Hocam...

Samanyoluhaber.com yazarlarından Hüseyin Odabaşı, muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'ye duyduğu özlemi kaleme aldı.

SHABER3.COM

Biliyorsunuz aylar öncesinden Hocamız vefat etti. Onun bize öğrettiği tabirle “ruhunun ufkuna yürüdü.” Çünkü vefat etti, öldü, göçüp gitti tabirleri, tam da ahiret inancını yansıtmıyor. O ruhunun ufkuna yürüdü.  Sabavetten başlayan ve dünyada devam eden yürüyüş, vefattan sonra   kabir aleminde de devam eder. Beden, toprağa düşüp çürüyüp dağılsa da ruh yoluna, ufkuna doğru mesafeler kat eder.

Bir hadisi şerife göre; vefat eden insanların ruhları yedinci kat semadan sonra Allah’a arz edilir. Eğer iyi bir ruhsa alay-i iliyyine çıkar orada kıyametin kopmasını bekler. Veya kötü bir ruhsa onu getiren meleğe emanet edilir ve esfelin-i safilinde kabir hayatının geçmesini bekler. Üstadımızın imana yüklemiş olduğu işlev bu hadise uygundur:

“İnsan; nur-u iman ile a’la-yi iliyyine çıkar. Cennet’e layık bir kıymet alır. Ve zülmet-i küfür ile, esfel-i safiline düşer.” (Yirmi Dördüncü Söz, Birinci Nokta)

Başka bir hadis de “kabir hayatının ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya bazıları için de cehennem çukurlarından bir çukur olduğunu” bize haber verir. (Tirmizi, Kıyamet, 26) Bu hadiste verilen bilgiye göre vefat edenlerin bazıları kabir hayatını ya cehennem çukurlarında veya cennet bahçelerinde geçirirler. Ne türlü olursa olsun kabir hayatı dünya hayatından daha geniş daha yüksek ve daha hayal üstüdür. Çünkü bizim dünya hayatımız, ne hadislere ne de ayetlere göre cennet bahçelerinden bir bahçe yüceliği ve genişliğinde değildir. Veya yaşanılan çile ızdırap ve mahrumiyetleri açısından dünya hayatı hiçbir zaman cehennem çukurlarından bir çukur seviyesinde de olmaz. Sevabı günahı birbirine eşit olanlar veya reşit olmadan ölenler yahut Üstadımızın Kastamonu lahikasında işaret buyurduğu gibi dinimizden olmasalar da fetret çerçevesine giren mazlumlar, mağdurlar ve masumların hali kabir aleminde durumu ne olacak denirse, bu soruya “Allah u alem” demekle beraber, Cennet ve cehennem arasında araftakilerin durumuna benzerliğin kabir aleminde de olabileceğini sanabiliriz, düşünebiliriz.

Yine Peygamberimiz (sav) son anlarında şiddetli bir humma yani ateşli bir hastalığa yakalandı. Hz. Aişe (r.a) annemiz, Efendimiz (sav) hastalandığında, O’nun (sav) ellerinden veya parmaklarından tutar dua eder yine kendini şifası için vesile yapardı. Fakat bu defa Efendimiz (sav) elini Aişe annemizin elinden çekti ve parmaklarını yukarı kaldırarak “Errefikal ala” dedi. O artık yücelerden yüce yükseklere gitmeyi arzuluyor, dostuna karşı özlem duyuyordu.

Yani bu hadise ve hadisi şeriflere göre de Hocamızın ifade buyurduğu gibi, her ruh kendi ruhunun ufkuna yürür, yükselir. Hocamız da 20 Ekim 2025’te ruhunun ufkuna yürüdü. Allah onu Firdevsleriyle sevindirsin, Efendimiz’le (sav) buluştursun! Amin.

Rahmet-i Rahmana kavuşmuş olan Hocamızı tanıma ve Onunla tanışmama gelince, O’nu bir Peygamber (sav) varisi olarak tanıdım. Bir hadis-i şerife göre “Alimler Peygamberlerin varisleridir.” (Tirmizî, Sunen, Çağrı Yay., İstanbul 1992) Hz. Fatıma annemiz, Hz. Osman’ı (ra) Efendimizden (sav) miras olarak kendisine kalan Fedek arazisini Halife Hz. Ebu Bekir’den istettiğinde, Ebu Bekir “Ben Peygamberimizden işittim ki, biz peygamberler ne mal ne mülk miras bırakmayız. Bizim mirasımız ilimdir.” dedi. (T2682 Tirmizi, ilim, 19) Hocamız sadece Peygamberimizin (sav) ilim ve irfanının varisi değildi; Enes Ergene Hoca’nın da dediği gibi O, Peygamberimizin (sav) çilesine ve hüznüne de varisti. (Çağlayan, 2024, Aralık özel Sayısı). Ondaki hüzün ve ciddiyet vazifesini tasdik eden mühürdü, alemdi.

Evet, şöyle hayatımda gerilere doğru baktığımda Hocamla ilgili anı kırıntılarına rastlarım.  Küçük fakat tesiri zamanı aşan anılar. Kıymetli ve nadide antika eşyaların sarıldığı bohçalar gibi, ben de yeridir diye kıyısından köşesinden bu anılarımın bazılarını ipek ipek açıp yüzlerine, varlığına bir kez daha bakayım, göz atayım.        

