Genelkurmay Eski Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, Yargıtay 16. Ceza Dairesi'nde dün başlayan 274 sanıklı Ergenekon davasının temyiz inceleme duruşması bugün de sürüyor. İkinci günde ilk savunmayı yapan İlker Başbuğ, "Türkiye bu halde iken, bugün ben neden Yargıtay'dayım?" diye sordu.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi'ndeki temyiz duruşmasının görüşülmesine dün başlanmıştı. Temyiz duruşmasının ilk savunmasını Vatan Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek verdi. İlk duruşmada 7 kişi ifade verdi. Dünkü savunmada son savunmayı Alparslan Arslan'ın avukatı yaparak müvekkili için tahliye kararı istemişti.
Bugün devam eden duruşmada ilk savunmayı eski Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ yaptı. Başbuğ ifadesi sonrasında gazetecilere kısa bir açıklamada bulundu. Gösterilen ilgiye teşekkür eden Başbuğ, "Üç saate yakın konuşma yaptım. Her şeyi konuştum, her şeyi anlattım. Orada söylediklerime ilave edeceğim tek kelime yoktur. Hatta burada edeceğim tek kelime, içeride konuştuklarıma zarar verir." ifadesini kullandı.
Başbuğ'un kızı ve oğlu da salondaki dinleyiciler arasında bulundu.
İlker Başbuğ'un, Ergenekon davasının temyiz incelemesi için verdiği 33 sayfalık ifadede şu satırlar yer aldı:
"Dün akşam, bu sabah burada yapacağım konuşmanın metni üzerinde çalışırken, daha önce de düşündüğüm bazı sorular, yine aklıma takıldı. Bu sorulara doğru dürüst cevaplarda bulamadım. İlk önce bunları sizinle paylaşmak istiyorum:
-Bugün 7 Ekim 2015. Türkiye'nin içinde bulunduğu durum nedir?
PKK terör örgütünün eylemleri, Suruç saldırısından hemen sonra beklenmedik şekilde başladı. Daha önce yaşanmamış seviyede devam ediyor. Her gün şehitler veriyoruz. Yüreğimiz yanıyor. Şehit haberlerini takip bile edemiyoruz.
Güneydoğudaki bazı yerleşim yerlerine ilişkin medyaya yansıyan görüntüler vahim ve endişe verici.
Suriye hududunda Türk uçakları ile Rus uçakları burun buruna geliyor.
Türkiye bu halde iken, bu gün ben neden Yargıtay'dayım?
Türkiye ve bizler acaba enerjimizi yanlış yerlerde mi harcıyoruz?
Burada ne yapacağım, ne konuşacağım?
-Özel Yetkili Mahkemelerde başlayan ve sonuçlanan bazı davaların, yerel mahkemelerde yeniden yargılanmaları sürüyor. Bazı davalar ise Yargıtay'da temyiz aşamasında.
Bu sürece olağan bir süreç olarak bakabilir miyiz?
Rutin bir yargılama süreci içinde olduğumuzu kabul edebilir miyiz?
Elbette ki, hayır.
BU SAVCILAR KİM
Neden?
Bu davaların iddianamelerini hangi savcılar hazırladı?
Görevlerinden uzaklaştırılan, suç örgütleri ile ilişkili oldukları ileri sürülen, kimi şuanda tutuklu olan, kimi de yurtdışına kaçan savcılar bu iddianameleri hazırladılar.
İddianameleri hazırlayan bu savcılar kimdir?
145 Osmanlı yöneticisi yargılanmak üzere Malta'ya gönderildi. Soruşturmayı yürüten İngiltere Kraliyet Başsavcılığı; 29 Temmuz 1921 tarihinde, Malta'ya gönderilen Türklerin "eldeki kanıtlarla" yargılanıp cezalandırılamayacağına karar verdi.
Üzülerek söylüyorum; bu iddianameleri hazırlayan kendi ülkemizdeki bu savcılar, bir düşman ülkenin savcısı kadar bile adil olamadılar.
Özel Yetkili Mahkemeler ise bu kararlara imza atan mahkemelerdir.
Bu mahkemeler AYM'nin ihlal kararlarının üzerine alelacele kapatılan mahkemelerdir.
Bu mahkemeler neden kapatıldı?
Görevleri bittiği için mi? Yoksa işledikleri hukuk cinayetleri ayyuka çıktığı için mi?
Bu mahkemelerin hakimlerine ne oldu?
Bazıları görevlerinden uzaklaştırıldı, bazıları suç örgütü içine sokuldu, bazıları da tutuklandı. Bu savcıların ve hakimlerin aldıkları kararların hukuk değeri taşıdığını söyleyebilir miyiz?
Bu iddianameler ve kararlar üzerinden hareket ederek, davaların yeniden yargılanmasını veya temyizini yapmak ne kadar adil ve doğru bir durumdur?
Türkiye ve 16. Ceza Dairesi olarak sizler bir ilkle karşı karşıyasınız. Böyle bir durum Türkiye'de daha önce yaşanmadı.
Bu duruma olağan ve rutin olarak bakılması mümkün müdür? Hayır. O zaman biz burada ne konuşacağız?
