tr724 yazarı Bülent Keneş son günlerde sıkça tartışılan 'şeffaflık' konusunu köşesine taşıdı. İşte o yazı:
AH ŞU ŞEFFAFLIK MESELESİ!
Uluslararası Şeffaflık Derneği’nin (Transparency International) resmi web sitesinde yer alan tanıma göre şeffaflık; kararların, kurallar ve düzenlemeler doğrultusunda alınması ve uygulanması, alınan kararlardan etkileneceklerin bilgiye erişiminin sağlanması ve bu bilginin de ulaşılabilir, anlaşılır ve somut olması prensibidir.
Evveliyetle ilkeyi koyalım: Kamu idaresinde yani devlet yönetiminde “devlet sırrı”, “maslahat gereği”, “hikmet-i hükümet” diyerek gizli saklı tutulan alan ne kadar az, hesap verilebilir yani şeffaf alan ne kadar genişse o kadar iyidir. Bu ilke devlet mekanizmaları için olduğu kadar, devlet kadar olmasa da, kamu hayatını etkileyen şirket, kurum, kuruluş ve oluşumlar için de farklı ölçeklerde geçerlidir.
Ancak, insanların felsefi, siyasi ya da dini tercihi, cinsel tercihi, aile yaşantısı, yaşam tarzı gibi bireysel tercihlerini ve özelini ilgilendiren alanlarla ilgili şeffaflık beklentisine girmek abesle iştigaldir. Değerler hiyerarşisinde özel hayatın ve bireyin mahremiyetini (privacy), inanç ve vicdan hürriyetini korumaya özen göstermek şeffaflık beklentilerinden önce gelir.
AYRIMCILIK SUÇUNUN SUÇ OLARAK GÖRÜLMEDİĞİ BİR YERDE ŞEFFAFLIK
Hele hele ayrımcılık suçunun suç olarak görülmediği; insanların etnik, dinsel, sosyal, cinsel, kültürel ve benzeri kimliklerinden dolayı insanlık dışı cadı avlarına maruz kaldıkları bir toplumsal kültürün olduğu yerlerde bireylerin fikrî, vicdanî ya da hayat tarzına dair tercihlerini açıklamaya zorlanması ne demokrasi, ne insan hakları, ne de şeffaflık ilkeleriyle bağdaştırılamaz.
Devlet, kurum, kuruluş ya da şirketlerden farklı olarak sosyal hareketler ve cemaat yapılanmaları tabiatları gereği özel ile genelin, mahrem ile kamusalın hatlarının net olarak ayrışmadığı gri alanlardır. Bu alana girenlerin inançlarını, şahsi tercihlerini ikrara zorlanması çoğulcu demokratik değerlere aykırıdır. Temel insan hak ve özgürlüklerinin ihlalidir. Gelişmiş Batı demokrasilerinde insanları inanç ve tercihlerini açıklamaya zorlamak doğrudan ayrımcılık suçunun temeli olarak kabul edilmektedir.
Bu konuyu ilkesel bazda, felsefi ve akademik düzlemde daha da detaylandırabiliriz. Ancak, esas meselemize gelmeyi geciktirmemek için şimdilik bu kadarıyla yetinelim. Malumunuz, bir kısmı art niyetli, bir kısmı iyi niyetli olmak üzere sürekli olarak Hizmet Hareketi’nin şeffaflığı konusu gündemde tutuluyor. İlke gereği, elbette ki kamuyu ilgilendiren boyutları itibariyle, Hizmet Hareketi’nin sınırsız şekilde şeffaf olması gerektiğini düşünenlerdenim.
