VEYSEL AYHAN- TR724.COM
Bediüzzaman Hazretlerinin çok önemli bir cümlesi şudur:
“Asıl musibet ve muzır musibet, dine gelen musibettir… Fakat dinî olmayan musibetler, hakikat noktasında musibet değildirler.”
Şimdi seküler (dini olamayan) bir bakış açısıyla baktığınızda bu cümleyi kabullenmeniz mümkün değil. Eğer ahiret inancınız yoksa her musibet musibettir. Her bela gerçekten beladır. Ve bu “inanç” mistik ve metafizik bir bakış açısıdır.
Fiziğe, metafizik delil getiremezsiniz.
Metafiziğe ise fiziki deliller suni ve yapmacık kalır.
Hizmet’in kaynağı, motoru, gücü maneviyattır. Bu ayrımı baştan yapmazsanız Kur’an’daki kıssaların anlatılması bile sizi rahatsız eder. Sahabi hayatı ve örneklenmesi itici gelir. Hadis duyduğunda “Niye bu argümanlar” falan dersiniz. Oysa bunlar Hizmet’in ta kendisidir. Manevi sütunlarıdır.
Sizce aşağıdaki musibetlerden hangileri Hizmet için beladır, gerçek musibettir ve Hizmet’i bitirir?
1- DÜNYEVİ MUSİBETLER
– Hapse girmek,
– İşten atılmak,
– Sürgüne gitmek,
– Mal ve mülkü gasp edilmek,
– Ailesinden mahrumiyet,
– Çocuklardan ayrılık…
Dünya tarihinde şu altı maddenin bitirdiği bir iyilik hareketi yok. Bilakis hemen her sosyal hareket bu tür zulümler sonrası katlanarak büyümüş.
2 – UHREVİ MUSİBETLER:
– Güç zehirlenmesi,
– Kibir, caka satma
– Bina-perestlik
– Makam-perestlik
– Yalanla “hizmet”
– “Batıl vesile” ile Hakka hizmet
– “Biz’leme” (grup enaniyeti ve egosu)
Birinci grup musibetler dünya hayatındaki fani mahrumiyetlere sebep olur. Ama cenneti netice verir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “musibet” değildir. Ama ikinci grup uhrevi musibetler insanın tüm hasenesini silip süpüreceği gibi ahiretini de bitirebilecek gerçek belalardır.
Mesela kibirli olacağıma kanser olsam daha iyi…
Yalan ve batıl vesilelerle hizmet edeceğime verem olsam daha iyi…
Güç zehirlenmesiyle adaleti duygusunu kaybetmektense bir an önce ölsem daha iyi…
Biz Allah’tan dünyada ve ahirette “hasene” (iyilik, sihhat ve afiyet) isteriz. Duamız budur. Ama musibetler çıkıp geldiğinde ise sabrederiz.
Bu sıkıntılara düçar olanlar sabırla mükelleftir.
Mağdurlara yakışan sabır ise dışarıda kalanlara düşen ise dua, gözyaşı ve ölesiye el uzatmak, yardım etmek için koşmaktır.
ŞEKERLE NEYİ TERBİYE EDEBİLİRSİNİZ Kİ?
Bu imtihanlar bize mahsus değil. Hz. Yusuf’un bir peygamber olarak Allah’ın nazarında değerini biz takdir edebilir miyiz?
Daha çocuk yaşta çölün ortasında yılanın çiyanın olduğu bir kuyuya atılıyor.
Köle pazarında satılıyor.
Afif olmanın bedeli (!) olarak 7 yıl zindanda kalıyor. Niye 7 uzun yıl?
Bana kalsa derim ki: “6 ay, olmadı 2 sene yeter.” Ama öyle olmuyor. Herkes makamına göre, Allah’ın takdir ettiği hizmet mecrasının gereği kadar veya başka saiklerle kalıyor. İnsan şekerle, balla terbiye olmuyor, tekamül etmiyor.
İnsanın tekamülü için uzun bir çile dönemi vazgeçilmez bir katalizör.
Hz. Yusuf, 7 yıl ufunetli, nemli, bin bir haşeratın kol gezdiği Mısır zindanlarında kalıyor. “Öf” bile demiyor.
Hz. Yusuf’a sorsak: “Hayat hikayenin yani ‘kıssa’nın neresiyle, hangi bölümüyle daha çok iftihar edersin?”
Ne derdi acaba?
“Kuyuya düşüş”le mi,
“Esir olup satılmak”la mı,
“İffetini muhafaza gayreti” ile mi,
“Zindanda 7 yıl geçirmek”le mi,
Yoksa “Mısır hazinelerine vezir olmak”la mı?
Buyrun tahmin edin.
Peki Hz. Yusuf’a desek ki: “Sana hayat hikayenin bir kısmını silmek imkanını versek yani o kısmı yaşamamış olacaksın.”
Yaşamamış olmak istediğin bir kısmı var mı?
Mesela “zindan bölüm”ünü siler miydi?
Belki bilakis şunu derdi: “Allah o mahrumiyet ve mazlumiyet günlerimde öyle nimetler verdi ki bir başka yerde onu elde edemezdim.”
Dünyanın zati bir değeri olsaydı Allah, bu sevgili kuluna bunları çektirir miydi?
Ne kadar önemli bir hadistir:
“Herkesin çile ve ıstırabı Allah’a kurbiyetiyle orantılıdır. “Belânın en şiddetlisi, en çetini, en başa çıkılmazı Peygamberlere, sonra da sırasıyla (Allah’a yakın) insanlara gelir” Tirmizî, zühd, 57.
