DR. ERGUN ÇAPAN
İman, aktif ümit ve kararlılık insanın gerek seviyeli performans ortaya koymasında ve gerekse de bela ve musibetler karşısında devrilmeden yoluna devam etmesinde hayatî öneme sahip dinamiklerdir. Her şeyden önce bir insanın ümidi inancı ile doğru orantılıdır. İnişli-çıkışlı hayat yolculuğunda bela ve musibetler karşısında pes etmeden yola devam etmek büyük ölçüde aktif ümit ve manevi değerlerle beslenerek sağlam bir duruştan geçer. Aksi takdirde umudun yitirilip ye’se düşülmesi ve taksit taksit ölüm sürecine girilmesi söz konusudur.
Yaşanılan olaylar değişik kriter ve perspektiflerden değerlendirilebilir. Bir Müslümanın yaşadığı olayları okuma, değerlendirme ve ona göre tavır belirlemede ölçüsü Kur’an, Sünnet ve bu iki semavi kaynak merkezli yaklaşımlardır. Dünya bir imtihan yeridir. Allah, insanı hayır ve şer; korku, açlık, makam, bela, musibet gibi pek çok argümanlarla imtihan etmektedir. (Enbiya, 21/35; A’raf, 7/168)
Olayları sadece dış yüzleriyle değerlendirmek eksik ve yanlış bir yaklaşımdır. Zira dışı yüzü eksi ama neticesi hayırla noktalanan pek çok olay vardır. İnsan kendi hayatına bu gözle baksa sayısız örneği görür. Tabii bütün bunlarda sebeplere riayet ederek Allah’ın lütuf ve ihsanlarını beklemek aktif ümittir. Sebepleri yerine getirmeden, iradenin hakkını vermeden ümitlenmek ise pasif bir bekleyiştir. Peygamberimiz (s.a.s.) şartlara göre sebeplere riayet etmenin gerekliliğini; yerinde zırh giyerek, yerinde hendek kazarak örnekleriyle göstermiştir. O, bir yandan sabır tavsiye etmenin yanında diğer taraftan hep ümit vermiştir. Zira Yüce Mesajımız Allah’ın rahmetinden ümit kesmenin inkar edenlerin bir vasfı olduğunu bu itibarla müminin yese düşmemesi gerektiğini emretmektedir. (Yusuf, 12/87)
Ümitli olmanın en önemli sebebi, gidilen yolun doğruluğudur. Allah’ın rızasını kazanmak için kulluk sergileyen, meşru yollarla inandığı değerlerle insanları buluşturmak için eğitim ve kültür faaliyetleri, toplumun yaralarını sarma, evrensel insani değerlerin tesisi ve muhafazası gibi şartlara göre hizmet edenler kazanma kuşağında oldukları için ümitlidirler. Zira Yüce Mevlâ onların bu yolda korku, açlık, hayatın karartılması, sürgün, mal ve mülke çökülmesi gibi imtihanlara sabretmeleri karşısında tas tamam mükafat vereceğini bildirmiştir. (Bakara, 2/155; Zümer, 39/10)
Dolayısıyla kazanan onlardır. Ve bundan dolayı da ümitlidirler ve ümitli olmaları aynı zamanda onların inandığı değerlere saygılarının bir ifadesidir. Bu itibarla samimi mü’minlerin zulmün paletleri altında ezilirken bile Akif’in ifadesiyle- Allah’a inanmış, sa’ye sarılmış ve hikmete râm olmuşlarsa ümitsizliğe düşmemeleri gerekir. Zira endişe etmeye, korkmaya ve ümitlerini kaybetmeye başladıklarında beraber yürüdüğü insanlarda paniğe, fikir dağınıklığına ve tereddüde sebebiyet verebilirler. Sonrasında da kaymalar ve dökülmeler başlar.
Diğer taraftan her türlü yalanı, talanı, gaspı, hak ve hukuka çökmeyi, günah ve haramı meşru gören despotların, zalimlerin, gaddarların, milletin malına çökerek zulüm saltanatı kuranların bir müddet ultra konforlu hayat yaşamaları kazanma değil hüsrandır. Asıl kaybedecek olanlar dalalete sapan, her türlü dini değeri dünyevi saltanat ve imkanlar devşirmek için tepe tepe suistimal ederek insanların malına, ırzına, namusuna çöken münafıklar, inkar edenler ve zalimlerdir.
Onlar dünyadaki şekli ve geçici başarılarına aldansalar ve değişik komplolarla dünyada üstünlük elde etseler de neticede burada da ötede de ıstıraptan kurtulamayacak ve kayıp üstüne kayıp yaşayacaklardır. Allah, onların dünyadaki bu beraberliklerini cehennemde devam ettirecektir: “Şüphe yok ki Allah münâfıkları da, kâfirleri de cehennemde bir araya getirecektir.” (Nisa, 4/140) bu itibarla esas yeis kabusu yaşaması gereken onlardır.
