Toplumsal Radikalleşme Eğilimi ve Gülen Hareketi
Türkiye son üç yıldır nefes kesen bir hızla ve hatta Türkiye sathı dışına da taşmış olan bir mücadeleye sahne olmakta. Bu mücadele bir tarafta küresel düzeyde aktif olan Gülen Hareketi ile diğer tarafta siyasal İslamcı gelenekten gelen AK Parti arasında cereyan etmekte.
Gerek Türkiye kamuoyu gerekse de uluslararası basından meseleyi takip edenler, yaşanmakta olan bu eşitsiz mücadelenin derinliği ve evrildiği yöne dair kaygılarını farklı şekillerde dile getirdiler.
Fakat, genel bir kabul olarak şunu belirtmek gerekir ki, 15 Temmuz darbe girişimi ile birlikte ülkedeki siyasal ve sosyolojik atmosfer sadece Gülen Hareketi için değil, aynı zaman da AK Parti hükümeti içinde tamamen değişti.
Cumhurbaşkanın kendi ifadeleri ile tanımladığı ‘’Allah’ın bir lütfu’’ olan darbe girişimi, Erdoğan’ın seküler rejimin son bekçisi olan ordu içerisinde etkisini sağlamlaştırdığı ve kendi yönetimine karşı eleştiri üreten tüm sosyal kesimleri de devam eden ‘’olağanüstü hal’’ rejimi ile susturmayı başardığı bir can simidi olarak idrak edilmekte.
Özellikle, Gülen Hareketi’ne karşı son üç yıldır devam eden ve 15 Temmuz sonrası kritik eşiklere ulaşmış olan sosyal temizlik (social cleansing) açıkça gösteriyor ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan Gülen Hareketi’ni tamamen etkisizleştirme uğruna daha da büyük maliyetlere katlanacak gibi görünüyor.
Fakat, Gülen Hareketi’ni kalıcı olarak susturma gayreti, şüphesiz beraberinde bir çok toplumsal sorunu da ortaya çıkarmakta.
Toplumsal Radikalleşme Trendi ve Batı Karşıtlığı
15 Temmuz darbe girişiminin siyasal sonuçları bir çok toplumsal dinamik üzerinde son derece yıkıcı tahribatlar oluşturmaya başladı bile.
Türkiye’nin son üç yıldır binlerce radikal İslamcı grup için bir limana dönüştüğü gerçeğinin yanı sıra, özellikle son günlerde artan toplumsal radikalleşme trendi, Türk toplumunun geleneksel sosyal dokusunun ne derece menfi bir değişim ile karşı karşıya kaldığını açıkça ortaya koymakta. Toplumsal dokuyu tehdit eden bu değişimin en kritik merkezi her türlü toplumsal şiddet ile arasına mesafe koyan Anadolu’nun geleneksel İslam anlayışının tahrip edilmesi olarak ifade edilebilir. Bu değişim, devletçi paradigma ile bezenmiş Türk ulusalcılığı ve İslamcılığı kalıplarına uymayan farklı kesimleri ötekileştirirken, bu kesimlere karşı yer yer şiddete dönüşme eğilimi de göstermekte.
Bahsi geçen bu toplumsal radikalleşme trendi esasen iki önemli ayak üzerine inşa edilmekte. İlk olarak, siyasi erk ve temsilcilerinin özellikle Batı karşıtı ve siyasal İslamcı bir retorikle her gün yüzlerce hatta binlerce açıklama yapmaları, meydanlarda on binlere hitap etmeleri, bu söylemin toplumda bir karşılık bulması sonucunu doğurmakta.
Bir çok Batılı siyasal gözlemci Erdoğan’ın bu yılın başında sarf ettiği; ‘’Kimse 1000 yıl önce hak ve batıl arasında başlayan mücadelenin sona erdiğini düşünmesin. Sakın ha, 1000 yıl önce topraklarımıza göz dikenlerin emellerini unuttuğunu düşünmesin. Bu uzun soluklu savaş devam ediyor ve devam edecek’’ sözlerini duyduklarında büyük bir şok yaşadıklarını, ve bu sözlerin medeniyetler çatışmasına davetiye çıkardığını belirtmişlerdi.
Maalesef, benzer nefret söylemleri farklı siyasiler tarafından da dile getirildi. Çok yakın bir örnek olması sebebiyle, Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi’nin Gülen Hareketi mensuplarını hedef göstererek binlerce insana yaptığı bir konuşmada ifade ettiği şu sözler toplumsal radikalleşmenin boyutlarını bir kez daha gözler önüne seriyor; ‘’Bu hainler millet nasıl istiyorsa öyle cezalandırılacaklar. Yalnızca ölüm cezası da değil, bunları öyle bir cezalandıracağız ki, kendilerini gebertmemiz için bize yalvaracaklar’’.
Sosyoloji tarihi bu tarz radikal söylemlerin çoğunlukla radikal hareketlenmeleri de beraberinde getirdiği uyarısında bulunuyor. Özellikle, bugüne kadar toplumsal aşırıcılığın her türlüsü ile mücadele eden Gülen hareketi gibi kapsayıcı bir grubu toplumsal alanın dışına cebren çıkarma çabası, boşalan bu sosyal alanın radikal gruplarca istila edilmesini ve nihai olarak toplumsal bir radikalleşme trendini ortaya çıkarmakta.
Bu trendin en son örneklerinden biri de yakın günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın evinin önünde Gülen hareketi mensuplarını hedef alan selefi tandanslı olduğu anlaşılan bir imamın yaptığı konuşmada ifadesini buldu. İmam; ‘’Bu hainlerden aldığımız her şey bu ümmetin malıdır. 15 üniversite hepsi sizindir. Hastaneler sizindir. Bin okul hepsi sizindir. Alın, hayrını görün’’.
Şüphesiz, bu ve benzeri aşırı söylemlerin toplumsal bir karşılığının olması, bu ifadelerin kurumsal yapılar tarafından desteklenmelerine bağlı. Bir çok güncel uluslararası ve ulusal rapor, Türkiye’de varlık gösteren onlarca IŞİD ve benzeri grupların kurumsal yapıları olduğuna işaret etmekte. Bu kurumların son derece etkili çalıştıkları ve özellikle 2016 yılı itibari ile IŞİD gibi radikal İslamcı gruplara olan toplumsal desteğin %23’ler civarına ulaştığı belirtilen diğer kaygı verici hususlar arasında.
15 Temmuz darbe girişimi sonrası radikalleşme devinimini hızlandıran ve daha da derinleştiren diğer önemli etmenlerden biri de hali hazırda devam eden olağanüstü hal rejimi. Çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerle pozitif bilim ve seküler müfredatı uygulayan binlerce okul imam hatip lisesine dönüştürüldü. Bu gelişme şüphesiz Avrupa’da da son derece kaygıyla takip edilen önemli diğer bir husus.
Bir çokları Türkiye’de yaşanan toplumsal radikalleşmenin etkilerini ve derinliğinin sınırlarını tartışabilirler, fakat bağımsız gözlemcilerin raporları, uluslararası saygın kurumların sunumları gösteriyor ki nüfusunun çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu tek NATO ülkesi olan Türkiye derin bir toplumsal radikalleşme trendi ile karşı karşıya ve bu kritik gelişme ülkenin seküler karakterini de çok ciddi bir şekilde tehdit etmekte.