Safvet Senih / Samanyoluhaber.com
HİZMETTE İLÂHÎ İNÂYET VAR!..
Ömer Özcan Bey “Risale-i Nur Hizmetkârları AĞABEYLER ANLATIYOR-2” isimli değerli eserinde, Hizmete emeği geçmiş ağabeylerimizin hatıralarını naklediyor. Bunlardan birisi de Isparta’nın Sav köyünden Abdülkadir Zeybek’tir. O diyor ki:
“Bir torba dolusu Risale, Sav’da Ali Gül amcama tashih etmesi için veriliyor. Ali Gül, onları tashih ediyor ve ‘Kendi ellerimle Üstad Hazretlerine teslim edeyim’ düşüncesiyle tedbirsizce, bir torbaya doldurup Isparta’ya Üstadımızın evine geliyor. O günlerde de Üstadımız evinin karşısında bekleyip gelen gideni devamlı gözetleyen polis var. Polis hemen Ali Gül’ün elinden tutuyor, ‘Burada ne işin var’ diyerek Karakola götürüyor. Torba da omuzunda asılı. Ama kapıdan girerken Ali Gül torbayı karakolun kapısının dışına bırakıyor. Kendisini sorgulayacak Hâkimin karşısına çıkarılacak. Fakat, Komiser ‘Niçin geldin buraya?’ diye soruyor. Ali Gül amcam, birkaç kelime ile dolaylı bir şeyler beyan ediyor. Komiser ‘Bir daha oraya gitme!’ deyip salıveriyor. Böylece o da çıkarken torbasını tekrar alıyor ve çıkıp gidiyor. Torbaya bakmak akıllarına bile gelmiyor. Böylece bir torba Risale-i Nur müsadere edilmekten kurtulmuş oluyor.
Kuleönlü Sarıbıcak Mustafa (Mustafa Hulûsî) Ağabeyimizin keşfi açıktı. Devamlı dolaşır, dersler yapardı. Halk, onun sohbetine doyamaz, insanlar derslerinden kalkamazdı. O mübarek ağabeyimizde bir hassasiyet vardı, tıpkı Üstadımız gibi; Risale-i Nur’a bir hücum yapıldığında hasta olurdu. 1945’lerde, bir gün Sav’a geliyor ve bir eve misafir oluyor. İkindi vaktine kadar orada ders yapıyor. Ders bitiyor, ikindi namazını kılmak için kalkıyorlar. Sünneti kılıyorlar, o imam olmak için öne geçiyor. Fakat birden ‘pat’ diye yere düşüyor. Halk, ‘Hocam çok mu rahatsızsınız?’ derken, o: ‘Hemen burayı terk edin! Çabuk buradan gidin!’ diye bağırıyor. Sonra da ‘Benim koluma biriniz girsin, beni şu büyük tepeye çıkarın’ diyor. Bu hatırayı anlatan Sav’lı Hasan Çavuş dedi ki: ‘Koluna girim ve onu tepeye götürüp bıraktım. Hakikaten, az sonra baskına geldiler, evi didik didik aramaya başladılar.’ İşte o günler böyle idi.
O zamanda bazı Risale-i Nur talebelerinde keşif ve kerametler açılmıştı. Çobanisa Köyünden Ahmed isminde bir talebe vardı. Ahmed Efendi bir akşam toplu bir sohbet ve tesbihat esnasında gözünü bir noktaya dikiyor, epey bir zaman bakıyor. Hiçbir kimseye bir şey söylemiyor. Ders bitiyor, herkes evine gidiyor. Sabahleyin yanına bir arkadaşını çağırıyor ‘Isparta’ya gideceğiz’ diyor. Gidiyorlar. Isparta’nın Karaağaç Mahallesine varıyorlar. Orada başlıyor akşam gördüklerini takip etmeye. Yani akşam bir noktaya baktığında gördüklerini: (Meğer, görüntü de omuzunda bir çuval olan birisi o yolları yürümüş… ‘İşte şuradan geçti, şu sokaktan çıktı, şu duvardan atladı, şu bahçeye girdi, o kitapları şuraya gömdü’ diyor.) Bahçenin sahibi de bahçede imiş. ‘Amca kürek gibi şeyin varsa, şurayı eşelim.’ diyor. İçi kitap dolu çuvalı çıkarıyorlar. O çuvalı oraya gömen kimse, babasından kalan kitapları, korkusundan oraya gömmüş. Çünkü o dönemlerde, Risale-i Nur, hatta Kur’an-ı Kerim dahi araştırılıp soruşturuluyor.
Çobanisa Köyünde o zamanlarda yaşayan Koruk Efe isimli bir eşkıya var. Çalıp Barlalı birisine sattığı atın parasını almaya geliyor. Dağ tarafından gezisinden dönen cübbeli beyaz sarıklı Üstadı görünce, kim diye soruyor. Barlalılar da ‘O şarktan gelme, değerli bir âlim’ deyince peşinden gidip kapısını çalıyor. ‘Buyurun deyince, ‘Sizin şarklı olduğunuzu duydum. Ben antika meraklısıyım… Eğer antika tabanca ve kasatura gibi bir şeyin varsa alıvereyim.’ diyor. Hz. Üstad onun yüzüne bakarak, ‘Sana, YÂ BÂKÎ, ENTE’L-BÂKÎ vereyim’ diyor. Cahil eşkıya, bu ne demek diye düşünürken, Üstad, o mübarek isimlerin tefsirini yapıveriyor: ‘Seni, beni ve bütün alemleri yaratan Hâlık’ımın dostluğunu vereyim sana’ diyor. Koruk Efe’ye bir heyecan basıyor. Kriz gelip yere düşüyor. Hz. Üstad, tavana ibret ve tefekkür için astığı üzümlerden bir çıngıl koparıp birer birer taneleri ağzına veriyor. Sonra kolundan tutup, ‘Sana müsaade artık… Ama o atın parasını alma. Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî okuyarak evine git’ diyor. Bu keramet karşısında içi hıçkırıklarla dolu dışarı çıkıyor: ‘Şu Barla’nın sokaklarına çıkayım da bağıra bağıra bir ağlayayım’ diyor. Öyle de yapıyor ve ‘Ben bu güne kadar ne yaptım, bu ömrü niye boşuna geçirdim, niye bunca günahları işledim’ diyerek ve ‘Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî’ okuyarak eve geliyor… Düzgün bir Müslüman ve Nur talebesi olduktan sonra, başında namaz takkesi var diye şapka kanununa muhalefetten kendisini Mahkemeye veriyorlar. Koruk Efe savcıya: ‘Ben eşkıyalık yaptım, hırsızlık yaptım, sarhoş gezdim, ahlaksızlık yaptım, tuttunuz getirdiniz. Tamam bunlar yanlış yol… Şimdi Müslümanlığımı yaşayayım diyorum, yine tutup beni buraya getiriyorsunuz. Yahu savcı bey! Varsa başka bir yolunuz, onu gösterin de ben de o yoldan gideyim!’ diyor. Savcı onu getiren jandarmalara: ‘Bu adamı niye getirdiniz?!’ diyerek salıveriyor…
Peki şimdi yapılan zulüm ve gadirler bunlardan farklı mı?..
Safvet Senih