HİZMET HAREKETİ, ŞEFFAFLIKTA MUADİLLERİNİN ÇOK ÇOK İLERİSİNDEYDİ
Ancak, Türkiye gibi etnik kökeninden, dinsel, düşünsel, cinsel tercihlerinden dolayı ilkel cadı avcılığının milli spor, aynı gerekçelerle adam asmacanın gündelik eğlence olduğu bir toplumda bunun ne kadar yapılabileceği tartışmalıdır. Kaldı ki, Hizmet Hareketi sosyal gelişimine paralel olarak özellikle son 10 yılında bu konuda Türkiye’deki diğer toplumsal kesimlerle, hele hele diğer cemaat-bazlı oluşumlarla, mukayese edilmeyecek derecede ileri bir noktadaydı.
Hizmet’e yakın insanların kurdukları ve yönettikleri medya şirketleri, eğitim kurumları, iş örgütleri, sendikalar, dernekler ve vakıflar Türkiye’deki yasal zorunlulukların da ötesine geçecek düzeyde bir şeffaflaşma arayışını temsil etmekteydi. Kurumsal düzlemde olması gereken de buydu ve bu konuda yapılanların bugün görmezden gelinmesi ne insafla ne de vicdanla bağdaştırılamaz.
Mesela, tek tek her müşterisini faturalandırıp kayıt altına alan, bu bilgileri uluslararası denetim kurumu BPA’nın sınırsız denetimine açarak her yıl tiraj denetimini, Türkiye’deki çarpık kriterlere göre değil, çok daha objektif ve ileri seviyedeki uluslararası tiraj denetimi ilkelerine göre yaptırarak sonuçlarını okuyucuları ve kamuoyu ile paylaşan Zaman gazetesi, bu yöndeki çabalara iyi bir örnektir.
Türkiye’deki başka hiçbir medya organının cesaret edemediği bir işi yapıp ortaya koyduğu somut gayrete rağmen Zaman gazetesinin tirajı üzerinden yapılan spekülasyonlar, karalama çabaları sona mı erdi? Tabii ki hayır. Ama, başkalarının art niyetli karalama çabalarını esas alıp sahadaki somut gerçekliği yok saymak ve Zaman gazetesinin tiraj meselesinde olduğu gibi şeffaf yönetilmediğini iddia etmek ne kadar insaflı olur?
ŞEFFAFLIKTAN, MÜKEMMELİKTEN SUÇ ÜRETİLEN BİR KARANLIK DÜZEN
Kaldı ki, Doğan Medya Grubu’na milyarlarca dolarlık vergi cezası kesildiği (ki bu ceza Doğan Medya Grubu yayınlarının bugünkü haline gelmesine yol açacak şekilde yürütlen kirli pazarlıklarla üç-beş kuruşa düşürülmüştür) dönemde ve 17/25 Aralık’tan sonra Maliye Bakanlığı’nın vergi ekiplerinin Zaman gazetesinde aylarca otak kurduğunu, bütün mali belgeleri didik didik ettiğini, ama mali suç ya da vergi kaçırmayı çağrıştıracak herhangi bir ize rastlamadığını da burada kayıtlara geçirmek gerekiyor.
Zaman gazetesi sadece basit bir örnek. “Her şeyin aşırı mükemmel olduğu, bu kadar mükemmelliğin hayatın normal akışına ters olduğu” gibi ahlaksızca bir gerekçeyle el konulan Koza-İpek Grubu vakasında olduğu gibi, Hizmet’e yakın insanlara ait diğer şirketlerin, kurum ve kuruluşların şeffaflık ve hesap verebilirlik konusunda belki fazlası vardır, azı yoktur.
Hizmet Hareketi, iş dünyasında TUSKON ve bağlı dernekleri üzerinden, emek dünyasında onbinlerce üyesi olan sendikalar üzerinden, eğitim dünyasında yüzlerce okulu ve eğitim kurumları üzerinden, sosyal-kültürel-entelektüel hayata dair farklı dernekler ve vakıflar üzerinden şeffaf şekilde örgütlenen bir toplumsal oluşumdu.
