İşte Veysel Ayhan'ın o yazısı
İĞRETİ SÜRGÜN
45 yaşlarında sürgün bir baba biraz yorgunluk, biraz bezginlikle oğluna döner: “Oğlum artık bizden geçti. Ne yapılacaksa siz yapacaksınız.” der. Baba bunu samimiyetle dedi mi bilmiyorum. Eğer öyleyse yapması gereken şey gece kalkıp hacet namazı kılmak ve şöyle dua etmek: “Allah’ım dünyada yapacağım bir şey yok. Beni yolladığın bu yerlere ısınamadım. Ne olur ruhumu kabzet.”Anne bebeğini önce sütle besler. İhtimamla bakar. Biraz büyüyünce beşiğinden alır, yatağa koyar. Sütten keser, sıvı gıdalara geçer. Mamalar sonra yemek. Bir müddet bebek sandalyesi. Emekleme, yürüme, koşma. Her birinde ortam ve şartlar değişir. Anaokulu, ilkokul, lise ve ergenlik.
Bebek “Hayır ben beşikten ayrılmak istemiyorum!” dese, “Süt güzel, başka gıda istemem!” veya “Okula gitmek istemiyorum!” diye ağlasa bile anne kabul etmez. Çünkü bu değişimlerin sebebi şefkattir.
Aslında 0-15 yaş arası süreç tüm hayat için temel bir prototiptir. Bu yıllar tüm hayatın dürülmüş, büzülmüş hali gibidir.
Bu hesapla 25 yaş çocukluk sayılır.
Bu hesapla 30-40 yaşlar, ortaokul yıllarına tekabül eder.
Bu hesapla 50-60 yaşlar ergenliğe, 60 sonrası ise olgunluğa, ermişliğe, deneyim sahibi bir kâmilliğe karşılık gelir.
25’li yaşlara kadar insanda duygu ve romantizm hâkimdir. Akıl ve rasyonalitenin dinginliğe ermesi, ayakların yere basması 50’leri bulur bazen geçer. Bernard Shaw’un meşhur sözüdür: “Eğer 20 yaşındayken komünist değilseniz, kalbiniz yok demektir; 40 yaşına geldiğinizde hala komünistseniz, kafanız yok demektir.”
80’LİK GENÇLER
İnsan bedeni yaşlanır, yıpranır, hastalıklarla yorulur. Ruh ise metafiziktir. İhtiyarlamaz. Yıllar geçtikçe olgunlaşır. Ruhu ihtiyarlatan faktörler farklıdır. Mesela ümitsizlik, inkisar, haset ve tembellik ruha musallat olmuşsa insan 18 yaşında bile 80’lik ihtiyar olur.
Genç yaşta bir insan ruhen bitkin, miskin ve yaşlı olabilir. Yaşlı bir insan ruhen genç olabilir.
Eskiler buna ‘fütüvvet ruhu’ der. Yaşlı ama “feta” olmak. Genç ruhlu olmak.
“Ali gibi yiğit (feta/genç), Zülfikâr gibi de kılıç bulunmaz” derken Hz. Ali’nin yaşça gençliği değil, ruhen gençliği ve kahramanlığı kastedilir.
Ruhen gençliğini koruyan bir insan her dönem meyve verebilir.
45 yaşında “Artık bizden geçti…”
60 yaşında “Bu yaştan sonra dil mi öğrenilir…” diyen insanlar ruhen ihtiyardır.
Hele niyetiniz iyi bir temsil ile insanlara doğru ve güzeli anlatmaksa dil öğrenmek için çalıştığınız saatler nafile ibadet hükmüne geçebilir. Bu öğrenme 5 yıl bile sürse…
Ama başarının şartı iki şeydir: “Feta” olmak yani ruhen genç olmak ve ümitsizliğe düşmeden çalışmak.
Mimar Sinan, her yaşta muhteşem eserler vermiştir ama en önemli eserleri 60’lı yaşlardan sonradır. 70 yaşındayken Süleymaniye camiini bitirmiş, Selimiye’yi bitirdiğinde ise yaşı 86 olmuştur.
Büyük fâkih Serahsî, 30 ciltlik fıkıh eseri El-Mebsut’u hapiste, kuyu içinde tamamlamıştı. Soğuktan mürekkebi sık sık donuyor, mürekkep hokkasını ısınsın diye göğsüne koyuyor, eriyince tekrar yazmaya devam ediyordu. Hapisten çıktığında, eserini tamamladığında yaşı 80’ini aşmıştı.