16. Ceza Dairesi olarak, bir ilkle ve aynı zamanda tarihi sorumluluklarla karşı karşıyasınız. Sizlerin; bu tarihi sorumluluktan başarı ile çıkacağınıza ilişkin inancımı korumak istiyorum.
-Yaşanılan bu sürecin olağanüstü olduğuna dair diğer bir soruya da değinmeden geçemeyeceğim. 2011 yılı başlarında, bir savcı hazırladığı iddianame ile bizim müebbet hapisle cezalandırılmamızı talep etti. 13. Ağır Ceza Mahkemesi de bu talep çerçevesinde bize bu cezayı verdi. Dün, burada, verilen cezalar tekrar okundu.
Neredeyse daha dört yıl geçmeden; bu sefer aynı adliyedeki bir Cumhuriyet Savcısı; aynı konuya 25 Aralık İddianamesinde yer verdi. Bu bölümü burada okumak istiyorum:
"2007 yılında Ümraniye'de bir gecekonduda bulunan el bombalarından yola çıkılarak hazırlanan Ergenekon terör örgütü dosyası o kadar genişletilmişti ki, cemaat muhalifi olan herkes bir şekilde bu örgütün üyesi olmakla karşı karşıya kalıyordu. 14 Nisan 2009 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti'nin 26. Genel Kurmay Başkanı olan İlker Başbuğ kamuoyuna bir açıklama yapmıştır. Bu açıklamada 'Bazı Cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmektedirler. Hedeflerine ulaşmada, kendilerine büyük engel olarak TSK'yı görmektedirler. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında TSK'nın tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük bir yanılgıdır.' İlker Başbuğ bu açıklamayı yapmakla cemaatin hedefine girmiştir. Artık kurtuluşu yoktur. Kum saati dönmeye başlamıştır. Pensilvanya'da kalemi kırılmıştır. Süreç işlemeye başlar. Bir şekilde müritler onun icabına bakacaklardır. Tarihi fırsatlar gözetilir. Bir yandan da orduya yerleşilmektedir. İlker Başbuğ'un bu açıklaması orduda cemaate rahat verilmeyeceğinin işaretleridir ve bu engel bir şekilde aşılmalıdır. Paralel cuntanın yargı ayağı faaliyete geçer ve sudan bir sebeple internet andıcı davası adı altında genel kurmay başkanlığı yapmış bir kişi Terör örgütü yöneticiliğinden ve hükümeti düşürmeye teşebbüs suçundan TCK 314/1 ve 312/1 maddeleri gereğince 06/01/2012 tarihinde tutuklanır. Konu hükümet aleyhine kara propaganda yapıldığı iddia edilen internet sitelerinin kurulmasına İlker Başbuğ'un önderlik ettiği hususudur. Bu gün Fetö terör örgütü liderinin güdümündeki internet sitelerinin devlet başkanını, hükümet üyelerini, yargı mensuplarının alenen tehdit etmeleri ve bunu basın özgürlüğü adına yapmaları, nereden nereye geldiğimizin göstergesidir. İlk pervasızlık buradan başlamıştır. Artık cemaat yargı yoluyla her türlü hukuksuzluğu yapabileceğini görmüştür. Özel yetkili mahkemelerdeki hakim ve savcılar yoluyla dilediği kişiyi infaz edebileceğini anlamıştır.
Cemaatin karşısında yer almak neredeyse imkansız gibi idi. Güç sarhoşu olan cemaat ilk büyük infazını İlker Başbuğu tutuklayarak yapmıştır. Toplumun nabzı ölçülmüş, sol kesimler hariç yeterli tepki yoktur, hatta sağ kesimlerden hükümete karşı bir oluşum içerisinde olan bir ordu ve komutanı şeklinde bir suçlama gündeme getirildiği için destek görmüştür. Cemaat süreci iyi okumuştur. Kendi lehine değerlendirmiştir." Şimdi, bugün biz burada ne söyleyeceğiz, ne yapacağız?
SORUMLULUĞUM ŞEHİTLERE KARŞI
Aslında, bu sözlerden sonra benim konuşmamı sonlandırmam, başka söz söylememem lazım. İşte burada çok düşündüm. Nasıl hareket etmeliyim?
Ben, Türkiye'nin 26. Genelkurmay Başkanıyım. Emekli olmuş olsam da bazı sorumlulukları hala taşımaktayım. Birinci sorumluluğum; bu süreçte hayatlarını kaybedenlere yani bu davaların şehitlerine karşıdır. İkinci sorumluluğum; bu davalar süresince özellikle Beşiktaş Adliyesinde ifade verirken, kendilerini kendi topraklarımızda, yani Türk topraklarında; "yabancı bir ordunun askeri gibi" hisseden, bu acıyı yaşayan, arkadaşlarıma karşıdır. Bu acıyı kimse unutturamaz. 11 Şubat 2011 günü Silivri'de Balyoz Davası duruşması sonunda yaşatılan acıyı da kimse hafızalarımızdan silemez.