Tahammül sınırlarını aşan zulümler karşısında sarsılmak insan tabiatının bir refleksidir. Ne var ki gerçekten inanan bir insan sarsılsa da devrilmez. Maddî-manevi immün sistemi güçlenir. Haram ve zulüm saltanı kurmak ve devam ettirmek için her türlü dini değeri suistimal eden paspas gibi kullanan münafık ise bir devrildi mi bir daha doğrulamaz. Peygamberimiz (s.a.s.) bu gerçeği metaforik bir anlatımla şu şekilde seslendirmiştir: “Mü’minin misali ekin gibidir. Ekini rüzgâr sallar durur. Mü’min de sürekli bela ve musibetlere maruz kalır. Münafık ise sarsılmaz (gibi duran) ‘erze’ (çam/sedir) ağacı gibidir. O, bir kere sarsıldığında kökünden sökülür, bir daha da doğrulamaz.” (Müslim, sıfatü’l-münâfikîn 58)
Hadiste bildirildiği üzere rüzgâr, ekini bir o yana, bir bu yana sallar durur. Dolayısıyla ekin yere doğru yatar ama rüzgâr, fırtına dindiğinde daha da güçlenmiş olarak tekrar ayağa kalkar. İşte mü’min de bela ve musibetlerle sürekli ırgalanır, değişik imtihanlara maruz kalır ama o, bütün bunlar karşısında, sarsılsa bile Allah’ın (c.c.) izni ve inayetiyle, asla devrilmez. Sarsılmaz gibi görünen çam/sedir ağacına benzeyen münafık ise çalımlı çalımlı salınıp hiç devrilmez zannedildiği anda şiddetli bir rüzgâra maruz kalınca öyle bir devrilir ki, bir daha ayağa kalkamaz.
Müminin aktif ümit sahibi olması gerektiğini bildiren bir diğer hadiste şu şekildedir: “Mü’minin durumu şayan-ı takdir ve şaşırtıcıdır! Zira her hali onun için bir hayırdır. Bu durum sadece mü’mine hastır, başkasına değil: Memnun olacağı bir şeye mazhar olsa şükreder ve bu onun için hayır olur. Onu dağidar edecek bir duruma maruz kalırsa da sabreder, bu da onun için hayır olur.” (Müslim, zühd 64)
Görüldüğü üzere gaybın son habercisi Allah Resulü, bela ve musibetlerin bile mü’min hakkında nasıl bir hayra dönüşeceğini ifade buyurmuştur. Bu itibarla her hâlükârda kazançlı çıkma ve ümitli olma yolları mümine açıktır. Tabii bunun olmazsa olmaz şartı da Allah ve hadiseler karşısında “mü’min duruşu”nun korunmasıdır.
Zulmün paletleri altında ezilen, hayatları karartılan insanların sebepler açısından demokratik yollardan bir çıkış, bir kurtuluş beklerken umutlarının çalınması onları ye’se ve karamsarlığa atmamalıdır. Zira Allah, hakîmdir. İnanmış bir insan, mânen yükselmesi, saflaşıp özüne ermesi, kötülüklerle mücadelede metafizik geriliminin sürekli canlı tutulması, immün sisteminin güçlenmesi Allah’tan başkasına bel bağlanmaması, münkir, münafık ve zalimlerin gerçek yüzünün ortaya çıkması gibi dünya ve ahiret perspektifli bildiğimiz/bilemediğimiz nice hikmetlere binaen bu dünyada sürekli imtihanlara maruz kalır. Nitekim, Yüce Mesaj’da bu çok hayatî inanç ve bakış açısı şu şekilde ifade edilmiştir: “De ki: “Allah, bizim hakkımızda ne takdir etmiş, ne yazmışsa başımıza ancak o gelir. Mevlam’ız, sahibimiz O’dur. Onun için müminler yalnızca Allah'a tevekkül etsinler” (Tevbe, 9/51)
Allame Hamdi Yazır’ın bu ayetin verdiği mesaj ile ilgili yorumunu özetle vermenin faydalı olacağı kanaatindeyiz; Allah'ın bizim için takdir ettiğinden başkası başımıza gelmez. Acı tatlı başımıza her ne gelirse hepsi Allah'ın yazdığıdır. O da sonuç olarak mutlaka lehimize olup dünya veya ahiret bizim menfaatimiz ve hayrımız içindir. Zira Allah, bizim mevlamız, sahibimiz, yardımcımız ve veliyy-i umurumuzdur. Üzerimizdeki bütün tasarruf ve velayet O'nundur. O nasıl dilerse öyle yapar, istediğini yapmak O'nun hakkıdır. O, ne yaparsa hakkımızda hayırlısını yapar. O bize hayatımızda ve ölümümüzden sonra kendimizden daha önceliklidir. İşte bundan ötürü müminler yalnızca Allah'a tevekkül etmeli, bütün güç ve kudretin ancak O'na ait olduğunu bilmeli, yalnızca O'na bel bağlayıp ve her hususta sadece O'na güvenmelidirler. Allah’ın emrine ve takdirine gönül hoşluğu ile teslimiyet gösterip gereğince kulluk görevlerini yerine getirmeye özen göstermelidirler. Allah'a ne kadar tevekkül edilir, güven duyulursa, iyi bilinmelidir ki O, daha da fazlasına layıktır. Ve O'ndan başka tevekkül edilecek, bel bağlanacak, gücüne sığınılacak hiç bir merci yoktur. Çünkü Yüce Allah'ın güç ve kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur.
Konuyu Hocaefendi’nin şu sözleriyle noktalamak istiyoruz: “Yeis, yol kesen bir gulyabanî, acz ve çaresizlik düşüncesi ise ruhu öldüren birer hastalıktır. Şanlı geçmişimizde yol alanlar, hep imanla, ümitle yol almışlardır.” (Örnekleri Kendinden Bir Hareket, “İnanan Sarsılsa da Devrilmez”)