“Biz de kudretimizin ayrı ayrı delilleri olarak onların üzerine tufan gönderdik, çekirgeler gönderdik, haşerat gönderdik, kurbağalar gönderdik, kan gönderdik. Yine de inat edip büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk oldular.” (Araf Suresi, 133)
Kâbe, mânevî iplerle insanları birbirine bağlayan bir cazibe merkezidir. Dünyanın dört bir yanından bütün insanlar, Kâbe'ye doğru yönelirken, hep birlikte aynı noktaya yönelmiş olmanın kazandırdığı bir cemaatleşme şuurunu yaşarlar. Çünkü, bu kıbleyi Müminler için Allah seçmiştir:
“(İbadet ederken) Mescidi Haram tarafına yönel. Böyle yapman (kıblenin Mescidi Haram tarafı olması), Rabbinden gelen bir gerçek, bir hükümdür. (Ey iman edenler, siz de böyle yapın!) Allah, yapıp ettiklerinizden asla habersiz ve onlara karşı kayıtsız değildir.” (Bakara Suresi 149)
“Yalnızca Ben’den korkup Benim karşımda ürperin (ve neye hükmetmişsem onu yerine getirin). İşte bugün sizin için (bütün kaideleri, hükümleri ve evrenselliğiyle) dininizi kemale erdirdim; üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim.” (Maide Suresi 3)
İslam’ı seçmiş insanlar, inançlarını aksiyona dökmek için her gün Kâbe'nin etrafında bir halka teşkil ederler. Onun arkasında ayrı bir halka, onun arkasında ayrı bir halka.. ve bu halkalar küre-i arzın son noktasına kadar devam eder. Kim bilir bu safların arasında ilâhî esrara açık nice insanlar vardır.
Üstad Bediüzzaman, Kabe’ye yönelmenin insanda nasıl bir duygu hâsıl ettiğini ifade sadedinde: 'Nasıl ben şu anda Kâbe'ye yöneliyorum; benimle birlikte dünyanın dört bir yanından o ebedî mihraba yönelen milyonlarca insan var ve bunların içinde yüzlerce veli, asfiyâ, ebrar da var.' der. (Şualar, On Beşinci Şua, Birinci Makam)
Ve bu gönlü temiz insanlar arasında ne yazık ki çoğu müminler zulüm altında inliyor bugün. Müslümanların yaşadığı coğrafyada oluk oluk kan akıyor; mazlumların feryâd ü figânı ciğerleri dağlıyor; yanaklardan domur domur gözyaşı boşalıyor.
Göklere yükselen âh u efgânı tartacak bir kantar mevcut değil yeryüzünde.
‘İşte Hint, düşman zannederek, hâlbuki pederini öldürmüş, başında oturmuş bağırıyor.
İşte Tatar, Kafkas, öldürülmesine yardım ettiği şahıs, bîçâre valideleri olduğunu, “ba’de harabi’l-Basra” (iş işten geçtikten sonra) anlıyor. Ayak ucunda ağlıyorlar.
İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp hayretinden ağlamayı da bilmiyor.
İşte Afrika, biraderini tanımayarak öldürdü, şimdi vâveyla ediyor.
İşte âlem-i İslâm, bayraktar oğlunu gafletle bilmeyerek öldürmesine yardım etti, valide gibi saçlarını çekip âh ü figan ediyor.’ (Sünuhat, Rüyada bir hitabe)
O hasedi ve çıkarları yüzünden mümin kardeşlerini ya yaptıkları hizmetlerden ya da dünya zevklerini acılaştıracağı korkusundan kendisinden ayrıştırmış, ötekileştirmiş ve düşman haline getirmiş.
İşte O, ‘fazla kilolarımdan nasıl kurtulacağım!’ diye tasalanırken onun mümin kardeşi Yemen’de açlıktan ölüyor. Uygur’da yaşama hakkı bulamıyor. Suriye’den, Irak’tan, Somali’den, Afganistan’dan… istisnasız bütün Müslüman ülkelerden kaçıp özgürce bir nefes alabilmenin hesabını yapıyor. Kimi Akdeniz’de, kimi Ege’de kimi Meriç’te bırakıyor bir tarafını.
O, yollarda böyle eriyip giderken onun imkan sahibi mümin kardeşi kendi hayat dekorunda tembellik ve cehalet içinde derin derin uyuyor.
O bir türlü gözlerini açmayı düşünmüyor.
Onunla birlikte maddî ve manevî duyguları da uyuyor.
Aşkı uyuyor.
Heyecanı uyuyor.
O, zamanın yumuşak yatağında başını gaflet yastığına gömmüş, cennet nimetlerini hayal ediyor...
Asım’ın nesli gündüz vakti rüya görüyor.
O, arzusuna göre kurduğu ve ondan başkasına nasip olmayacak bu Cennetlerde köşkler ve hurilerle kendinden geçiyor.
O, keyif içinde uyuyor.
Müslüman evladı gafletin kucağında horlarken rehavet onun ülkesini, kalbini, ruhunu, gençliğini yutuyor.
Ama o hâlâ uyuyor.
Uyuyor da uyuyor...
Onun bir zamanlar destanlar yazan cesareti, kahramanlar doğuran aklı ve ilmî gücü; sevgi ve hoşgörü medeniyeti oluşturacak hayatı, canlılığı tembelce ve insanı çıldırtacak şekilde uyuyor.
Onun mesuliyeti İslâm dünyası üzerine ateş ve kan saça saça uyuyor.
Şefkat tokatıyla hafif dürtülecek olsa çok rahatsız oluyor. Sarsılıyor birden. Hemen başlıyor kaderi tenkit etmeye. Suçlu arıyor her tarafta kim rahatını bozdu diye.