Üçüncü sorumluluğum; tarihe karşıdır. Belki bugün Türkiye'nin ve Türk Milletinin bu davalar karşısında yorulduğunu söylesek, pek yanlış olmaz. Ama, ileride mutlaka birileri bu dönemin tarihini sebep ve sonuç ilişkilerine dayanarak yazacaklardır. İşte onlara yardımcı olmayı da bir görev olarak kabul ediyorum.
Dördüncü sorumluluğum ise; TSK'ne karşı yapılan bu komploların planlayıcı ve icracılarının yakalanıp, ortaya çıkarılıp, adil şekilde yargılanmalarını sağlamaktır. Bu olmadan, bu davalar, bu süreç bitmez. Bu nedenle, olayların büyük bir kısmını bire bir yaşayan birisi olarak bu komplolara ilişkin değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmak mecburiyetindeyim.
Sayın Başkan, Sayın Üyeler; vereceğiniz hüküm sadece "usul" ile sınırlı olursa bu çok yetersiz bir sonuç olur. Sadece "usul" ve "esas"la yetinilirse, bize göre yine yetersiz olur. Bizim düşüncemiz, vereceğiniz hüküm bir üçüncü boyutu da içermelidir. O boyutta; komplolara ilişkin ortaya konulan hususların suç duyurusuna dönüştürülmesine yönelik olarak, Yüce Mahkemenizin yönlendirici bir rol oynamasıdır. Bütün bu değerlendirmeler ışığında, bugün burada taşıdığım sorumluluklar çerçevesinde konuşmamın uygun olduğunu düşündüm. Burada söyleyeceklerim asla savunma amaçlı değildir ve o şekilde de algılanmamalıdır.
Sözlerim; daha önce ifade ettiğim gibi tarihe not düşmeye ve kumpasları planlayan ve uygulayanlar hakkında suç duyurusunda bulunmaya yöneliktir.
Konuşmama şu soru ve soruya verilecek cevap ile devam etmek istiyorum:
NEDEN TSK HEDEF ALINMIŞTIR?
26 Ağustos 2006 günü Kara Kuvvetleri Komutanı oldum. Yapılan devir ve teslim töreninde, kendimi şu sözleri söylemeye mecbur hissetmiştim: "Her zaman olduğu gibi, Türkiye üzerinde dış ve iç kaynaklı radikal değişim projelerinin bulunduğunu görmekteyiz. Bu kesimler projelerinin önündeki en önemli engel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri'ni görüyorlar. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin siyasete müdahale ettiğini ifade ederek, Silahlı Kuvvetleri'nin özellikle milli güvenlik açısından anayasal düzenin üç temel niteliği olan ulus devlet, üniter devlet ve laik devlete karşı yapılan saldırılara karşı kayıtsız kalmasını istiyorlar."
Bu sözlerim neye dayanıyordu?
Anayasanın 5. Maddesine dayanmaktadır. Bu madde Devletin temel amaç ve görevlerini tanımlamaktadır. Bu madde de, çok bilinen ve üzerinde durulan bir madde değildir. TSK Devletin anayasal bir kurumudur. Dolayısıyla bu maddede yer alan hususlar TSK'ni de ilgilendirmektedir. Devletin korunması gereken temel amaç ve görevleri başında neler bulunmaktadır?
Türk Milletinin bağımsızlığını, Türk Milletinin bütünlüğünü, Ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak ve Kişilerin refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak.
Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşları, Devletin temel amaç ve görevlerini yerine getirmek üzere, Cumhuriyetin kuruluş felsefesinin ana eksenini ulus devlete dayandırmışlardır:
Ulus devlette; sınırları çizilen bir toprak parçası vardır. Devlet, bu coğrafya üzerinde egemenlik hakkına sahiptir. Aslında, egemenlik kayıtsız şartsız millete aittir. Ulus devlet ırk, din ve mezhep temeline dayanmaz. Ulus devlette anayasal vatandaşlık vardır. Ulus devlette, vatandaşlar ortak değerlere ve ideallere sahiptir. ABD dünyanın en güçlü ulus devletidir. Aslında ulus devlet yapısı, ABD'ni dünyanın en güçlü devleti yapmıştır.
-Türkiye'nin ulus devlet yapısına yönelik, Cumhuriyetin ilk günlerinden beri iki tehdit olmuştur. Bunlar; etnik milliyetçilik ve laiklik karşıtı hareketlerdir. Her zamanda, bu iki tehdit dışarıdan destek görmüştür. Kürt etnik milliyetçiliği ne zaman başladı ve ne sonuçlar doğurdu, bunların ilk önce doğru anlaşılması gerekir. Osmanlı İmparatorluğunda; Türkiye, Irak ve Suriye'de yaşayan Kürtler, Osmanlının hükümranlığı altında, Osmanlı topraklarında yaşıyorlardı. Kürt etnik milliyetçiliği, Osmanlı Kürtlerinin 20. Yüzyılın başında, kendi iradeleri dışında, büyük devletlerin uyguladığı Ortadoğu politikası neticesinde, üç devlet arasında, yani Türkiye, Irak ve Suriye'nin bölünmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu yapılanma, Türkiye açısından bir iç ve dış güvensizlik ortamı yaratmıştır.
