Özellikle iki asır öncesinden itibaren geçerliliğini kaybetmiş olarak görülen ve çağ dışı diye lanse edildiğinden ötürü kurallarının hükümsüz kaldığı kanaati pekişmekte olan dinimizin bu azim sorununu Bediüzzaman Hazretleri, “İslamiyet insaniyet-i kübradır” tespit ve tahkimi le bir çırpıda çözüverdi. (İşârâtü’l-İ’caz)” ifadeleriyle anlatmıştır.
Bir dinin, mezhebin veya ideolojinin en büyük sorunu, geçerliliğini yitirmesidir. Geçerliliğini yitirmek, ölmek ve yok olmak anlamına gelir. Bu durumun farkında olan din düşmanları, bir dini veya ideolojiyi öldürmek istediklerinde, onun geçersizliğini iddia eder ve çağımızın insanına artık hitap etmediğini ispat veya propaganda yoluna giderler. “Eskilerin masalları bunlar” ne demektir? Diğer taraftan dinimizin tam zıddı olan görüşleri de sırf bu nedenle çağdaş medeniyet olarak görmek, daha baştan şuuraltı olarak Allah'ın ebedi saadet ve mutluluğumuz için gönderdiği İslamiyet'e kast etmekle aynı anlama gelir.
Evet, bir görüşü veya dini tek tek ele alarak çürütmektense, onların artık geçersizleştiğini ve zamanımıza hitap etmediğini anlatıp halkı ikna etmek, çok daha profesyonel bir mücadele şeklidir. Bu bakımdan dinin yayılmasından rahatsız olanlar halkın adet ve alışkanlıkları açısından rahatsız olacakları emir ve yasaklarını öne çıkarırlar. Zira çağdışılık daha çok o toplumun adet, gelenek ve yaşam biçimine ters düşmekle alakalıdır. Hemen her toplum, kendi yaşam biçimine uymayan dine dayalı tutum ve davranışları çağ dışı kalmış olarak görme eğilimindedir.
Dinin sevilip benimsenmesi için mücadele edenler de o toplumun ihtiyacına cevap vereceği yönlerini öne çıkarıp takdim ederler. “Yessirû velâ tuassiru”yu böyle anlamak gerekir. 10. asırda Bulgar Müslümanlarının Rus Çarı Vladimir'e Müslümanlık teklif ettiklerinde, halkının içki ve şarap yasağına uyamayacağını düşünen Çar, bu teklifi reddetti. Rus Çarı büyük bir ihtimalle, “Bu asırda içkisiz yaşam mı olurmuş kardeşim” diye düşünmüş olmalıdır.
Günümüzde ve gelecekte dahi dinimizin nasıl bir geçer akçe olduğu üzerinde durmamız gerekir. Dinimiz öyle bir geçer akçe ki; insanlığa yaptığı katkı itibarıyla gelecekte beşer onun sunduğu prensiplere daha çok muhtaç olacak ve hele ki öldükten sonra dinimizin prensiplerine bağlı olmadan kabrin karanlıklarında yürümek mümkün olmayacaktır. Yani öldükten sonra dahi dine olan ihtiyaç azalmayacak, bilakis artacaktır. Öldükten sonra da dinimiz geçerliliğini korumaya şiddetle devam edecektir. Her insanın ihtiyacı olan dinimize ait doğru yaklaşımlar sergilendiğinde, dinimizin talipleri fevç fevç İslamiyet'e dahil olacaktır.
Evet, işin garip tarafı, insanlığın muhtaç olduğu zaruretler ise, İslamiyet'in cihat kısmındadır. Çünkü özellikle oryantalistler Meryem Cemile’nin “Cihat” adlı kitabında da işlediği gibi, cihadı zamanı geçmiş geçerliliğini kaybetmiş bir uygulama olarak gösterme eğilimdedirler. Oryantalistlerin dinimizi cihattan ve onu teşvik eden ayetlerden arındırma eğiliminde olduklarını söylersek yanlış bir tespit yapmış olmayız. Rönesans’ta Hristiyanlığı Avrupalıların kiliselere hapsettikleri gibi İslamiyet'i de camilere ve sınırlı-görevli bazı teşkilatlara hapsetmenin önünde en büyük engel, her inananın sorumluluk alanının içine giren İslamiyet'in cihat ve tebliğ özelliğidir.
Halbuki dinimizin ölmezliği ve daima geçer akçe olma vasfı, cihadın içinde ve mahiyetinde saklıdır. Cihadı terk etmek veya olmadığını iddia etmek demek, dinimizin mahiyetini yani içini boşaltmak demektir. Sadece savaş etmek olarak yanlış algılanan cihat olmazsa, dinimizin içinin boşaldığını iddia etmek bazılarımıza fazladan bir iddia gibi gelebilir. Fakat cihadın ne olduğu üzerinde durursak, konuyu dahi iyi anlama şansına sahip olabiliriz. Cihat nedir o zaman?
Cihadın ne olduğunu Sahib–i Cihat’tan öğrenelim: Peygamberimiz (sav) bir savaştan dönerken, “Küçük cihattan büyük cihada dönüyoruz” dedi. Bu duruma Sahabe Efendilerimiz taaccüp ettiler. Çünkü döndükleri savaş küçük cihatsa, demek daha büyük bir savaşa söz konusuydu. Sordular: “Büyük cihad nedir?”
Peygamberimiz de (sav):
“Nefis ile olan cihaddır” dedi. (Keşfü’l -Hafa, 1 /511)
Nefisle mücadele nedir o zaman? Bu açıklamayı da Zamanın Sözcüsü’nden dinleyelim:
“Küçük cihad dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzuda mükellefin bekleneni eda etmesidir. Büyük cihat ise kin, nefret, hased, enaniyet gurur, kibir ve fahir gibi nefis mekanizmasına ait ne kadar yıkıcı, tahrip edici ve insani kemalattan alıkoyucu duygu ve düşünce varsa bütününe karşı birden kavga ilan etmedir ki hakikaten zor ve çetin bir cihattır. Bu sebeple de ona “büyük cihad” denmiştir.” (Fethullah Gülen, İlayi Kelimetullah ve Cihad)
Yani büyük cihadı esas alarak kin, nefret, haset, enaniyet, gurur ve kibir gibi tahrip edici duygulardan uzak olup nefsini terbiye eden insan, hakiki insanlık veya insan-ı kamil mertebesine çıkmış demektir. Demek ki günümüzün modern tabiri ile “moral değerleri” kalplerde ve gönüllerde ikame etmenin adı dinimizde büyük cihadın konusudur. Bu isimle tesmiye edilmiştir. Bu nedenle insani değerler adına mücadele etmek, büyük cihat etmekle eş değerdir, aynı anlama gelir. Ayrıca büyük cihadın konusu olan “insani değerleri” ikame etme mücadelesi bir anlamda “ahlakı yayma” ve “moral değerleri” ikame etme davasıdır.
Şimdi insanlık endeksli bir medeniyet kurmayı en yüksek bir ideal gören günümüz modern insanı için insanı insanlığından uzaklaştıran kötü yanlarından mücadele anlamına gelen “büyük cihada” ne derece muhtaç olduğunu, olduğumuzu varın siz kıyas edin. Şimdi insana insanlığını kazandırmayı “büyük cihat” olarak gören bir din eskir mi, çağın dışında kalır da onu zaman eskitebilir mi? Asla ve kat’a!
Evet, İslamiyet insaniyet–i kübradır. İnsanlık kendini başka değil ancak İslamiyet'te bulacaktır.