Nobel ödüllü Doktor Albert Schweitzer, 86 yaşına varmıştı ama hala fahri olarak Afrika hastanelerinde ameliyat yapmaya devam etmişti.
Edison ampulü 32 yaşında iken icat etmişti. 52 yaşında akü ile çalışan arabayı bulmuş ama petrol ucuz olduğundan tutmamıştı. Sesli sinema makinesini icat ettiğinde ise yaşı 65’ini geçmişti.
Pasteur, kuduz aşısını bulduğunda 60 yaşındaydı.
Michelangelo, 88 yaşına kadar sürekli eser verdi. Ölümüne 6 gün kalmıştı. Elleri titreyerek son eseri Rondanini Pieta üzerinde çalışıyordu.
Her insanın en iyi meyvesini verdiği dönem farklıdır. Nadiren gençlikte verilir. Çoğunlukla orta yaş ve yaşlılıkta.
Dâhi olmayabiliriz. Einstein, “Dehanın 10’da 1’i yetenek 10’da 9’u çalışmaktır” der. Allah, ehadiyetiyle her insana farklı yetenekler verir. Kimse “ben kabiliyetsiz, yeteneksiz, bomboş bir insanım” diyemez.
İsteyen her insan azim ve gayretle kendi ruhunun “Nobel”ine erişebilir.
Önemli olan kendini keşfetmektir. Bunun yolu ise çalışarak ortaya çıkar. Allah, çalışanı, gayret edeni kendisinde var olan yeteneğe yönlendirir.
ASIL DOĞUM GÜNÜ
Biyolojik anneler dünya hayatından kaygı duyar. Tül gibi titrer. Genelde anne için tek musibet dünya musibetleridir. Kader ise insanın ahiretini kurgulayan “anne”dir. Bu nedenle hadiseler keyfimize göre gelişmez. Oradan oraya savruluruz. Kader olgunlaşan her tohumu yeşermesi gereken topraklara savurur. Büyüyüp yetiştiği, hasat edildiği topraklarda kalan tohum kaçınılmaz olarak çürür. Asıl doğum günü hicret için yola çıkılan gündür. Kişisel milat budur. İnsanın gerçek tarihi hicret ettiği gün başlar. Çünkü asıl meyve hicretten sonra verilir. Bunun yolu ve anahtarı yeni geldiği coğrafyayı asli vatan bellemektir. -Mağdur ve mazlumları unutmamak kaydıyla.- Gözü hâlâ eski vatanında olan tohum çürümekten kurtulamaz. Toprağını benimsemeyen ve sevmeyen, iğreti durur. Boş ve âvâre yaşar.
“Oyunu okuyamayan”, kaderin mesajını deşifre edemeyen tohum, meyve veremez. Kendi büyümesine odaklanmayıp vaktini diğer tohumları yargılamakla zayi eder. Yüzeyde dolaşır. Geldiği topluma entegre olmadığı için kenarda kalır ve çürür.
Oysa bir annenin evladını beşikten, yatağa, bir odadan diğerine taşıdığı gibi; kader, yaratıcısına yönelen her insanı anneden çok öte bir şefkatle konuşlanıp meyve verebileceği toprağa taşır.
“HZ. NUH’DAN BERİ BURALIYIM”
Hayat tekdüze değildir. Güzelliği de oradadır. Bir gün padişah kostümü, ertesi gün reaya. Diğer gün muhacir. Bir gün üniversitede dekan, ertesi gün anaokulunda nöbetçi öğretmen. Kaderin ‘artık bunu giy’ dediği her üniforma -velev ki zindan kıyafeti olsun- Allah’tan gelmiştir. Allah’tan gelen bir zindan kıyafeti Allah’tan gelmeyen padişah kaftanına yeğdir.
“Artık bizden geçti” demek dolaylı olarak “Allah’ım bizden geç.” demektir. Doğru olan, Allah’ın sevk ettiği her nere olursa olsun, takdire razı olup o toprakları avuçlayıp öpmek, orayı Allah’ın ihsanı ve lütfu olarak görmek ve Hz. Nuh’tan beri oralıymış gibi o beldeyi vatan kabul etmektir. Allah’ın takdirine saygı bunu gerektirir.