Irak ve Suriye'de günümüzde yaşanmakta olan gelişmeler, Kürtleri artık o bölge siyasetinin yarı-devletleşmiş veya kilit aktörü haline getirmiştir. Bu gelişmeleri, kendi milli güvenliği açısından, iç ve dış güvensizlik sorunu olarak gören, Türkiye'nin olası Kürt devleti veya devletlerini engellemeye çalışması doğru anlaşılmalı ve doğru okunmalıdır. Bu konudaki Türkiye'nin endişeleri dikkate alınmalıdır. Olası Kürt devleti veya devletleri ile birleşmeyi bu gelişmelere bir çözüm olarak düşünenler ise, böyle birleşmelerin diğer bölge devletleriyle, Irak ve Suriye gibi devletlerle savaşma riskini doğurabileceğini ve Türkiye'nin siyasi yapısının da, federal yapıya geçmeye zorlayacağını böyle bir sonucun ise Türkiye'yi daha da fazla zayıf kılacağını görmezlikten gelmektedirler.
Türkiye, 1984 yılından beri PKK terör örgütü ile mücadele etmektedir. TSK yürütülen bu mücadeleyi şu stratejiye dayandırdı: Terörle mücadele devlete ait bir görevdir. Bu mücadele devlet tarafından topyekun şekilde, milli gücün bütün unsurları kullanılarak, koordineli ve etkin şekilde yürütülmelidir. Başta ABD olmak üzere uluslararası güç özellikle Irak'taki gelişmeleri de dikkate alarak, Türkiye'ye PKK terör örgütünün etkisizleştirilmesi için "siyasi çözüm"ün uygun olacağını ifade ediyorlar. TSK ise yaşanılan sorunu hiçbir zaman "siyasi sorun" olarak görmedi. Sorun, "terör sorunu" idi. "Siyasi Çözüm"ün önündeki temel engel, elbette TSK idi. Zaten bu önemli noktayı; örgütün lideri şu sözleri ile ortaya koymuş idi: "Ben Türk Ordusunu yenemem, Türk Ordusu çok güçlü. Türk Ordusunu yenemesem de öyle bir yüksek fatura çıkartırım ki, belirli bir konjonktür gelir, masaya oturmaya mecbur bırakırım.
Hiçbir demokratik yoldan işbaşına gelmiş iktidar benimle masaya oturamaz. Bunu başta asker engeller." O zaman, TSK halkının gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi. Peki "siyasi çözüm" ile istenilenler nedir? PKK, ulus devlete karşıdır. KCK sözleşmesinin önsözünde şöyle yazılmıştır: "Ulus devlet sistemi 20. yüzyılın sonlarına doğru toplumsal gelişmenin, demokrasi ve özgürlüklerin önünde en ciddi engel durumuna gelmiştir. Çıkış yolu; Demokratik Konfederatif Sistem'dir." Bu nedenle, PKK'nın Türkiye'den istediklerinin başında; yapılacak bir anayasal reform ile "Kürt kimliği" nin anayasal olarak tanınması gelmektedir. Başlangıçta bu istek bazılarına çok doğal olarak gelebilir. Ancak, basit gibi görülen isteğin altında, esasen Türkiye'nin "iki milletli" bir devlete dönüştürülmesi yatmaktadır. Yani, ayrılıkçı Kürtlerin ayrı bir millet olma iddiasıdır, asıl gerçekleştirilmek istenilen. Biliniz ki, ayrı bir millet olma iddiasını, ayrı bir siyasal egemenliğe sahip olma iddiası takip eder. Başımızı kuma gömmeyelim, bugün Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı büyük sorunun arkasında; temelde iki ayrı millet olma iddiası ve davası yatmaktadır. Ayrı millet olma iddiası ayrılıkçı düşüncenin tepe noktasına ulaştığını göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran ebedi başkomutanımız Mustafa Kemal
Atatürk ise çözümü; Türk Milletini şöyle tanımlayarak ortaya koymuştur: "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran, Türkiye halkına Türk milleti, denir."
Peki, PKK siyasi çözüm kapsamında başka ne istemektedir? Uluslararası Kriz Grubu Türkiye Direktörü 1 Aralık 2014 günü bir gazetede çıkan röportajında bu soruyu şöyle cevaplandırıyor: "Kandildekiler bağımsız Kürdistan fikrinden vazgeçme konusunda çok daha az hevesliler. Gelecekte, Türkiye'nin güneydoğusunu kendilerinin yöneteceğine dair bir düşünceleri olduğunu anlıyorsunuz. Evet, bu demokratik özerklik bir anlamda." Bazıları ise, demokratik özerklik yerine AB'nin "Yerel Yönetimler Şartı"nın uygulanmasını istediklerini ileri sürmektedirler. Avrupa Birliği'nin ileri sürdüğü "Yerel Yönetimler Şartı"nın Demokratik özerklik ile hiçbir benzerliği yoktur. Demokratik özerklik, Irak'ın kuzeyinde olduğu gibi yasama, yürütme ve yargı erklerine sahip bir federe devlet statüsüdür.
