Safvet Senih / samanyoluhaber.com
Cenab-ı Hak, Musa Aleyhisselam'ın kavmini Firavunun zulmünden kurtarıyor, hatta Kızıldeniz'i yarıp geçiriyor, kayadan on iki kabileye on iki pınar yaratıyor, çöl sıcağında üzerlerine bulutları gölge yapıyor, helâl hoş rızklardan yemeleri için kudret helvası ve bıldırcın kuşu indiriyor, buna rağmen onlar “Ey Musa, biz bir çeşit yemeğe imkânı yok katlanamayız. O halde Rabbine dua et bize yerin bitirdiği sebzesinden, kabağından, sarımsağından, mercimeğinden, soğanından çıkarsın’ diyorlar. Musa Aleyhisselam da “Siz, daha üstün olanı vererek düşük olanı mı almak istiyorsunuz? Pekalâ şehre inin, işte istediklerinizi orada bulursunuz.” diyor. Bütün isteklerine nâil olmak için de düşmanlarına karşı Musa Aleyhisselam'a “Haydi sen ve İlâhınla beraber o düşmanlarla savaş, biz burada oturup bekleyeceğiz” diyorlar.
M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Mücadele Ruhu” başlıklı yazısında, herşeyi hep başkalarından bekleme faziletsizliğine hatta derbederliğine karşı şunları ifade ediyor: “Her türlü muvaffakiyetin ilk şartı İMAN ve MÜCADELE GÜCÜDÜR. Gönlünü inançla donatıp, beynini yüksek düşüncelerin ağaçlığı haline getiren kimseler, hayatın her dönemecinde ayrı bir huzur, ayrı bir hazza ererek kendilerini âdeta Cennet bahçelerinde hissederler. Bu iman ve mücadele gücünden mahrum gönüller ise, en küçük zorluklar karşısında sarsılıp ümitsizliğe düşmeye, cesaretlerini yitirip devre dışı kalmaya mahkûmdurlar.
“Hayat bir bakıma, baştan başa çalışma, gayret ve mücadele demektir. çalışmak için güce, gayret için ümide ve kavga için de maddî-manevî hazırlıklı olmaya ihtiyaç vardır. Bu ihtiyacı hesaba katmadan, hayatın çok çetin ve zikzaklı labirentlerinden geçmeye kalkanlar, ya dökülür yollarda kalırlar veya bir gölge gibi başkalarını takip eder dururlar. Her iki halde de zelil, derbeder ve tutarsızdırlar. Ara sıra yalancı bir saadet elde edip onunla aydınlığa ermiş görünseler bile, hemen her zaman zillet ve sefalet içindedirler.
“İnsanlar, ekseriyet itibariyle, kolay ve rahatlıkla elde edilebilen zevklerin kucağına atılmakla, gayret ve samimiyet isteyen, meşakkat ve zorluklarla kazanılan büyük ve sürekli nimetlerden kendilerini mahrum etmektedirler. Bu öldürücü düşünce ile gününü gün etmek isteyen nice kimseler vardır ki, hayatlarını hep İNİŞ AŞAĞI YAŞAMAK ister; bir kerecik olsun, her hangi bir zorlukla karşılamayı katiyen arzu etmezler. İnanç ve idealden mahrum, hasbîlik ve diğergamlık bilmeyen bu karanlık ve fersiz ruhlar, çalışmayı sevmez, sıkıntıya gelmez, zamanını değerlendirmesini bilmezler; ‘menn ü selvâ’ (Kudret helvası ve bıldırcın kuşu) bekler gibi gözleri hep harikalar kuşağında… ümitleri sığ, iradeleri felçlidir. Yüreksiz, günü birlikçi ve menfaatlerine düşkün olduklarından, bütün bir hayat boyu başkalarının dümen suyuna göre hareket eder ve onların dublesi olarak yaşarlar. Bu itibarla da durmadan yer değiştirir, kalıptan kalıba girerler.
“Bizce, günümüzde mühimlerden mühim bir mesele varsa oda; her düşünceye yahşî çeken idealsiz nesillere inanç, fazilet, sabır, çalışma aşkı, mâzî hayranlığı ve geleceği hallaç etme iştiyakı aşılayarak onları yeniden inşa etmektir. Bu düşünce platformunda gösterilen her gayret, hem bugünü hem de yarınları âbâd edecek ve gelecek nesiller arasında bir ‘yâd-ı cemîl’ olarak kalıp gidecektir.
“Tarlaya tohum saçmadan topraktan bir şeyler beklemek abes olduğu gibi, genç kuşakların insanlığa yükseltilmesi istikametinde, bazı fedakârlıklara katlanmadan gidip hedefe ulaşmaya da imkân yoktur. İnsan, almadan önce vermesini bilmelidir ki, alma mevsiminde de kat kat alabilsin…
“Bir bahçıvan, şayet bahçesine değer veriyorsa, toprağının en küçük parçasını dahi ihmal etmeden onu işler, hallaç eder; meyveli ağaçlardan bitkilere, onlardan da güller, çiçekler ve süs ağaçlarına kadar bir sürü şey diker. Sonra da onları, su ile, gübre ile besler… yer yer çapa yapıp yabanî otları koparır ve toprağın hava, güneş ve değişik boydaki esintilerle temasını temin eder ki; bütün bunlar, bahçe sevgisiyle pratiğin bütünleşmesi mânâsına gelir.
“Şimdi acaba sizler de, bu bahçıvan gibi, hayatınıza ve nesillerin müdahale edip onu çeşitli erozyonlardan koruyabiliyor musunuz? Her taraftan hücum eden zararlılara karşı göğsünüzü siper yapı onu müdafaa edebiliyor musunuz? Ve bu uğurdaki gayretlerinizde fevkalâde bir inanç ve azimle iradenizin hakkını verebiliyor musunuz?
“Evet, isteseniz sizler de, hayatınızı, yeni baştan inşa edip, ona değişik buudlar kazandırarak başkalaşabilir; eşya ve hadiselere bir başka zaviyeden bakıp bir başka şekilde müdahale edebilir… daha iradeli, daha derli toplu olabilirsiniz. Olabilirsiniz; ama bütün bu ‘olma’ların bir tek yolu vardır; o da, Hakk’ın lütuflarını İRADEMİZİN ÇEHRESİNDE TECELLİ ETTİREBİLMEKTİR.
“Evet, içinde yaşadığınız dünyayı kendi şartlarıyla idrak edebiliyor, ÜMİT ve İRADE BALANSINI KUDRETİ SONSUZA göre ayarlayıp ruhunuzdaki dinamizmle var olduğunuzu gösterebiliyorsanız, vız gelir size her şey… Seller, fırtınalar, zelzeleler… Böyle bir durumda sizi ne kılıçlar yaralayabilir, ne top gülleleri sarsabilir, ne de ateşler yakabilir… Mevsimler peşi peşine gelir geçer; renkler ve şekiller değişir; bahar ve yazları, sonra baharlar, kışlar takip eder durur; sizler, inanç, ümit ve mücadele ruhunun oluşturduğu zebercetten ikliminizle hep pırıl pırıl ve yepyeni kalırsınız.” (Yitirilmiş Cennete Doğru)
Hep her şeyi başkalarından beklemeyelim, iradenin hakkını verelim. Hem de vagon olmaya râzı olmayalım, hizmet etmek için lokomotif olmaya bakalım, birilerine de biraz faydamız olsun.