızda kalbî bir derinlik yoksa ve
onlar gönlünüzden kopup amel sahasına dökülmüyorsa, o zaman bütün cehd ü
gayretiniz beyhûdedir.
Öyleyse, iman hizmetine adanmış ruhlar, hem
“Ey iman edenler! Niçin yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz?”
(Saff, 61/2) itâbına (azarlama) muhatap olmamak, hem de “Neden
insanları çağırdığınız hakikatleri hakkıyla temsil etmemek suretiyle
yalancı durumuna düşüyor ve İslam’ın çehresini karartıyorsunuz?” sualine
maruz kalmamak için azamî gayret göstermelidirler. Konumuzla alakalı
olarak da, farz namazları hakkıyla ikâme etmenin yanı sıra, tam bir
namaz kahramanı haline gelebilmek için şu husulara çok dikkat
etmelidirler:
Namaz Kahramanı Olabilmenin Üç Şartı
1. Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) bize bir hedef gösterirken,
Cennet’te yüz mertebe bulunduğunu ve Firdevs’in, makam bakımından en
yüksek derece olduğunu belirttikten sonra,
“Allah Teâlâ’dan Cennet’i istediğiniz zaman, Firdevs’i isteyiniz.”
buyurarak, himmetimizi âli tutmamız gerektiğine işaret etmiştir.
Dahası, bize Firdevs talebinden de öte isteklerde bulunma edebini
öğretmiş ve Cenâb-ı Hak’tan neler isteyebileceğimizi gösteren dualar
talim buyurmuştur. Ondan öğrendiğimiz dualar sayesindedir ki,
sabah-akşam “Allah’ım, Cemâlini seyretme arzusuyla içimizi doldur, Sana
kavuşma şevkiyle gönlümüzü coştur ve ötede Cemâlinle bizi serfiraz kıl”
diyoruz; Cemâlullah’ı müşahedeye, rıza-yı ilahîyi tahsile ve rıdvâna
ermeye talip olduğumuzu ilan ediyoruz. Evet, Peygamber Efendimiz’den
öğrendiğimiz bu dualar, asla dûnhimmet olmamamız ve himmetimizi hep âlî
tutmamız gerektiğini salık veriyor.
Dolayısıyla, namazın hakikatini idrak etme hususunda da yüce himmetli
olmalı; Cenâb-ı Hak’tan selef-i salihînin ibadet aşk u iştiyakını,
onlardaki kulluk temkinini dilenmeli ve namazı şuurluca ikâme edebilmek
için inâyet-i ilahiyeyi talep etmeliyiz. Belki herbirimiz şöyle
demeliyiz: “Allah’ım, Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem)
Efendimiz namazı hangi enginlikte ikâme ediyor idiyse, bana da o idraki
lutfeyle; namazın manasını benim ruhuma da duyur. Rabbim, ben de
Peygamber Efendimiz’in eda ettiği gibi namaz kılmak ve onu benliğimin
bütün zerrelerinde duymak istiyorum.. namaz esnasında Sen’den başka
bütün mülahazalara karşı kapanmayı ve tamamen namazlaşmayı arzu
ediyorum.. Ne olur Allahım, bu lütfunu bana da nasip eyle!..”
Evet, peygamberâne bir ibadet ufkuna mazhar olmayı istemek
peygamberlik istemek demek değildir. Bu talep, her hususta takip
edilmesi gereken İnsanlığın İftihar Tablosu’nu ibadet hayatı itibarıyla
da örnek almak ve namazda daha bir derinleşmek talebidir. Sizin bu türlü
bir duanız kat’iyen boşa gitmez. Bu duada istekli ve ısrarlı olursanız,
Allah sizi mahrum etmez; inşaallah o sayede maiyyete ulaşırsınız. Siz
bu kadarcık bir istek izhar edince Sultan-ı Ezelî de kendi ululuğu,
azameti ve rahmetinin enginliği ölçüsünde Zât’ına yaraşır bir mukabelede
bulunur. Bu açıdan, meâliye müştak olmak ve ulvi hedeflere göz dikmek
himmeti âlî tutmanın ifadesidir; namazı ikâme hususunda da insan hep
daha yükseklere tâlib olmalıdır.
2. Namazın hakikatini idrak etme isteği kavlî ve kalbî bir duadır; bu
duanın fiilî yanını ise, en başta bu mevzuda yazılmış eserleri okumak
teşkil eder. Namazı şuurluca kılmak isteyen bir mü’min şayet onunla
alakalı üç-beş kitap okumamış, büyüklerin bu konudaki mütâlaalarını
öğrenme gayretinde bulunmamış ve meselenin nazarî yanını dahi ihmal
etmişse, onun bu talebinde samimi olduğu söylenemez. Öyleyse, namaz
yolcusu ikinci adım olarak, gönlüne ibadet iştiyakı salacak, onu namazın
nurlu iklimlerinde dolaştıracak ve mana aleminin büyüklerinin namazla
alakalı engin anlayışlarını, derin duyuşlarını aktararak içine haşyet
dolduracak makaleleri ve kitapları okumalıdır. Hazreti Üstad, bazı
risaleleri önemli gördüğünden dolayı yüz on beş defa okuduğunu
belirtmiştir. Bir mü’min, Zât-ı Uluhiyet hakikatıyla, iman esaslarıyla
ve ibadetlerin mana buuduyla alakalı birkaç eseri hiç olmazsa birkaç
defa gözden geçirmeli değil midir? Evet, Kur’an talebeleri, Hazreti
Gazzalî, Hazreti Mevlânâ ve Hazreti Bediüzzaman gibi Hak dostlarının
namazla alakalı mütâlaalarını ve günümüzde kaleme alınmış namaza dair
makaleleri mutlaka okumalı ve konuyla alakalı müzakerelerde
bulunmalıdırlar.
3. Hem kavlî hem de fiilî duada ısrarlı olma, matlubu elde etme
mevzuunda kararlı ve istikrarlı bir tavır ortaya koyma ve aktif sabırla,
adım adım hedefe yürüme de neticeye ulaşma yolunda çok önemli diğer bir
şarttır. Namaz sevdası tâlibin gönlüne hemen düşmeyebilir; insan birkaç
günde, birkaç ayda, hatta birkaç yılda namaz hakikatini duyamayabilir.
Dolayısıyla, talepte ve neticeye götürecek sebepleri yerine getirme
mevzuunda ısrarlı olmak pek mühimdir.
Şayet, namaz kahramanlığına adaysanız, sizi o ufka taşıyacak bütün
argümanları kullanmayı ihmal etmemelisiniz. Hangi ses, hangi soluk sizi
şahlandırıyor ve kalbinizi coşturuyorsa, bir kere değil, belki yüz kere
aynı vesileye başvurmalısınız. Belki bir kitabı onlarca kez okumalı, bir
kaseti birkaç kere dinlemeli, bir büyüğün sözlerine defalarca kulak
vermeli ve oturup kalkıp hep gözünüzü diktiğiniz hedefi düşünmelisiniz.
“Olmuyor!” diyerek, yoldan dönmeyi asla aklınıza getirmemeli ve kat’iyen
aceleci davranmamalısınız. Unutmamalısınız ki, bu yolda belki senelerce
sular gibi çağlayacak, pek çok kayaya çarpacak, ama her an biraz daha
arınacak ve sonunda ummana ulaşacaksınız. Niyetinizin derinliği ve
gayret ü himmetinizin yüceliği nisbetinde ötede siz de herbiri bir namaz
aşığı olan “ilkler”in hemen arkasında yerinizi alacaksınız.