Bu statü, Anayasanın üniter devlet yapısına aykırıdır. Bu konuda, şunu da hatırlatmakta yarar var;
Egemenliğin, örneğin özerklik uygulanmasının, bölgesel bir grupla paylaşılması kararını, o bölgesel grup kendi başına veremez. Çünkü, böyle bir karar ülkede yaşayan bütün vatandaşları etkileyecektir. Bu nedenle, bu şekildeki kararlar, ancak o ülkenin bütün vatandaşlarını temsil eden ve olağanüstü durumlarda, ancak "Kurucu Meclis" ler tarafından verilebilir. Boşa hayallere kapılmayın. Türkiye'den istenilenler bunlar ise; elbette buna hep karşı olduk, olmaya da devam edeceğiz. Bu nedenle hedef alınacaksak, hedef alınmaya her zaman hazırdık ve hazır olmaya da devam edeceğiz. Bedeli ne olursa olsun.
-Laiklik konusuna, daha doğrusu laiklik karşıtı hareketlere gelince: Bugün Türkiye'yi bulunduğu bölgede farklı ve güçlü konuma getiren, laik ve demokratik bir ülke olmasıdır.
Buna rağmen bazıları ilk günden beri laikliği din karşıtı olarak topluma anlatmaya çalışmış ve TSK'ni de hep din karşıtı olarak göstermeye gayret etmiştir. TSK bugüne kadar hiçbir zaman din karşıtı olmamıştır, sadece; Anayasanın 24. maddesinde yer aldığı şekilde, "siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfus sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularının yahut dince kutsal sayılan şeylerin istismar edilmesine, kötüye kullanılmasına" karşıdır.
2002 yılında ABD'de iktidara gelen yeni muhafazakar (neo-con'lar) Ortadoğu'nun şekillendirilmesi için "Ilımlı İslam" düşüncesini ortaya koydular. Onlara göre; Ilımlı İslam altında, bir İslam ülkesinde, yasaların tümü dini kurallara dayandırılmayacak, ancak toplumun talebi doğrultusunda bazı yasaların dini esaslara dayandırılması mümkün olabilecektir. Türkiye'de, Ilımlı İslam için bir model ülke olabilirdi. Mart 2004'de Gnkur.II.Başkanı olarak resmi bir gezi nedeniyle bulunduğum ABD'de bana "Ilımlı İslam" hakkında ne düşündüğüm soruldu. Verdiğim cevap şöyle idi: "Türkiye'nin model olma gibi bir iddiası yoktur. Ilımlı İslam devleti modeli gibi kavramlar ortaya atılıyor. Hem laik hem Ilımlı İslam devleti bir arada olmaz. Ya biri, ya diğeri olur. Türkiye, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bu özellikleri benimsemek isteyen varsa, sorun yok."
Böylece, belki de bu konuya açık şekilde cevap veren, ilk Türk yetkilisi olmuştum. Neo-con'ların düşüncesine Türkiye'de karşı çıkacak ana güç elbette TSK olacaktı. TSK'nın etkisizleştirilmesi elbette bu açıdan da yararlı sonuçlar doğuracaktı.
Daha sonra Obama yönetimi esnasında, Ilımlı İslam düşüncesi terk edildi. Fethullah Gülen'e gelince, özellikle ABD'nde kalmasına yardımcı olan isimlere bakılırsa, O; neo-conlar tarafından Ilımlı İslam konseptinin uygulanmasında kullanılabilecek bir kişi olarak değerlendirilmiş olabilir. Sosyal devlet olgusunun zayıflaması, yeni kimlik ve aidiyet arayışları, ekonomik beklentiler, toplumları ister istemez yeni dayanışma arayışlarına, cemaatleşmeye itmiştir. Ancak, Gülen Cemaatinin bu beklentilerin üstünde hedefleri olduğu çeşitli istihbarat raporlarında yer almaktaydı. Başlangıçta bir noktaya açıklık getirmek isterim. Cemaat deyince, bir camiayı toptan ve baştan suçlu ilan etmek doğru değildir. Sözlerimiz; TSK'ne karşı yapılan komplolarda planlayıcı ve icracı olarak rol alanlara ve yapılanlara destek veren cemaat mensuplarına yöneliktir.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı dönemimde, bana çeşitli kanallardan iletilen bazı "duyumlar" özellikle Gülen Cemaatinin TSK içinde kadrolaşmaya çalıştığı ve TSK'nin sahip olduğu "milli ordu" niteliğine zarar verecek faaliyetler içinde olduğunu gösteriyordu. Bu kapsamda, TSK personeli arasındaki mezhep farklılıklarının kullanılmaya çalışılması en rahatsız edici konuların başında gelmekteydi. Bu konulardaki rahatsızlığımı; Gnkur. Bşk.lığı Devir Teslim Toplantısında yaptığım konuşmada açıkça ifade ettim:
"Giderek güçlenen bazı cemaatler, ekonomiyi yönlendirmeye, sosyo-politik yaşamı biçimlendirmeye, dine bağlı bir yaşam tarzı olarak sosyal kimliklerini ortaya koymaya çalışmaktadır." Cemaatle ilgili esas ses getiren konuşmayı ise, 14 Nisan 2009'da yapmıştım. Bu konuşmada Cemaat konusuna şöyle değinmiştim: "Modern organizasyon özgürleşmeye dayalıdır. Sivil örgütler giriş ve çıkışın özgür iradeye bağlı olduğu, gönüllülük temelinde işleyen açık örgütlerdir. Dinsel cemaatler ise kapalı ve içe dönüktür. Cemaate giriş ve çıkış çok farklı dinamiklere bağlıdır. Bu koşullar altında, dinsel cemaatlerin, hele çıkar çerçevesinde örgütlenmişse, sivil toplum hareketi olduğunu öne sürmek çok güçtür.
