Hz. Mevlana'nın dediği gibi, yanmayan yakamaz
Dr. Mehmet Akay Ağabey Zübeyir Ağabeyimiz için diyor ki: “Bir gün Zübeyir Ağabeye dedim ki: ‘Risale-i Nur dersleri için üniversitelerdeki gibi aylık yıllık programlar yapsak… Nerede, ne zaman, hangi ders okunacağı belli olsa nasıl olur?’ ‘Kardeşim’ demişti: ‘RİSÂLE-İ NUR’U 10-15 KERE KENDiNE OKU, SONRA MÜZÂKERE NEVİNDEN KARDEŞLERE OKURSUN. BAŞKALARINA DERS VERMEK İKİNCİ PLANDA OLSUN. Zira, yanmayan, yakamaz… (…) Kardeşim, fedakârlık İKSİR gibi tesir eder. Fedakârlık dairesi inkişaf edecektir…’
Dr. Mehmet Akay devamla: “1972 yılı Ağustos ayının son günleri… Fatih’te Dr. Sadullah Nutku Ağabeyle birlikte tuttuğumuz yazıhanede, hasta gelmediği zaman bol bol RİSÂLE-İ NUR okuyorduk. Bir gece rüyamda Zübeyir Ağabeyi gördüm. Oturduğumuz binanın dış kapısından çıkarken, arkadan seslendim: ‘Geleyim mi ağabey?’ Bana cevap vermedi. Bir kardeşle beraber gittiler. Bir hafta sonra Sadullah Ağabey vefat edip Eyüp Sultan’da yanına gitti…
“(Vefatından birkaç ay önce) 1971 yılı Ocak ayı idi. Dr. Macit Türkmenoğlu Beyle ziyaretine gitmiştik. Çok hasta idi. Hastalığının tedavisi için doktor olarak bazı tavsiyelerde bulunuyorduk. Bize: ‘Kardeşlerim, Risale-i Nur’u okumak, okutmak ve neşretmek, bende fikr-i sabit haline gelmiş. Bunun da tedavisi var mı?’ demişti.”
Eyüp Ekmekçi Zübeyir Ağabeyle ilgili şunları söylüyor:
“1958’de Ortaokul son sınıfta iken tarih, tasavvuf, felsefe gibi konularda 700 kadar kitap toplamış ve alabildiğine okumuştum. Fakat bir türlü aradığımı bulamamıştım. Lise son sınıfa geldiğimde ‘Keşke bu kadar kitap okumasaydım da insana ne lâzımsa onları okusaydım!’ dedim. Bu arada çeşitli tefsirlere yöneldim. Yine zihnimdeki sorular varlığını sürdürüyordu. Nihayet lise sona gelmiştim. Okulun kapıcısı, iki gençle beraber bir kitap okuyordu. Yaklaştım: ‘Ne okuyorsunuz?’ dedim. ‘Kur’an tefsiri’ dediler. ‘Dinleyebilir miyim?’ dedim. ‘Tabiî, buyurun.’ dediler. Yirmi Birinci Söz’de, ‘Bir zaman sinnen, cismen, rütbeten büyük bir zât, dedi: -Namaz iyidir, fakat her gün beş defa kılmak çoktur. Bitmediğinden usanç veriyor’ diye başlayan bölümü okuyorlardı. Dinledikçe üslûba hayran kaldım. Âdeta başımın döndüğünü hissettim… ‘Bu kitaptan kaç tane var?’ dedim. ‘Yüz otuz tane’ dediler. ‘Nasıl alabilirim hepsini?’ dedim. ‘Kolay değil, azar azar temin etmeye çalışırız.’ dediler.
“Böylece KAPICININ KAPISINDA, NUR’U buldum.
“1962 yılında İstanbul’a geldim. Niyetim üniversitede okumaktı. İmtihana girdim. Süleymaniye’de kalıyordum. İmtihandan sonra Zübeyir Ağabeyle karşılaştım. Bana dedi ki: ‘Niçin geldin?’ Ben ‘İmtihana girmek için.’ dedim. ‘Kazanmasan dönecek misin?’ dedi. ‘Dönmesem de olur.’ dedim.