CENNET’E EFENDİLİK…
Cennet kadınlarının efendisi Hz. Hatice validemizin (r.anha) Allah nazarındaki değerini kim takdir edebilir?
Küçük bir anekdot: Efendimiz Hira’da uzlete devam ettiği zamanlardır. Hz Hatice çoğu zaman Mekke’den çıkar o uzun sarp yokuşu tırmanır, yemek taşırdı. Bir gün Cebrail (a.s.) geldi. “Şu uzakta görünen ve gelen Hatice’dir. Yanında içinde yemek olan kap var. Yanına geldiğinde ona Rabbi’nin ve benim selamımı söyle. Ve ona cennette inciden bir saray müjdele” der.
Hz Hatice (r.anha) budur.
İşte bu kutlu validemiz ilk vahyin gelmesiyle birlikte hiç gün yüzü görmedi. 3 yıl Şi’bi Ebu Talip’te boykot yıllarında her gün ızdırap yudumladı. Aç kaldı. Gönlü o yoklukta çocuklarının ağlayış ve ıstırabıyla dağlandı. Çok zengin ve varlıklıydı. Tüm varlığını o dönemde kaybetti.
O kadar ağır bir dönemdi ki, 3 yıl bitmek üzereyken artık hayatta kalmaya takati kalmamıştı, vefat etti.
Ama Allah’ın rızasını kazandı, cennette kadınların efendisi oldu.
GÖRMEZ AİLESİ
Şimdi benzer ıstırap ve çileleri çeken binlerce kadın var.
Sadece bir örnek kafi:
Görmez ailesi. Fatma Görmez. Videosunu seyrettiğinizde bir çektiklerine bakıp ıstrapla ağlayacaksınız bir de o muazzam sabrı ve tevekkülü ile Hz. Hatice’nin dizi dibinde oturduğunu görecek bu defa da sevinçten ağlayacaksınız.
Süreç binlerce Fatma Hanım’ın içinde taşıdığı velayet istidadını ve sahabi keyfiyetini açığa çıkardı.
Hapishanelerde işkence gören, vefat eden yüzlerce Gökhan öğretmen var.
Bu mazlum insanları Abdullah b. Hüzafetü’s-Sehmî’lerin, Zübeyr b. Avvam’ların yanına koymayıp da nereye koyacaksınız?
İffetini korumanın bedeli hapse düşen Hz. Yusuf misali, dürüstlükle vazifesini yaptığı için zindana atılan binlerce masum var.
Bu insanlar herhangi bir yanlışlıklarından dolayı hapse girmediler
Kader bu insanların içlerinde meknuz sonsuz bir hayatı kazanma istidadını açığa çıkarıyor. Her biri insani kemalat semasında sahabenin izdüşümü burçlara yükseliyor.
DÜNYA TARLASINI 2. DEFA SÜRMEK
Sürgüne gidenler, ilk muhacirlerin yolunu takip ediyor. Daha hafif bedellerle yol alıyorlar.
Malı – mülkü gasp edilenler, her şeylerini sonsuzla takas ediyor.
Ali Kervancı’lar, Ali Akbulut’lar, Ali Açıl’lar, Akın İpek’ler; Ali Rıza Bey’ler, İzzet Bey’ler ve daha binlerce emsali… Bunlar, birilerinin yanlışlığına veya kendi yanlışlıklarına binaen bu mağduriyetleri ve mahrumiyetleri yaşamadı.
Doğruluk ve dürüstlüğün “günah” sayıldığı bir atmosferde bu “günah”larının bedelini ödediler ve ödüyorlar.
Daha hayatta iken tüm varlıklarına ebediyet kazandırdılar.
Şimdi “Dünya tarlası”nı ikinci defa sürme hakkını kazandılar.
Ve alınları açık, başları dik olarak dünyaya açılıyor, ikinci baharlarına yürüyorlar.
ESKİŞEHİR HAPİSHANESİ SONRASI
Tabi ki kolay değil. Herkes gibi onlar da hayatlarının en zorlu dilimini yaşıyorlar. Ama rükuda ve secdedeler…
İsyan ve şikayet etmiyorlar. Herhangi bir çileye maruz kalmadan, tatlı sularda kulaç atıp “süreç”e isyan edene rastladım.
Ama zindanda kaldığı için veya çektiklerinden dolayı isyan edene rastlamadım.
En küçüğü olmakla müftehir olduğum bu hareket müntesipleri Allah’tan gelen çile ve ıstıraplarla iki büklümler ama hemen hepsi derin bir teslimiyet şuuruyla, her şeyin Allah’tan geldiği inancı içinde sabrediyor, yaşananlara hamdediyor.
Milyonlarca hizmet mensubu belki bir daha bu kadar dua ile içli dışlı olur mu bilmiyorum.
Bu kadar Allah diyerek yatıp Allah diyerek kalkarlar mı bilmiyorum.
Ne dünyevi ne de uhrevi hiçbir semere bundan büyük olamaz.
“Kim ne yaptı da böyle oldu?”, “Kim ne etti de bunlar başımıza geldi?”
Kim ne yanlış yaptıysa müstahakını bulur. Allah’ın adaletinden endişe mi edeceğiz?
Esbabı elimizin tersiyle itip Allah’ın şu neticeyi doğuran takdirine bakınca, insan ancak şu şükran hisleri duyabilir.
Bediüzzaman Hazretleri 11 aylık Eskişehir hapishanesi sonrası Kastamonu’da sürgünde yazdığı 4. Şua’da şunları der:
“Beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahîm’in mahlûku ve masnuu ve memlûkü ve terbiyegerdesi ve nazarı altında olmam… hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna olan kat’î imanım, öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez.”