SAFVET SENİH - SAMANYOLUHABER.COM
Sinsî düşmanımız, sağdan-soldan, önden-arkadan altan-üstün, içten-dıştan saldırarak, moral bozmak ümitsizliğe sevketmek için elinden geleni arkaya koymaz. Üstad Hazretleri, Mesnevi-i Nuriye’de, Zühre Risalesinin bir ikazında diyor ki: “Ey kalbim! Şeytan, başkalarının elindeki nimetleri nihayetsiz derecede çok göstererek seni yanıltmak ve sana ihsan ve ikram edilmiş olan nimetlerin kıymetini düşürmek ister. Öyle bir durumda sen kendi ihtiyacına, kendine, aczine, nimetteki hikmete ve kasdî olan ihsana-ikrama; kudret, ilim ve irade tecellilerinin sonsuzluğuna; senin vücudunun gayelerine, onun Esma-i Hüsnâ sahibi olan Mâlik ve Hakikî Sahibine ait neticelerine bak.”
Hem de, iki saadet bir arada olmaz. Dünya ve âhiret saadetleri hep birlikte yaşanmaz. Ama dünyanın bin senelik zevkli hayatı, Cennetin bir saati kadar değildir. İşte öyle keyfiyetli, elit bir hayat. Onun için hadis-i şerifte, “Dünyanın Cenab-ı Hakkın yanında bir sinek kanadı kadar kıymeti olsaydı, kâfirler bir yudum suyu ondan içmeyeceklerdi.” (Buhari, Müslim) buyuruluyor. Evet bekâ âlemi olan Cennetten bir sinek kanadı kadar nur, madem ebedîdir, yeryüzünü dolduracak muvakkat ve fâni bir nurdan daha çoktur…
Onun için Efendimiz (S.A.S.) “Âhiret bizim olsun da, varsın dünya onların olsun.” buyurmuştur.
Hem biz şu dünyanın ölçü ve tartılarıyla âhirete ait şeyleri tam tartıp anlayamayız: Üstad Bediüzzaman Hazretleri “Kim ‘Elhamdülillah Rabbi’s-semâvat-i ve’l-arazîn… Rabbi’l-âlemine vele hü’l-kibriyâü fi’s-semâvâti ve’l-arzı ve Hüve’l-azîzü’l-hakîm. Elhamdü lillâhi Rabbi’s-semâvâtı ve Rabbi’l-arazine Rabbi’l-âlemin. Ve le hü’l-azametü fi’s-semâvâti ve’l-arzı ve Hüve’l-azîzü’l-Hakîm. Ve le hü’l-mülkü Rabbü’s-semâvâti ve Hüve’l-Azîzü’l-Hakîm” duasını okursa, ona Musa ve Harun’un sevabı kadar sevap vardır.” (Deylemi, Teberanî) buyuruluyor. Hakikatı şudur ki: Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun Aleyhisselamın sevaplarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, ebedî saadette nihayetsiz ihtiyaç içinde bir kuluna bir tek virde (zikre) mukabil vereceği sevap hakikatı, o iki Zâtın sevaplarına –fakat ilim dairemize ve tahminimize giren sevaplarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevî, vahşî bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdut fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hatta bizde saf dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: ‘Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.’ Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette zannediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farz ediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: ‘Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar bir rütbe vereceğim.’ O söz hakikattır. Çünkü padişahlık haşmetinden onun dar fikir dairesine giren ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir (büyüklük, heybet ve azamettir).
“İşte dünya nazarıyla, dar fikrimizle âhirete yönelik sevap hakikatlarını o bedevî adam kadar da düşünemiyoruz. Hz. Musa Aleyhisselam ve Harun Aleyhisselamın mechülümüz olan hakikî sevapları ile muvazene ve mukayese değil –çünkü, teşbih kâidesi, meçhulü mâlûma kıyas eder- belki mukayese edilen ve mâlûmumuz olan ve tahminimize giren sevaplarıyla, mümin bir kulun bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır.
“Hem de, deniz yüzü ile katrenin göz bebeği Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark keyfiyettedir. Hz. Musa Aleyhisselam ve Harun Aleyhisselamın deniz gibi olan ruh aynalarına yansıyan sevabın mahiyeti, bir damla hükmünde mimin bir kulun bir âyetten aldığı sevabın mahiyetinin aynısıdır. Mahiyetçe, kemiyetçe birdirler. Keyfiyet, kalite ise kabiliyete tâbîdir. Hem bazan olur ki, bir tek kelime, bir tek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki; altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı haller oluyor ki, bir tek âyet Kur’an kadar fayda verebilir. Hem İSM-İ ÂZAM’a mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhisselamın bir âyette mazhar olduğu İlahî feyiz, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Hz. Peygamber Efendimizin (S.A.S.) geriye bıraktığı muazzam mânevî mirasın gölgesine mazhar bir mümin, kendi kabiliyeti itibariyle kemiyetçe bir peygamberin feyzi kadar sevap alıyor denilse, hakikata ters olamaz.”
Bir de azgınların, kibirle ve zulümle köpürüp kabararak dolaşanların durumu, moral bozmamalıdır. Bu hususta Kur’an-ı Kerim’de şöyle bir temsil getirilmiştir:
“O gökten yağmur indirir ve vâdiler, dereler kendi ölçülerince dolup sel olur akar. Sel, suların üstünde kabaran köpüğü alıp götürür. İnsanların ziynet veya bazı eşyalar yapmak için ateşte erittikleri madenlerin de köpüğü olur. İşte Allah, hak ile bâtılı böyle bir temsil ile anlatır: Köpük yok olup gider, insanlara faydası olan cevher kısmı ise dipte kalır. Allah işte böylece misaller verir. Rablerinin çağrısına icabet edenlere en güzel mükâfat, cennet vardır. Fakat O’nun davetini kabul etmeyenlere gelince şayet dünyada olan şeylerin hepsi de onların bir misli daha kendilerinin olsaydı, kurtulmaları için FİDYE olarak hepsini verirlerdi. İşte bunlar çetin bir hesaba maruz kalacaklardır. Onların kalacakları yer cehennem olacaktır. Orası ne kötü bir yerleşim yeridir.” (Ra’d Suresi, 13/17-18)
Yolumuzu ve tercihimizi iyi seçelim…