Çekirgeler Kabe’yi neden basmasın ki?
Ne masum insanların kanlarının dökülmesi ne gözyaşlarının ceyhun olması, ne yüreklerin dağlanması, ne anaların ağlayıp dövünmesi, ne masum bebeklerin zindanlara atılması ve ne de babaların bağırlarının yanması… merhamet hislerini harekete geçirmiyor, onları birazcık olsun insafa sevketmiyor. Tam tersine inançlı olanı da olmayanı gibi yırtıcılıkta sınır tanımıyor. Daha bir vahşileşiyor: ‘Bu (masum) insanların katli caizdir. Bunlar yok edilinceye kadar peşlerinde olacağız.’ diyor.
“Biz de kudretimizin ayrı ayrı delilleri olarak onların üzerine tufan gönderdik, çekirgeler gönderdik, haşerat gönderdik, kurbağalar gönderdik, kan gönderdik. Yine de inat edip büyüklük tasladılar ve suçlu bir topluluk oldular.” (Araf Suresi 133, Suat Yıldırım meali)
Hiç düşünmez misiniz, okuduğu risaleler gırtlağından aşağıya inmeyenler; bebeğe bile terörist diyen menfaatçiler; dili lal kesilmiş aveneler; mümin kardeşine zarar gelmesini dört gözle bekleyen hasetçiler… nasıl bir kalp ile Kabe’ye yöneliyorsunuz? Gönlü kırık bir masumun arşı ihtizaza getirmesinden korkmuyor musunuz? Onun için mi masumlara bu kadar kayıtsızca diş biliyorsunuz? Sırtlanları utandıracak bir yırtıcılıkla saldırıyorsunuz! O’nun için mi bir papağana verdiğiniz şefkati bir bebeğe fazla buluyorsunuz.
Bir avuç samimi Hizmet sevdalısı bugün yalnızca küçük bir tahribatı ve küçük bir haneyi tamir etmiyor. Belki büyük bir tahribatı ve İslamiyet’i içine alan dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir kaleyi tamir ediyor. Bunu engellediğinizi idrak etmiyor musunuz? “Düşünün de ibret alın.” (Haşr, 59/2)
“Te’vîl-i ehâdîs” denilen hadiselerin bir dili var. Demek İslam aleminde çok büyük günahlar işleniyor ki bundan dolayı da kıblemiz olan Kabe haşeratla kuşatılmış. Biz kendi safımızdaki hatalarımıza bakacağız. Kendi halkamızdan başlayarak her tarafı düzeltmeye çalışacağız.
Bugün bütün mü’minlere bazı vazifeler düşmekte ve herkes kötülüklere engel olma hususunda cehd ü gayret gösterme sorumluluğuyla karşı karşıya bulunmaktadır. Zira, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ) “Sizden biriniz bir kötülük gördüğü zaman onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse, diliyle onun çirkin olduğunu söylesin ve kötülüğün önüne geçsin. Buna da gücü yetmezse, hiç olmazsa, o işin kötülüğünü vicdanında duyup müteessir olsun; çünkü bu sonuncusu, imanın en zayıf derecesidir.” buyurmuştur.
Kadını erkeğiyle, genci ihtiyarıyla, evvela kendimize bakmalı, muhasebemizi yapmalı, problemi kendimizde bilmeli. ‘Ben düzelirsem bütün alem düzelir!’ demeli. Sonra yaşayışımız ile kötülüğe ve zulme mani olmaya çalışmalıyız. Bazen bir televizyon ekranında, kimi zaman bir gazete köşesinde, bir başka sefer de bir İnternet sayfasında duygularımızı, düşüncelerinizi aktarmalı ve fırsatını yakaladığımız her platformda hakikati dile getirmeliyiz. Tatlı bir dille ve yumuşak bir üslûpla art niyetimizin olmadığını bütün samimiyetimizle ortaya koymalıyız.
Şayet zulme uğrayan kimselere karşı gerçekten alâka duyuyorsak, o zaman elle ve dille o kötülüğü engellemeye çalışmanın yanı sıra mutlaka Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeli ve dua dua yalvarmalıyız. Eğer, işittiğimiz hıçkırıkların gönlümüze bir kor gibi düştüğünü hissediyor ve ölen her insanla beraber bir kez daha ölüyormuş gibi ızdırap çekiyorsak, o halde kendi acz ve zaafımızın idraki içinde gücü her şeye yeten Kudreti Sonsuz’a yönelmeli ve O’na içimizi dökmeliyiz.
Çünkü bizim sesimizi işiten, kudret eli her şeye yetişen bir Rabbimiz var. Her tarafta farklı bahaneler ileri sürerek insanları ezen ve cinayetler işleyen zâlimlerin hakkından gelmesini ve tuzaklarını kendi başlarına geçirmesini de yine O’ndan dilemeliyiz:
- Ey çaresizler çaresi! Sebeplerin sukût ettiği, yığınların çaresizlik içinde kâh sağa, kâh sola toslayıp durduğu şu karanlık günlerde, zulmet zulmet içinde kıvrananlara nezdinden bir ışık gönder.. sonsuz kudretinle bütün zulüm ve haksızlık ateşlerine bir su serp.. şeytanın ocaklarını söndür ve iblislerin boyunlarına çözemeyecekleri tasmalar geçir. Allahım, Sana ve dinine düşmanca davranmak suretiyle kendilerine yazık edenlerin kalblerini de imana, İslam’a, ihsana aç. Fakat, şayet muradın bu değilse, onların buna liyakat ve istidatları yoksa, bütün bütün gayz, kin, nefret ve düşmanlığa kilitlenmişlerse, onların haklarından gel; şerîrlerin şerlerinden bütün mü’minleri muhafaza eyle!..