Cemil Tokpınar / Tr724
Aslında yazımın başlığı, 2015 Ekim’inde Işık Yayınlarında çıkan son kitabımın isminde geçen bir ifade. Maalesef talihsiz bir dönemde bahtı kara olarak çıktı ve okuyucuya tam ulaşamadı. Çünkü yayınlandıktan kısa bir süre sonra Kaynak Yayın grubu kayyım atanarak gasp edildi, kitap toplatıldı, tekrar da basılmadı. Yaklaşık beş bin civarında okuyucuya ulaşan kitap da ya hiç okunamadı ya da darbe tezgâhından sonra benzer kitapların akıbetine uğradı. Dolayısıyla özenerek hazırladığım önemli bir konu hedef kitleye bir türlü ulaşamadı.
Bugün kitapta işlediğim hususları bazı yerlerini güncelleyerek paylaşmak istiyorum. Niçin? Hâlâ aynı yerde durup aynı gerçekleri düşündüğümü vurgulamak için. Peki, gerek var mı? Elbette var. Çünkü benim duruşum, Hizmet Hareketinin rakamsal başarılarına ya da yerel veya evrensel kabul görmesine ayarlı bir duruş değil. Hocaefendi ve etrafında oluşan muhteşem hizmetin, İlâhî bir istihdam olduğu kadar ülkemize ve insanlığa bir lütuf ve nimet olduğuna inandım ve inanmaya da devam edeceğim. Hizmete çok şey borçlu olan, geçmişte hizmet kurumlarında çalışan bazı kardeşlerimizin gerçeklikten uzak gördüğüm bazı eleştirileri, cemaate gönül vermiş saf ve samimî insanlarda şevk kırabilir, moral bozabilir belki. Ama ben öyle inanıyorum ki, bu hizmet istişare dediğimiz “ortak akıl” ile kendini daha bir geliştirecek, yenileyecek, mevcut atılımlarına ve başarılarına yenilerini ekleyecek ve kıyamete kadar şahlanarak devam edecektir.
Şimdi, bahsettiğimiz kitabımızın giriş kısmına dönmek istiyorum. Çünkü burada işlediğim konular gitmekte olduğum sohbet ve seminerlerde hâlâ bana soruluyor.
2013 Kasım’ında dershanelerin kapatılmak istenmesiyle başlayan bir garip süreç her geçen gün hedef, şekil, kapsam ve yöntem değiştirerek devam ediyor. (Şimdi ise tam bir cadı avına ve kitlesel imhaya dönüştü.) Doğrusunu söylemek gerekirse bu sürecin başladığı ilk günlerde birçokları gibi ben de sendeledim, şok yaşadım ve ne yapacağımı şaşırdım.
Bir tarafta yıllardır oy verip desteklediğim bir iktidar, diğer tarafta kırk yıldır tanıdığım ve sevdiğim bir hizmet hareketi vardı. Birini tercih edip diğerini yok etmeye çalışmak imkânsız olduğu için sürekli birlik, kardeşlik, anlayış, sevgi ve dayanışma mesajları veren bir yolu tercih ettim. Ancak birkaç hafta sonra anladım ki, birileri bu kavgaya çok önceden hazırlanmış, çok planlı ve ustaca taarruz ve tahribatta bulunuyordu.
Dershanelerin kapatılması için öne sürülen gerekçelere o zaman da inanmadım, bugün de inanmıyorum. Bunun için ülkemizde ve yurtdışında takdirle yâd edilen hizmetleri yerine getiren bir cemaatle kavgaya tutuşmaya hiç gerek yoktu. Ne var ki, bu mücadeleyi başlatanların inandıkları, ancak kendi çalışma arkadaşlarını bile tam ikna edemedikleri gerekçeler vardı.
O günlerde medyada yayınlanan 2004 yılının MGK belgelerinde Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ve cemaatinin hedef tahtasına konulduğu yer almıştı. Zaten zamanın iktidar mensuplarının ve bazı medya organlarının üslûp ve tavrı, bu kavganın uzun bir süreden beri planlandığını gösteriyordu.
