HAZIR MISINIZ?
Odamda bir başıma oturuyorum.Şehir derin bir uykuda.
Karşı adadaki evlerin ölgün ışıkları sızıyor camlardan.
Rüzgâr gecenin yalnızlığını gidermek için muttasıl ağıtlar yakıyor.
Gecenin karanlığı odama vuruyor.
Gece ve yalnızlık bana iyi geliyor.
Saatler ilerledikçe gece gözünü karartıyor, belli ki gönlümü hırpalayacak.
Uzaklardan hazin hazin havlayan bir köpek sesi duyuluyor.
Karanlıkta kuşlar çığlık çığlığa uçuyor.
Sular ahırdaki atlar gibi huysuzlanıyor.
Gece sırtını usulca sabaha dayarken ekranlara korkunç bir haber düşüyor:
“Kahramanmaraş merkezli 7.7 ve 7.6'lık iki büyük deprem;
Türkiye, tarihinin en büyük felaketlerinden birini yaşıyor.”
Dev gökdelenler birbiri üstüne devriliyor. İnsanlar kaçışıyor, feryatlar çığlıklaşıyor.
Sanki kıyamet kopuyor…
Bir deprem fırtınası önüne kattığı her şeyi alıp götürüyor.
Yeryüzü, bağrında biriktirdiği öfkeyi ağzından alevler saçan bir ejderha gibi püskürüyor.
İnsanlar hangi sokağa, hangi caddeye kaçsalar önlerine ölüm kusan kobralar çıkıyor.
İçinde bulunduğumuz gezegen bazan öfke patlaması yaşıyor.
Sayısız canlıyı sarsmadan sakin bir şekilde taşıyan gezegenimiz sanki bir anda türbülansa giriyor.
Dünyanın en büyük afetlerinden biri hiç şüphesiz 2004 Endonezya depremiydi.
Bugüne kadar sismografla kaydedilmiş en büyük üçüncü deprem olan 9.1 büyüklüğündeki Hint Okyanusu Depremi, yaklaşık 10 dakika sürmesiyle bugüne kadar görülen en uzun süreli sarsıntı oldu. Öyle dehşetliydi ki tüm gezegenin bir santim hareket etmesine neden oldu.
Öfke bununla da bitmedi. Sarsıntının ardından dev dalgalar karaların üzerine yürüdü.
"Son 40 yılın en büyük doğal afeti" olarak bilinen bu korkunç afette toplamda 230 bin kişi hayatını kaybetti.
Şehirler, kasabalar, köyler yerle bir oldu.
Tsunami felaketi, 14 ülkede 5 milyona yakın insanı evsiz bıraktı.
"Dünyanın en büyük demir yolu felaketi" olarak tarihe geçen Ocean Queen Express treni, dalgaların etkisiyle raydan çıkarak 1700'den fazla kişiye mezar oldu.
“Ateş nereye düşerse düşsün önce beni yakar.” felsefesini benimsemiş yüce ruhlu insanlara bu tür felaketleri haber vermek hiç de kolay değildir.
Üzüntüden bir anda tansiyonları fırlayabilir hatta o sebepten yatağa bile düşebilirler.
Çok değerli dua meleği yazar Mustafa Yılmaz “Biraz da Gurbet Düştü” kitabındaki “Hazır mısınız?’’ başlıklı anısında dünyayı yerinden oynatan bu olayı Hocaefendi’ye nasıl haber verdiklerini anlatıyor:
“Sarsıntının olduğu an Hocaefendi odasındaydı. Onun çıkmasını bekledik. Odasından çıktığında önce salonun kıble tarafındaki duvarına baktı.
Saat üçü on geçiyordu. Yavaş adımlarla salonu geçti. Zaten salon enine boyuna beş altı adımlık bir mekândı. Bir odanın kapısını açtı. Pencere dibinde genç bir arkadaş kısık sesle Kur’ân-ı Kerîm okuyordu. Sesi zor duyuluyordu ama galiba Fetih sûresini okuyordu. O tarafa doğru şöyle bir baktı. Sonra daracık, yarı aydınlık koridorda yürüdü ve sol kanatta bulunan odalardan birine girip oturdu. Bir bardak su getirip koydular hemen sağ tarafına. İki üç kişi vardı odada. Diğer odalardakiler de hemen geldiler. Bu arada ikindi namazının vaktine de yarım saat ya vardı ya yoktu. Değil sadece kalabalık toplulukların önünde, bir kişiyle bile bir yerde birkaç dakika oturacak olsa artık tabiatı haline gelmiş bir ‘usta’lıkla mutlaka sözü evirir çevirir, ‘sohbet-i Cânân’a getirirdi. O gün de âdet değişmedi. Sohbet yavaş yavaş daha derin mecralara doğru akarken, arkadaşlarımızdan biri “Efendim!” dedi, “Güneydoğu Asya’da, Endonezya civarında şiddetli bir zelzele olmuş. Tsunami diye bir şeyden bahsediyorlar. Çok ölen olduğunu söylüyorlar.”