Buna rağmen, bugünde bazı din eksenli cemaatler, kendilerini demokratik alanın bir oyuncusu olarak takdim etmektedir. Bu tip cemaatler, hedeflerine ulaşmada kendileri için en büyük engel olarak TSK'ni görmektedir. Bunun içinde her fırsattan istifade ederek, destekleyicilerinin de yardımıyla, TSK aleyhine faaliyette bulunmaktadır. Bu yapılanlara karşı, hukuk devleti kapsamında, TSK'nin tepkisiz ve etkisiz kalacağını düşünmek ise büyük yanılgıdır." Görüleceği gibi; laiklik karşıtı hareketlerin ve Gülen Cemaatinin hedeflerine ulaşması için en büyük engel TSK idi. O zaman TSK halkın gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi, karşıt kadrolar tasfiye edilmeliydi. İşte yaşanılan da budur.
-Sivil-asker ilişkisi, yasalarla çizilen sınırlar içerisinde, karşılıklı samimiyete, güven ve itimada ve askerlik mesleğinin profesyonel niteliğine saygı gösterilmesine dayandırılmalıdır. Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin Komutanıdır. Güvenlik ihtiyaçlarını, muhtemel hareket tarzlarını tespit ederek, ilgili makamlara iletir. Yetkili makamlar tarafından alınan kararları icra eder. Gerekli gördüğü hallerde de, Silahlı Kuvvetlerin görüşlerini de kamuoyu ile paylaşır. Asıl sorun; Silahlı Kuvvetler adına, ordunun görüşlerini gerekli hallerde kamuoyu ile paylaşıp, paylaşamayacağından oluşuyor. Kimilerine göre; bu siyasete müdahaledir, yanlıştır. Başta AB olmak üzere, Türkiye'ye tavsiye edilen reformların başında, "Ordunun sesinin kısılması" da yer almakta idi.
Güvenlik konuları içerisinde, yetki ve sorumluluklarınınız içinde kalarak, konuşmalarınızda suç unsuru oluşturacak hususlar olmadıkça, Ordunun adına; gerek duyulan hallerde Genelkurmay Başkanı'nın bir görüş bildirmesinden doğal bir şey olamaz.
Demokrasinin beşiği olan ülkelerde, ABD'de, İngiltere'de bu konuda yaşanan çok sayıda örnek vardır. Siyasi otorite, konuşmadan memnun olmazsa elbette, ilgili kişiyi görevden alabilir. O zaman neden Ordunun adına, Genelkurmay Başkanı'nın konuşmasından çekinilmektedir. Cevap basittir. Halkın orduya duyduğu güvenin çok yüksek olmasından dolayı, gerekli görülen durumlarda, TSK'nin görüşlerini kamuoyu ile paylaşmasından rahatsızlık duyulmaktadır. O halde, ordunun sesi kısılmalıdır. Yapılan budur, büyük ölçüde de başarı sağlanmıştır.
-Türk Silahlı Kuvvetleri'nin "milli ordu" oluşu, Türk Ordusunun en güçlü yanını oluşturur. Türk Ordusu, gücünün kaynağını silahtan değil, ulusunun güven ve sevgisinden, halkının yüreğinden alır. Milli orduda, milletimizin bütün bireyleri, etnik, dini ve mezhepsel hiçbir fark gözetilmeksizin çok değerlidir. Ayrıca, milli orduda yükselmeler sadece ve sadece "liyakat" esasına dayandırılır. Diğer konular hiçbir zaman yükselmede etken olamaz. Milli Ordunun bu niteliklerinden, özellikle liyakatın yükselmelerde tek kriter olmasından rahatsız olanlar olmuştur. O halde, ordunun sesi kesilmelidir.
-ABD, 2003 yılında icra edilecek Irak'ı Kurtarma Harekatı için Türkiye'de bir cephe açılmasını istedi. Ancak, bilindiği gibi bu konuya ilişkin Hükümet tezkeresi TBMM'de yeterli kabul oyu alamadı. Yapılan etkin propagandanın da etkisiyle, tezkerenin geçmemesinin sorumluluğu TSK'nin üzerine yıkıldı. Bu olay belki de bardağı taşıran son damla oldu, TSK cezalandırılmalıydı.