Sosyal medya dediğimiz Facebook ve Twitter hesaplarında Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi ve cemaatine öylesine iftira, gıybet, suizan ve saldırı seferberliği başlamıştı ki, 1 Ocak 2014’te Twitter hesabımdan şu mesajları yayınladım:
“Son hadiselerde, Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’ye yönelik suizan, iftira, gıybet kampanyası yapılıyor. Bu, gayretullaha dokunabilir. 75 yıllık ömründe gözyaşından başka sermayesi, duadan başka serveti olmayan bir kimse hakkında konuşurken herkesin dikkatli olması lazım. İlimde, imanda, salih amelde, ihlâsta, ahlâkta, aksiyonda zirveleri tutmuş bir Allah dostu ve Peygamber (s.a.v.) âşığı hakkında yazanlar iyi düşünmeli. Hocaefendi hakkında hüküm verirken, Allah aşkına, hiç değilse birkaç vaazını, sohbetini dinleyip kitaplarını okuyup karar verin. Hocaefendi, Kur’an, hadis, tefsir, siyer, fıkıh, akaid ve Risale-i Nur’da derinleşmiş, okuyup anlayan, anlatıp yaşayan müstesna bir şahsiyettir. Hocaefendi’yi tanımak için hiç değilse ‘Küçük Dünyam’ kitabını okuyun. ‘BÜYÜK DÜNYAM’ı on yıl sonra bütün dünya yaşayarak okuyacak zaten. Twitlerimi eleştiren bazıları, ‘Hocaefendi veli mi yani?’ diyorlar. Evet, hem de velâyet-i kübrâ makamında bir veliyy-i kâmil ve vâris-i nebîdir. Asrımızı aydınlatan Süleyman Hilmi Tunahan, Mahmud Sami Ramazanoğlu, Mehmed Zahid Kotku, Muhammed Raşid Erol ve nice büyüklerimizden de Rabbim ebeden razı olsun. ‘Hocaefendi iyi ama cemaat farklı’ iddiasına katılmıyorum. Hoca nasılsa talebesi, usta nasılsa çırağı öyledir. Pek az istisnası olabilir. Her cemaatte eksiği, kusuru, yanlışı olan insanlar bulunabilir. Ama bu, adanmış ruhların cihan vüs’atindeki hizmetini inkâr ettiremez. Hocaefendi’nin mübahelesine gelince: Çarpıtmaya gerek yok. Özeti, ‘Kim haksızsa ona…’ dedi. Muhatap, haksız olan herkes. Haksız olan gocunsun.”
Süreç boyunca Hocaefendi ve cemaatine haksızlık yapıldığına inandım ve elimden geldiğince desteklemeye çalıştım. Bana göre bu tavrım, ihlâs, kardeşlik, hakperestlik ve itidalin gereğiydi. Çünkü onları, kırk yıldır tanıyor, yirmi yıldır takip ediyor, programlarına dinleyici veya konuşmacı olarak katılıyordum. Öğrenci ve esnaf hizmetlerinden tutun yurtdışı okullarına kadar yakından şahit olduğum sayısız güzellik vardı. Nasıl olur da bunları yok sayabilirdim?
Öte yandan hizmet hareketinin öncüsü olan Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yüzlerce sohbetini, vaazını dinleyip kitaplarını okumuş, dinî yaşayışına şahit olanlardan binlerce hatıra dinlemiştim. Sadece kendi hayatıma yaptığı olumlu tesirleri yazmaya bile bu kitabın sayfaları yetersiz kalır. Çünkü nefis muhasebesi, ihlâs, takva, hizmet aşkı, ibadette derinlik, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve sahabe sevgisi, büyük hedeflere kilitlenme, adanmışlık ruhu, beklentisizlik, fedakârlık ve feragat gibi konularda birçok kazanımlarım olmuştu.
Onun manevî şahsiyeti ve istihdam-ı İlâhîye ve inayet-i Rabbaniye’ye mazhariyeti ise, asrımızda i’lâ-yı kelimetullah adına çok mühim vazifelerle görevlendirildiğini gösteriyordu. Nitekim dünya çapındaki muvaffakiyeti ve tehlikelerden korunması da bunun ayrı bir deliliydi.