“İmtihanı kazanamamıştım. Derken, İbrahim Canan, Hamdi Sağlamer, Fırıncı Ağabey, Abdülvahid’lerle neşriyat hizmetinde çalışmaya başladık. O sırada dikkatimi çeken şey, Zübeyir Ağabeyin, rahatsız olmasına rağmen kimseye söylemeden çaydanlığı kalkıp kendisinin almasıydı. Ben çaydanlığa yakın olmama rağmen bana ‘Ver!’ demiyordu. Halbuki elimi uzatsam, alır, verirdim.”
Prof. Dr. Zekaya Kitapçı diyor ki:
“Bir gün savcı, Mahkeme huzurunda: ‘Bunlar tepsi tepsi baklavalar, börekler yiyor.’ deyince, Hâkim, Zübeyir Ağabeyin sararmış bir deri bir kemik hâlini göstererek, ‘Baklava, börek yiyen adamın haline bak Yüzünün derisi kemiklerine yapışmış… Baklava, börek yiyen böyle mi olur?’ demişti.”
Merhum Mehmet Emin Birinci Ağabey diyor ki: “Zübeyir Ağabey, İstanbul’da Abdurrahman Ağabeyin evinin orta katında kalırdı. Ev sahibinin beş-altı tane küçük çocuğu vardı. Zübeyir Ağabeyin odasında konuşurken bir de bakardık, merdivenlerden yuvarlanırcasına hurra gelirler, Zübeyir Ağabeyin odasına dolarlar… Zübeyir Ağabey, o zaman bize ‘sus’ işareti yapar. Hemen diz üstü oturuverir, ‘Fotoğraf var.’ diye onların yanında hâlimize çekidüzen vermemizi isterdi. Yani çocuklar her şeyi fotoğraf gibi alırlar. Onların yanında temkinli olmak gerektiğine işaret ederdi. Onlara Risalelerden cümleler ezberletir ve karşılığında şeker verirdi.”
Ömer Çiçek diyor ki: “Zübeyir Ağabey bize ‘BİZ HEMENCİYİZ KARDEŞİM!’ derdi. ‘YA BAŞLAMAMALI, VEYA BİTİRMELİ. Üstad, bugünün işini yarına bırakmazdı. Gece saat üçte düğmesi kopsa, saat üçte diktirirdi sabaha bırakmazdı, anında yapardı…”
Hattat ve ressam olan Erzincanlı Refet Kavukçu Ağabeyimiz diyor ki: “1962’de Zübeyir Ağabeyin Eskişehir’de ziyaretinde bulunmuştum. O yıllar Nur Cemaati için çok dalgalı ve sıkıntılı yıllardı. Kendini bilmez bazıları tarafından o masum ve nezaketli Ağabeyimize hak etmediği sıkıntılar veriliyordu. Kaldığı odada serili bir yatak, baş ucunda ise bir çok ilaç kutusu vardı. ‘Şimdi polisler gelse, bana: - Burada ne yapıyorsun? Deseler, ilaçları göstererek; -Bir hasta, ilaç içip yatmaktan başka ne yapabilir? derim.’ diyordu.
“Zübeyir Ağabeyi 1964 baharında ziyaret ettikten sonra ayrılıp Erzincan’a dönmüştüm. Sabahleyin elime bir pusula verdiler. Zübeyir Ağabeyden geliyordu. ‘Müsaitseniz sizinle görüşmek istiyorum’ diyordu. Halbuki daha bir gün evvel yanındaydım. ‘Bunda bir hayır var’ diye tekrar yanına gittim. ‘Refet kardeşim, senden bir arzum var. Hattat Halim Hoca’dan hat dersi almanı istiyorum. Tevafuklu Kur’an-ı Kerimi yazarsanız, seninkini basacağız. Kardeşlerimiz başkasını basmak istemiyorlar. Sen yazarsan, basacaklar.’ dedi.
“Bundan kısa bir zaman sonra Halim Hoca vefat etmişti. Başka bir hattattan bir sene mektupla ders aldım. Hat hocam MEŞK’imin ikmali için beni Hamid Hocaya gönderdi. Beş sene de mektupla meşk yaptım. NESİH ve SÜLÜS yazılarından icazet aldım. Kısa bir zaman sonra Zübeyir Ağabeyin kerameti olarak Kur’an-ı Kerimi yazmaya muvaffak olabildim.”
Cenab-ı Hak, hepsinden râzı olsun…
Safvet Senih