-Derin devlet konusu, Türk siyasi hayatında, siyasetçiler tarafından sık sık kullanılan bir kavramdır. Eğer, buradan kastedilen "Ergenekon" davasında olduğu gibi bir "gizli" yapı ise; 50 yıl devletteki fiili hizmetim esnasında özellikle de devletin en üst düzeylerinde süren görevlerim sırasında böyle bir yapılanmanın varlığına şahit olmadım. Her ülkenin, anayasa ve yasalarla çizilmiş yasal yapılanmaları mevcuttur. Güvenlik konuları açısından da; görevde bulunduğum sürece; Türkiye'de yürütülen güvenlik politikalarının tespitinde ve uygulanmasında Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığının önemli rolü bulunmaktaydı. Bu üç kurumun ortak aklının bir sonucu olarak, Başbakanlığa sunulan güvenlik politikalarına ilişkin tekliflerinde, genel de kabul gördüğü de bir gerçektir. Ancak, bu hiçbir zaman; güvenlik politikalarının tespiti ve uygulamasından sorumlu olan Bakanlar Kurulunun yetki ve sorumluluklarının kısıtlandığı anlamına alınamaz.
ABD'de de aynı yapılanma söz konusudur. Pentagon, Dışişleri Bakanlığı ve CIA bu yapılanmanın temel taşlarını oluşturur. Ama, son söz Başkan'a aittir. Türkiye içinde aynı durum geçerlidir. Başbakan'ın siyasi yetkisi ve sorumluluğu tartışılamaz. Eğer, burada bazı yanlışlıklar olmuş ise de, herhalde sorumluluk siyasi otoritede aranmalıdır. Burada esas önemli olan husus, Türkiye'nin güvenliğini ilgilendiren konularda, devletin hafızasını ve gücünü temsil eden, ortak aklın, yani Genelkurmay Başkanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığı'nın görüşlerinin ne kadar alındığı ve ne kadar da dinlendiği noktasıdır. 2015 yılında, Türkiye'nin güvenlik sorunları açısından bir kaosa, kötü bir sarmalın içine girdiği ortadadır. Acaba, bu güvenlik sarmalına girilmesinde, "ortak aklın" yeterince kullanılmamış olması ve Ordunun sesinin kısılması ana nedenler midir?
Netice olarak;
Neticede, Ulus Devlet, üniter devlet ve laik devlet yapısından rahatsızlık duyanlar; Ilımlı İslam projesini hayata geçirmek isteyenler; 2003'deki 1 Mart Tezkeresinin bedelini TSK'lerine ödetmek isteyenler, TSK'nin "Milli Ordu" oluşundan rahatsız olanlar ve PKK terör sorununa "siyasi çözüm" arayanlar için engel TSK idi. O halde, TSK halkının gözünde itibarsızlaştırılmalı ve sesi kesilmeliydi, karşıt kadrolar tasfiye edilmeliydi.
ŞİMDİ TSK'NE KARŞI OYNANAN BU OYUNUN ARKASINDA KİMLER BULUNMAKTADIR SORUSUNA CEVAP VERMEYE ÇALIŞACAĞIM
2001 yılının başında ABD'nde George W. Bush Başkan oldu. Onun dönemi, Ilımlı İslam Projesine inanan ve uygulamaya çalışan ABD'ndeki Yeni Muhafazakarlar(neo-con)ın dönemi olarak ortaya çıkacaktı. Ayrıca, daha önceki Başkan B.Clinton döneminden itibaren de ABD'nde, Irak'a askeri müdahale planları üzerinde çalışmalara başlanılmıştı.
2002 yılı Kasım ayı seçimlerinden kısa bir süre sonra, 15 Kasım 2002'de Ankara'daki ABD Büyükelçisi Washington'a şöyle bir telgraf göndermişti.
"Türkiye'de ordu, bürokrasi ve yargıdan bir derin devlet vardır. Derin devletin merkezinde de Ordu bulunmaktadır. Derin devlet, ABD' nin de desteklediği reformların önündeki en büyük engeldir." Bush yönetimi; Türk Ordusunu, derin devlet olarak görmekteydi. Bu derin devlet; Ortadoğunun yeniden şekillendirilmesine, Ilımlı İslam konseptinin uygulanmasına, Türkiye'deki terör sorununun "siyasi çözüm" ile çözülmesine engeldi. 1 Mart 2003'de tezkerenin geçmemesinin sorumluluğu da TSK'ne yıkılınca, bu yönetimin TSK'ne karşı yapılanlara sıcak baktığı, devlete ait bazı kurumların ve kurumlardaki bazı kişilerin bu oyunda rol aldıkları veya destek verdikleri ifade edilebilir.
Obama yönetimine ise farklı bakılmalıdır.
Obama Yönetimi ise, başlangıçta bu soruna taraf olmaktan kaçınmış, ancak TSK'nin aşırı boyutlarda yıpratıldığını görünce, bu konuya ilişkin rahatsızlıkları açıkça seslendirmeye başlamıştır. Cemaatin ise işlenen hukuk cinayetlerinin faili olduğu anlaşılmaktadır. Bu cinayeti yargı ve emniyet içine yerleştirdikleri kadroları vasıtasıyla işlemiştir. Siyasi iktidar ise, "Ne istediler de vermedik" ve "aldatıldık" ifadeleri ile bu süreçte Cemaate gerekli desteği verdiklerini, zaten kendi sözleriyle açıkça belirtmiştir. Bu konudaki rahatsızlığımızı her platformda ilgililerin dikkatine sunduk. Yapılanların arkasında Cemaate bağlı polislerin ve yargı mensuplarının olduğunu söyledik. MİT Müsteşarlığından, konuya ilişkin istihbarat talebinde bulunduk. Ama maalesef bu konularda ilerleme sağlayamadık. Hatta bir keresinde "bugün bize, yarın size olacak" da dedim.