Nasıl olurdu da, böyle muhterem bir şahıs ile onun gösterdiği hedeflere koşan cemaati, adlarını bile zikretmekten hayâ ettiğim yalan, iftira ve hakaretlerin muhatabı olabilirdi?
Bunları bütün ruh u canımla reddettim ve reddetmeye de devam edeceğim. Benim bu duruşum, hizmet hareketi mensupları ve farklı dinî cemaatlerin bazı taraftarlarınca olumlu karşılandı. Ama farklı sebeplerle cemaate muhalefet eden geniş bir kesim tarafından tepki gördü. Maddî manevî sıkıntılara maruz kaldım. Ancak hakperest olduğuna inandığım bir tavır yüzünden katlandığım birtakım sıkıntıların hiçbir önemi yok. Çünkü ben, Hocaefendi’nin büyük bir Allah dostu olduğuna inanıyorum ve ona karşı kötü gün dostu olmak istiyorum.
Farklı tavır alanları birkaç grupta ele alıyorum:
*Hocaefendi ve hizmet hareketini çok iyi tanıdığı hâlde makam, mevki, iktidar gibi gerekçelerle muhalefet eden, her türlü yalan, iftira ve hakareti uygun görenler.
*Hocaefendi ve hizmet hareketinin ülkeye ve dine zararlı olduğuna inanan, yetersiz bilgiyle iftiralara aldanan kimseler.
*Kendi meslek ve meşrebini çok önemsediği için Hocaefendi’ye muhalefet ederken ihlâs ve uhuvvet düsturlarını ihmal edenler.
*Hocaefendi ve cemaatinin kıymet ve ehemmiyetini, yaptıkları hizmetleri takdir etmekle birlikte farklı gerekçelerle susmayı tercih edenler.
Burada en çok vebal altında olanlar, ilk grupta yer alanlardır. Her şeye rağmen zaman en büyük müfessirdir, bekleyip göreceğiz.
Siyasetçiler, makam ve mevki için her şeyi yapabilir. Bugün dost olduğuyla yarın düşman, bugün düşman olduğuyla da yarın can ciğer dost olabilir. Beni en çok hayrete düşüren ve üzen husus, dinî cemaatlerin, bilhassa Risale-i Nur’dan beslenen kardeşlerimizin aldığı tavırdır. Nasıl olur da tahkik ehli olması gereken bir Nur Talebesi, algı operasyonlarına göre düşünebilir?
Ben de Risale-i Nur okuduğum hâlde niçin farklı davrandım?
Çünkü okuduğum Risale-i Nur eserleri, siyasal İslâmın sloganları ve algı operasyonlarıyla değil, uhuvvet, ihlâs ve tesanüd düsturlarıyla hareket etmem gerektiğini gösteriyordu.
Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’ni bizzat görmüş, Risale-i Nur’u okumuş ve yazmış bir ailenin çocuğu olarak 1970’lerden beri hizmetin içinde bulunuyor, istifade etmeye çalışıyorum. İlerleyen yıllarda birçok ayrışmaya yakından uzaktan şahit oldum. Hiçbir ihtilâf bizi mutlu etmedi ve hep yüreğimizden bir şeyler alıp götürdü. Okuduğumuz eserlerdeki ihlâs ve uhuvvet düsturları birliği, beraberliği, dayanışmayı, kardeşliği, sevgiyi ders verdi bize.
İçinde bulunduğum cemaatin farklı olması, hiçbir dinî cemaate düşman olmamı, tenkit etmemi gerektirmezdi. Bunun için hayatım boyunca hep birlikten yana oldum, dine hizmet eden bütün grupları sevdim, yaptıkları hizmetlere taraftar oldum. Nerede bir Allah dostu, bir kanaat önderi görmüşsem eline yapıştım, izin verdiyse elini öptüm, başıma koydum. Risale-i Nur gruplarına da hep sevgiyle kucak açtım, bağrıma bastım, bu hizmetin en küçük bir ferdi olduğumu düşünerek hareket ettim. Çünkü Uhuvvet Risalesi’nde bahsedilen kardeşlik ve birlik rabıtaları her şeyin üzerindeydi ve bize yeterdi. Bir bakıma iş bölümü diyebileceğimiz farklı tarz ve usuller, ayrılığa değil, kardeşlik ve dayanışmaya vesile olmalıydı. Zira dünya çok büyük, yapacağımız çok hizmet var, imana muhtaç milyarlarca insana ulaşmak için çırpınmakla görevliyiz. O büyük idealin yanında her şey küçük kalır.
