Deniliyor ki: Nasreddin Hocaya sormuşlar; “Sen Fârisi bilir misin?” Demiş ki: “Hem bilirim, hem de Farsça şiir söylerim. İşte bakın söylüyorum:
“Yalan dünya eğri-büğrü döner-est
Dostları bırakıp düşmanları sever-est
Lâle, sümbül don bulamaz giymeye
Acı soğan türlü libas giyer-est.”
“Ya Hoca, bunun neresi Fârisî?” demişler. O da “Est’ü, üstü girmedin mi ey teres” demiş.
Şimdi günümüze gelip şu sürece bakacak olursak, Türkiye, yangın yerine çevrilirken, eğer Hoca Nasreddin olsaydı, “Yolsuzluk hırsızlık değildir” diye fetva veren koca koca hocaları da işin içine alarak muhtemelen aynen şöyle derdi:
“Yatlar katlar gırlar gider-est
Gemicikler denizlerde yüzer-est
Paracıklar kutularda gezer-est
Uyun-u sahire bunları görür-est
Ama parayı pulu çok çok sever-est
Düşmanlar icad edip hep söver-est
Ülkeyi fitne ve fesada boğar-est
Bu fırsatta insanları soyar-est
Lâkin gün gelir günahları boğar-est
Günahlara nedir bu kadar heves
Pes doğrusu pes…
Sen ne diyorsun
Daha sayayım mı ey teres…”
Aslında şöyle de bir tesbit var: “Kâte… Yâte… Ve mâte…”
Yani “Ey insanoğlu, katların da olsa, yatların da olsa bütün insanlar gibi sen de ölmeyecek misin? Nedir bu dünya hırsı?” Yunus Emre’miz bizlere demiyor mu?
“Mal sahibi, mülk sahibi!
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan!”
Bu gerçeği niçin göremiyoruz? Üstad Hazretlerinin işaret ettiği üzere, “Dünyanın bin sene mesut hayatı, Cennetin bir saati etmez. Cennet’in de bin senelik hayatı Allah’ın Cemalini bir saat seyretmeye değmez.”
Yani insan, hiç başı, dişi ağrımadan bir sene zevk ve safa içinde dünyada bin sene yaşasa, Cennetin bir saati kadar yaşamış olmaz. Çünkü dünya fânidir. Hem dünyada bütün saraylar onun olsa, bütün giyecekler ve yiyecekler de onun olsa, kaç tanesinde yaşayacak, kaç tanesini giyecek ve ne kadarını yiyecek? Cennet hayatı öyle değil ki, yani sizin mesela bin tane Cennet Köşkünüz olsa, bir anda hepsinde ayrı ayrı zevkler, lezzetler ve hazlar içinde yaşayabileceksiniz. İşte böyle kaliteli bir yaşayış… İşte bin sene böyle bir Cennet saadeti yanında, Allah’ın Cemalini bir saat müşahede etmek, daha yüksek bir saadet. Çünkü Cennetlerdeki saadetlerin kaynağı Cenab-ı Hakkın güzel isimlerinin tecellisi iken, İlahî Cemali seyretmek tecelli değil o tecellilerin sahibi Zatın bizzat Kendisi!..
Hakiki ve tahkiki bir iman ile, Sırat-ı Müstakim üzere takva dairesinde bir hayat yaşamak varken, eğri-büğrü yollarda, hak-hukuk tanımadan zâliman bir fani hayat yaşamanın ne mânası olabilir? Hiç insan şeytanın böyle bir maskarası olabilir mi? Allah, bizi AHSEN-İ TAKVİM üzere en güzel kıvamda ve biçimde yaratıp on sekiz bin / Yirmi Sekiz Bin âlemin minyatür bir numunesi olarak yaratıp donattığı, âhiretin nimetleri tadıp tanıyacak bir mükemmellikte yarattığı halde, böyle bir esfel-i sâfîline düşmek hiç akıl kârı olabilir mi?
Cenab-ı Hak yüz on dört kitabı, yüz yirmi sekiz bin / iki yüz yirmi sekiz bin peygamberleri, hâşâ boşuna mı gönderdi?
Neden ellerimizi başımıza koyup derin derin tefekkür edip bu dünyaya niçin geldiğimizi düşünmüyoruz? Allah bizler akıl-kalb-vicdan gibi harika mekanizmalar vermemiş mi? Bunları niçin çalıştırmıyoruz? Bir gün bütün bu nimet ve lütufların hesabının derin derin sorulacağını neden idrak etmiyoruz? Kendi kendimize “BİZ NEREYE GİDİYORUZ?” diye, niye bir nefis muhasebesine girişmiyoruz? HEEY!..