Ülkedeki cari hukuk sistemi çerçevesinde somut suç teşkil eden hiçbir şey bulunamadığı için Hizmet Hareketi’ni hukuk çerçevesinde ve meşru yöntemlerle yok etme çabaları hep akim kaldı. Hizmet Hareketi kurum ve kuruluşlarına yönelik her hamle ise ancak ulusal ve uluslararası hukukun ihlali ve vahim anayasal suçlar işlemek suretiyle mümkün olabildi.
Hizmet Hareketi’ne ve ilintilendirilen kurum ve kuruluşlara suç isnad etmek için hayatın olağan akışı içerisinde herkesin hergün yapageldiği para yatırma, çocuğunu yasal bir okula kaydetme, yasal bir gazeteye abone, yasal bir derneğe/sendikaya üye olma veya bir yayın organını boykot etme gibi sıradan fiiler sanki birer suçmuş gibi lanse edilerek resmen ve sistematik olarak suç uydurma suçu işlendi.
Erdoğan’ın “Allah’ın bir lütfu” olarak kurguladığı darbe girişimi sonrası hukukun ocağına kibrit suyu döktükten sonra “OHAL olmasaydı biz bunlarla bu şekilde mücadele edemezdik” itirafını tarih mutlaka utançla ve lanetle yad edecektir.
HİZMET HAREKETİ’NİN BÜROKRASİDE ŞEFFAFLIĞI NE KADAR MÜMKÜN?
Sivil hayata bakan yönüyle benzeri oluşumların çok ötesinde şeffaflığa ve açıklığa önem veren Hizmet Hareketi’nin belki en zayıf ve en kırılgan yönünü de bu özelliği oluşturuyordu. Bir örgüt değil, gönüllülük esasına dayalı bir sosyal hareket olduğu için ilk fırsatta kendisine ihanet edecek onlarca, yüzlerce çıkarcı riyakarın da kendi saflarındaymış gibi görünmesi karşısında herhangi bir önlem alamadı. Alamazdı da. Gönüllülük esaslı yapılan hayır işlerinde “bu işte ben de varım” diyene, “hayır, sen yoksun” demeye kimsenin hakkı ve cüreti olmadı. Olamazdı da.
Ailesi ve yakın çevresi ile birlikte muazzam bir yolsuzluk ve rüşvet skandalında suç üstü yakalandığı 17/25 Aralık 2013’e kadar Erdoğan’ın Hizmet Hareket’inin “terör örgütü” olduğuna dair tek bir ifadesi bulunmuyor. Diyelim ki Erdoğan, iftira etmiyor ve uydurduğu bu alçakça ithamda haklı. Siz hiç bir terör örgütünün dernekler, sendikalar, vakıflar şeklinde şeffaf şekilde örgütlenerek üye listelerini devletin ilgili tüm birimlerini verdiğini hiç gördünüz mü? Bu nasıl bir terör örgütüdür ki, kendisine yakın on binlerce öğretmeni, memuru, işçiyi listeleyip isimlerini devlete versin?
Şimdi denilecek ki, “Ee ama Hizmet Hareketi kamuda ve özellikle yargı ve silahlı bürokraside çalışan kamu görevlileri konusunda hiç şeffaf değil.” Peki nasıl olsun? Hizmet Hareketi, hangi kritere göre buralarda çalışan insanlar “bizdendir” desin? Böyle bir kriter mi var? Peki kim şu ya da bu “bizdendir” diyecek? Ortada bir örgüt mü var ki bunu diyecek hiyerarşik bir otorite olsun? Bir kendini bilmez çıkıp da böyle bir şey dese buna ilk itiraz edecek olan hakkında böyle bir şey denilen kişi olmaz mı? Ne hakla, kimin haddine?…
Bakın beyler, kendinize gelin!.. Hizmet Hareketi, ileri seviyede ahlaki ve insani ilkeleri olan, gönüllülük esaslı olarak kapıları herkese sonuna kadar açık bir sosyal oluşumdur. Şu ya da bu fiileri, şu ya da bu miktardaki mesai ve emekleriyle gönüllülük esaslı olarak böyle bir oluşumun şurasında ya da burasında yer alan kişilerin tek kimliğini belirleyenin Hizmet Hareketi’ne mensubiyetleri ya da yakınlıkları olduğunu söylemek de müthiş had bilmezlik ve abesle iştigaldir. İki satır sosyoloji okuyanlar iyi bilir ki, bir kişi aynı anda pek çok kimliği birarada taşıyabilir. Farklı zamanlar ve durumlarda o kimliklerinden bir tanesi öne çıkabilir. Yeri geldiğinde kimliklerinden birisini diğerine tercih edebilir.