İlk defa Hocamı, o zamanlar (1985, 86,87....) Arabistan’da çalışmakta olan babamın getirdiği kasetlerinden tanıdım. Anlattıklarını anlamasam da ta Arabistan’dan kasetlerini babam getirmiş olduğuna göre büyük bir zat olmalıydı. Samsun İmam Hatibe gittiğimde sanıyorum, orta 3. sınıfta öğrenim görüyordum. Arkadaşım çay içmeye davet etti. O davetlerden birinde televizyondan Hocamı ilk defa gördüm. Konuşmaların içeriğini anlamasam da o görüntü beni etkilemeye yetti. Cami kürsüsünde nurdan bir zat insanın içine işleyen bir sesle hitap ediyordu.

Daha sonra İmam Hatip Okulu’nun son sınıfında, Üniversiteye hazırlandığımız bir zamanda, Ankara’da bir kolejin en üst katındaki salonunda, Hocamı ilk defa çıplak gözle görme şansım oldu. Salon o kadar kalabalıktı ki kıldığımız namazda bir öndekinin sırtına secde etmek zorunda kaldım, kaldık. Salonun gerisinden uzaktan dinliyordum. Hocam, Bosna savaşında babasız anasız kalan çocukların cemaate teklif edilmesinden, evlerimize kadar o çocukların paylaştırılması konusundan bahsediyordu. Fakat maalesef Bosna savaşının mağdur çocuklarını evlerimizde sahip çıkmak üzere almaya gidildiğinde bazı şer şebekler bu hayırlı işe mâni olmuşlardı. Konu mesele buydu. Veya benim aklımda konuşmanın bu kısmı kaldı.

Üniversite okumak için İstanbul’a geldim. Bir veya ikinci sınıftayım, FKM’de yine böyle Hocamın konferansına katıldım. Fakat bu sefer en ön sırada bir koltuğa oturdum. Çok yorgundum iki saate yakın devam eden konferansın ilk yarım saatinde yorgunluktan uyuya kaldım. Lakin uyandığımda dinlenmenin verdiği dinçlikle Hocamı çok daha iyi anlıyor ve ruhumun derinliklerine varan bir etkiyle kulak kesiliyordum. Bu konferansta Ona gösterilen saygı çok dikkatimi çekti.

Yine Üniversite talebesiyken, hangi sınıfta olduğumu hatırlamıyorum, bir haber geldi; dediler ki hazırlanın otobüsle yolculuk var. İzmir’e bir Okulun spor salonuna vardık. Çok kalabalıktı. Salona zor girdik. Bir yaz günüydü. Tribünlerde oturanların pek çoğu gazeteleri yelpaze gibi kullanıp serinlemeye çalışıyordu. Fakat bu durum salonda bir uğultu meydana getirdiğinden Hocaefendi ikaz etti ve salonda sinek uçsa duyulur bir sessizlik hâkim oldu. Salonun en arkalarından Hocamı daha net göreyim diye yürüyerek sahanın en ön kısmına kadar geldim. İyi ki böyle yapmışım. Çünkü önde Hocaefendi’yi daha net olarak görüyor ve salona hakim olan manevi atmosferi daha derinden soluklayabiliyordum. Hocaefendi bir dünya tasviri yaptı beynimizden vurulmuşa döndük. “İnsanların işlediği günah, dert ve isyanlarından meydana gelmiş bu ağır yükü beli kamburlaşmış dünya artık taşıyamıyor” dedi. Gözümüzde dünyanın yuvarlaklığı, insanların işlediği günah yükünü artık taşımakta zorlandığından iki büklüm hale gelmiş kamburumsu hale büründü.

Ağlamalar, inlemeler salonda bütün ruhları saran bir uğultu meydana getirdi. Ağlamalar gözyaşları o kadar birbirine karıştı ki ruhum bedenimden dışarı çıkacak gibiydi. “Ben dedi sizi evirme çevirme ve sıcaklığını vermede zorlanacağı kadar altına yumurta koyulmuş kuluçkaya yatmış dertli bir tavuk olarak hayal ettim. Yumurtaların bazısının sıcaklığını koruyayım diye bir tarafa dönerken aman diğer yumurtalar açıkta kalıp ısısını kaybederek cılk çıkmasın diye yumurtaların üzerinde dönüp duran ve sıcaklığını vere vere fadakarlığın en alasını yaşayan bir kuluçka tavuğu gibi olun.”  Hocaefendi bu manevi hamlelerine biraz daha devam etseydi ağlamalara dayanamayan ruhum baya baya bedenimi terk etmek zorunda kalabilirdi. Konferans bittiğinde kalbimde büyük bir zindelik hissettim.

Ey Büyük Usta. Şimdi sen aramızda yoksun. Sensiz kaldı bu iller. Üstelik etraf yılanlarla çiyanlarla doldu. Bu sarp dağları Allah’ın inayeti olmazsa aşmamız çok zor gözüküyor. Yine Onun inayeti ile kardeşlerimizin samimi havası olmamayaydı senin yokluğun, ciğerlerimize hançer gibi saplanırdı.

Ama sen farklıydın, sen başkaydın Usta. Sen ustaydın, Üstattın. Hayatımıza unutulmaz lezzetler kattın. Fakat şimdi ise sensizliğe alışmaya çalışıyoruz. Yakub’un bir Yusuf’u vardı, yetim. Fakat ülkeler aşırı memleketlerde sensiz binlerce yetimlerin olarak kaldık. Ama ne ki Senin de daima salıkladığı Rabbimizle ve Onun inayeti ile teselli oluyor, yolumuza devam ediyoruz.
ÖNE ÇIKAN HABERLER