Ne var ki, dört yıldır Hocaefendi’ye ve cemaatine yapılanlar haksızlıktır. O cemaatin içinde, yürürlükteki hukuka aykırı hareket edenler varsa onları bulup cezalandırmak devletin görevidir. Onları bahane ederek koca bir cemaati suçlamak, hizmetlerini engellemek, okullarını, gazetelerini, televizyonlarını, vakıf ve derneklerini kapatmak yanlıştır, zulümdür, haksızlıktır. Çünkü hem dünyevî hukuk, hem dinî hukuk şu gerçeği haykırır: “Suç, şahsîdir. Birisinin hatasıyla başka birisi, ailesi, memleketi, grubu, cemaati mesul olmaz, cezalandırılamaz.” Bu gerçek, çok ihmal edildiğinden olmalı ki, Bediüzzaman Hazretleri, devlet erkânına ve talebelerine yazdığı birçok mektupta Kur’an’daki şu ayeti defalarca hatırlatmıştır: “Velâ teziru vâziratün vizra uhrâ.” (Fâtır:18) Yani “Hiçbir günahkâr, başkasının günahını yüklenip çekmez.”
Bu süreçte gördüm ki, toplumu ve insanlığı ıslah ve irşad gayretinde olan dinî cemaatlerin büyük bir kısmı, siyasal İslâmın üslûp ve sloganlarıyla hareket etmeye başladılar. Oysa toplumu siyaset eliyle değiştirmeyi prensip kabul eden siyasal İslâmın tepeden inmeci yöntemiyle, irşad ve tebliğ yoluyla tabandan tavana doğru uzanan bir ıslah hareketini benimseyen dinî cemaatlerin usulleri birbirinden farklıdır. Üstelik dünyada siyasal İslâmın iktidara gelip de kendi rızasıyla dinini yaşayan bir toplum inşa ettiği hiçbir örnek yoktur. Bize İslâmı getiren Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de işe siyasetle değil, önce birebir sonra kitlesel tebliğ ve irşad ile başlamıştır. Çünkü Mekke yaşanmadan Medine yaşanmaz. Mekke’nin derin iman inkılâbı hayata tatbik edilmeden Medine’nin idarî ve hukukî yapısı inşâ edilemez.
Bu bakımdan dindar bir nesil yetiştirmek isteyen bir siyasî iktidar, hiçbir cemaatle çatışmamalı, aksine onlara yardımcı olmalı, imkân sunmalıdır. Çünkü her ne kadar devletin de dine hizmet eden kurumları bulunsa da, bunlar resmîdir ve kısmen soğuktur. Oysa gönüllü kuruluşların hizmeti daha sempatik, daha sıcak, daha samimî ve daha tesirlidir. Devletin cemaati olamaz. Devlet bütün cemaatlere olumlu yaklaşır ve yürürlükteki kanunlara göre yardımcı olur. Zamanında dünyanın en büyük İslâm devleti olan ve hilâfeti temsil eden Osmanlı’da bile hayır ve eğitim hizmetlerine koşan 27 bin vakıf vardı.
Bu gerçekten hareketle siyaset-cemaat ihtilâfında benim tercihim, siyaset değil, cemaat olur. Siyasî iktidarın eğitimde ve sosyal hayatta dinî hizmetler yapması, cemaatlerin hizmetlerinin engellenmesini gerektirmediği gibi, cemaatlere karşı yapmış olduğu haksızlıkları da hoş gösteremez.
Gelecek hafta devam edelim inşallah.