İNSANLARIN TEK KİMLİĞİNİN “HİZMET” OLDUĞU İDDİASI HADSİZLİKTİR
Yani bir kişi Hizmet Hareketi’nin salık verdiği ahlaki ve insani değerlere kıymet verip bu çerçevede gönüllülük esaslı olarak her türlü hayır işine koşturabilir. Aynı insan aynı anda bir polis, bir yargıç, bir kaymakam, bir gazeteci, bir işadamı, bir doktor veya herhangi bir meslek grubundan olabilir. Aynı kişinin, aynı zamanda, bir anne, bir baba, bir oğul, bir kız evlat, bir kardeş, bir teyze, bir dayı, bir amca vesaire olması da hayatın normalidir. Aynı kişinin birilerinin komşusu, birilerinin arkadaşı, avcı, çevreci, feminist, sporcu olması da mümkündür. Ve aynı kişi aynı zamanda liberal, sosyal demokrat, Komunist de olabilir vesaire…
Bunların her biri ve daha pek çok benzeri her insanın tercihine göre taşıdığı kimlik şapkalarıdır. Bunlardan hiçbiri tek başına o kişinin kimliğini ifade etmeye yetmeyeceği gibi o kişinin Hizmet Hareketi’ne yakınlığı da tek başına o kişinin kimliğini oluşturmaz. Toplumsal konumuna göre Hizmet Hareketi’deki yerini tanımlayan gönüllülük kimliği ile anne, baba, evlat olmaktan kaynaklanan kimlik ve rolleri aynı anda yürüyebilir. Böyle bir kişi şayet görevini ve işini hukukun belirlediği yetki ve sorumluluklar çerçevesinde objektif olarak yerine getiriyorsa onun polis, yargıç, savcı, öğretmen, memur, işçi olarak yaptığı işlere anne, baba, evlat, avcı, sporcu, komşu olma kimliklerinin etkisi ne kadarsa Hizmet Hareketi’ne beslediği sempatinin ya da faaliyetlerine gönüllü katkı verme çabasının da etkisi ancak o kadar vardır. Gerisi laf-ı güzaftır.
Burada önemli bulduğum bir tanıklığımı ifade ederek konuyu kapatacağım. 2013 yılı Aralık ayı sonlarında Zaman gazetesi New York’ta meşhur Grand Central istasyonunda bir fotoğraf sergisi açacaktı. Sevgili Selahhatin Sevi ve arkadaşlarının organize ettiği bu serginin açılışında Feza Gazeteciliği kurumsal olarak şahsımın temsil etmesi istenmişti. Gittim. Takdir edersiniz ki 17/25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet rezaletinin en ateşli olduğu günlerdi.
“İNSANLAR İRADELERİNİN HAKKINI VERİYORSA BUNA KİM NE DİYEBİLİR?”
Açılışı yaptık ve yanılmıyorsam 27-28 Aralık gibi hazır oralara gitmişken Fethullah Gülen Hocaefendi’yi de ziyaret etmek istedim. Ziyaretim esnasında 17/25 Aralık operasayonları ile ilgili hükümet çevrelerinde dile getirilen hakkındaki iddiaları da sordum. “Bilgisi var mıdır? Nedir, ne değildir?” diye. Orada birkaç arkadaşın da şahit olacakları şekilde Hocaefendi, kamuoyuyla da defalarca paylaştığı gibi, “operasyonları yapanların binde birini tanımam,” dedi. “Ama insanlar, yasal yetki ve sorumlulukları çerçevesinde, bulundukları konumların gereğini yapıyorlarsa ve bu anlamda iradelerinin haklarını veriyorlarsa buna kim ne diyebilir?” diye de eklemeyi ihmal etmedi. Hocaefendi’nin bu sözlerini dinleyince tam da kendisinden beklenebilecek kıvamda doğru bir tavır olduğunu düşünmüştüm.