Bugün, o gün söylediklerimizin ne kadar doğru ve gerçeklerin ne olduğu bütün çıplaklığı ile ortay çıktı. O günlerde sesimize kulak verilseydi, belki onca acıların yaşanması engellenebilirdi. Konuşmalarım ve yaptıklarım ile Cemaati rahatsız ettiğim, Cemaat tarafından da hedefe alındığım bir gerçektir. Daha sonra yaşadıklarım; yaptıklarımdan hiçbir zaman pişmanlık duymama neden olmadı. Çünkü yaptığım hukuk içerisinde kalarak görevimi yerine getirmeye çalışmamdan başka bir şey değildi. Sadece, laik devlet yapısını ve TSK'nın "milli ordu" niteliğini korumaya ve savunmaya çalıştım.
Gazeteci ve yazar Kadri Gürsel'de 10 Ağustos 2012 günü bu konuya ilişkin şu değerlendirmeyi yapmıştı:
"İktidarla kavga etmek yerine, Cemaati iktidardan ayrıştırarak Cemaati hedef gösterdi ve iktidarı yanına çekmeye çalıştı. İlgili hedef alınan kitle tarafından strateji doğru bir şekilde okundu. Sonra hatırlayacaksınız 'Cemaat ve AKP'yi Bitirme Planı' ortaya çıktı."
ŞİMDİ ANA KONUYA GELİYORUM, TSK'NE YARGI YOLUYLA KURULAN KOMPLONUN TARİHSEL GELİŞİMİ NASIL OLDU?
Özellikle, yaşanılan olaylar ile zamanlar arasındaki ilişkiye dikkat edilmesinin önemli olduğunu söylemeliyim. Çünkü, tarihler hiçbir zaman yalan söylemez.
2005'deki Şemdinli soruşturması ile istenilen amaçlara ulaşılamadı. Soruşturmanın hedefinde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı bulunmaktaydı. 2006 yılındaki Sauna ve Atabeyler davaları ile ilk uygulamalar gerçekleşti. Bu iki dava, emekli ve muvazzaf askeri personelin adli mahkemelerde yargılanmasına ilişkin yakın tarihteki ilk örneklerdir. Davaların içinde "suikast" iddiaları yer almaktaydı. Bu davalarda yargılanan sanıklara ne oldu? Yıllar sonra suikast iddialarından beraat ettiler.
TSK'ne asıl komplo ise "Ergenekon Davası" ile kuruldu. Ergenekon, Türkler için bir destanın, efsanenin adıdır. Bu kelimenin, bir davaya isim olarak verilmesi de anlamlıdır. Ayrıca üzerinde durulmaya değer. Türkiye "Ergenekon" adını 1997'de, ilk kez "derin devlet" anlamında bir televizyon programında ve daha sonrada bu program metinlerinden yapılan "Ergenekon" kitabıyla duydu.
Daha sonra bu konu pek gündeme gelmedi. Türkiye, 2000 yılının sonlarına doğru ciddi bir ekonomik krizin içine girmişti. Krizin ana nedeni, likidite sıkışıklığı idi. 19 Şubat 2001 günü gerçekleşen Milli Güvenlik Kurulu toplantısı beklenmedik boyutta siyasi bir kriz ile sonuçlanmış, iki gün sonra da ekonomik kriz tepe noktasına ulaşmıştı. Bütün bu yaşananlar olurken, arkasında uluslar arası gücün bulunduğu Tuncay Güney isimli şahıs, İstanbul emniyetinde ifade verdi. Bu kişinin ifadeleri "Ergenekon" soruşturmasının başlamasına neden oldu. Ancak, nedense bu kişi "Ergenekon" davasının ne soruşturma, ne de kovuşturma safhasında ifade vermeye çağrılmadı. 30 Nisan 2001'de bir kişinin yazdığı köşe yazısı bir gazetede yer aldı. Yazıda "Ergenekon Örgütü"nden söz ediliyordu. Yazara göre bu örgütün amaçları arasında: "Bilgisayar korsanları kullanılarak hassas bilgilerin toplanması", "etkin faaliyetler ile kaynak ve para akışının kontrol altına alınması" yer alıyordu. Türkiye'nin tarihinin en büyük ekonomik krizini yaşadığı bu süreçte, bu konuların öne çıkartılması ilginç idi. Uluslar arası düzeni kontrol etmeye ve yönlendirmeye çalışan, uluslar arası kuruluş ve kişilerin kullandıkları en etkili iki silahta; kişilere ilişkin gizli ve yasal olmayan yollarla elde edilen biyografik istihbarat ile dünya çapındaki kaynak ve para akışının kontrol edilmesidir. Kişilere ilişkin özel bilgiler, şantaj olaylarında kullanılan en etkin araçtır.
Daha sonraki yıllarda yaşanan olaylarda, Cemaatin gücünü bu iki noktadan, yani, 2001 yılınd