Daha önce hiç birini tanımadığım halde 17/25 Aralık operasyonları sonrası mağdur duruma düştükleri için gazetecilik refleksiyle tanıştığım birkaç polisten biri olan ve şimdi haksız yere tutuklu bulunan Yasin Topçu’nun (meğer diğer pek çok polis amiri gibi İstanbul-Halkalı’da benimle aynı sitede oturuyorlarmış. Olaylar patlak verdikten aylar sonra öğrenmiştim.) ileriki aylarda konuk aldığımız bir TV programında 17/25 Aralık operasyonları ile ilgili anlattıkları da Hocaefendi’nin söylediklerini teyid eder nitelikteydi.
Sözkonusu operasyonlar yıllar önce bir harfiyat mafyası meselesine yönelik soruşturma ile başlamış ve kirli ilişkiler sistematiği aşama aşama genişleyerek Reza Zarrab’a ve Erdoğan’a kadar uzanmıştı. Topçu ve amiri Yakup Saygılı ise polislik mesleğinin onur ve izzetine yakışır şekilde sınırlarını yasaların belirlediği yetki ve sorumluluklarının gereğini yapmış ve iradelerinin hakkını vererek ve sonuna kadar gitmişlerdi.
ZULÜM BEBEKLERE, CENİNLERE UZANMIŞKEN ÖNCELİĞİMİZ NE OLMALI?
17/25 Aralık’ta olan buydu. Bu operasyonları yapanların solcu mu, sağcı mı, İslamcı mı, Alevi mi, Kürt mü, Türk mü, eşcinsel mi, Hizmet Hareketi’ne yakın mı değil mi olduğunun anlamını yitirdiği nokta da burası zaten. Yasalar çerçevesinde görevini hukukun objektif gereklerine göre yapan namuslu ve dürüst kamu görevlilerinin diğer kimlik şapkalarının hakikaten yaptıkları görev açısından ne önemi olabilir ki? İnsanların mesleklerine ve konumlarına dair görevlerini, yani polisliklerini, savcılıklarını, hakimliklerini, doktorluklarını, öğretmenliklerini vesaire, yasal yetki ve sorumlulukları çerçevesinde yapanların mesleki kimlik şapkalarının ötesinde diğer pek çok sosyal kimlik şapkaları hakikaten kimin neden umurunda olsun?
Suç üstü yakalanmış bir harami siyasiler çetesinin hukuku yok saymak suretiyle hayatın olağan akışı içerisinde herkesin yapageldiği suç olmayan eylemleri ve tasarrufları suçmuş gibi göstererek suç uydurması üzerinden yaptığı zulümlere hak verir şekilde sürekli olarak Hizmet Hareketi’nin özeleştiri yapması, daha şeffaf olması konusunu gündemde tutanlar yapılan zulümlere şöyle ya da böyle meşruluk kazandırdıklarının bilmem ne kadar farkındalar? Evet sonuna kadar şeffaflık ve hatalara dair özeleştiri olsun… Olsun olmasına ama önce fikri cehdimizi, zaten kısıtlı olan mesai ve enerjimizi kirli elleri ana karnındaki cenine, yeni doğmuş beşikteki bebeklere kadar uzanan şu insanlıktan çıkmış zulüm ve nefret jenaratörünü durdurmak yönünde harcasak daha iyi olmaz mı?
Yazının tamamı için:
http://www.tr724.com/ah-su-seffaflik-meselesi/