Hâdisenin şokuyla sadece “Öyle mi?” diyebildi. Sarsıntının merkez üssü ayaklarının altındaymış gibi önce bir sarsıldı, sonra da kendini toparlamaya çalıştı yavaş yavaş. Fakat yüzünün rengi değişti. Sustu, derin kuyular gibi sustu. Gözlerini bir meçhule doğru dikti. İhtimal o anda, enkazın altında kalmış; dışarıda, evsiz-barksız, endişe, korku ve telaş içinde titreyen, bir oraya bir buraya koşuşturup duran insanların hayalî fotoğrafları geçiyordu gözlerinin önünden.
Oda derin bir sessizliğe büründü.
Öylece birkaç dakika geçti.
Derin bir uykuya dalmış olan sükût, ‘Ben o mağdur insanların perişan, ayaklar altında, sefil hallerini düşününce kendi dertlerimin hepsini unutuyorum. Onların yanında benim bütün hastalıklarım çok hafif kalıyor.’ sözleri ile uyandı. Zaten onun hastalıkları ‘cihansomatik, dünyasomatik’ rahatsızlıklardı. Evet, dünyanın derdi neyse onun derdi de oydu. Dünya kadar derdi vardı onun.
‘Nasıl yaparız, bilmem ki; elden ne gelir?’ diye fısıldadı kendi kendine. Çok zor bir durumdu; sebeplerin sustuğu, çarenin bütünüyle Çaresizler Çaresi’ne kaldığı bir durum. ‘Keşke insanlar kendilerinin tembih edildiğini fark edip, bu ilâhî ikazı olsun doğru anlasalar.’ dedi ve odasına doğru yürümeye başladı.
Ezan-ı Muhammedî okundu, ikindi namazı eda edildi, herkesin gür sesle katılımıyla gürül gürül tesbihat yapıldı. Yanık ve yandırıcı bir ses aşr-ı şerif okudu.
Namazdan sonra her zamanki yerine oturdu.
İkindi sonrasının vazgeçilmezleri arasında olan sohbetin vaktiydi.
Çayından bir yudum aldı ve bardağı tekrar tabağın içine yerleştirdi.
Aklı, fikri depremdeydi.
‘Teksüru’z-zelâzîl’dedi, hafif ve derin bir sesle.
Bir hadis-i şerife dikkat çekiyordu. Peygamberimiz (s.a.v) ‘Arz kabuğunda zelzeleler çoğalmadıkça kıyamet kopmaz.’ buyurmuştu.
‘Bugün olanlardan daha büyükleri de olabilir.’ dedi. ‘Bazı ülkeler denizlerin, okyanusların içine girebilir, yeni bir kısım kara parçaları oluşabilir. Çünkü çok tuğyan var, çok günah işleniyor. İnsanlar utanmadan, sıkılmadan açıkça Yaratıcılarına karşı isyan ediyorlar…’ Bütün bu düşünceler ölümü hatıra getirmiş olmalıydı. Bir iki hafta önce ‘Büyük Buluşma’ programında gösterilen bir hikâyeye gidiverdi zihni birden:
‘Hazır mısınız?’
Tarihi geçmiş bozuk malları müşterilerine hem de gerçek değerinden daha fazla fiyata satmaya çalışan, yanında çalıştırdığı insanların ve ailesinin hukukunu görmezden gelen bir dükkân sahibine hâtiften tekrar tekrar sorulan soruydu bu:
‘Hazır mısın?’
Sonra ‘Ölüm,’ dedi. ‘İnsana, ayakkabılarının bağcıkları kadar yakın; ne zaman geleceği de belli değil!..’
Ölüm söze misafir olunca iş başkaydı. Mesele ayrı bir ciddiyet kazanır, yüreklerin atışı birdenbire değişiverir ve simalardaki rengin tonu bir başka hâl alıverirdi.
Öyle de oldu.
‘Bence,’ dedi. ‘Yeryüzünde selden, depremden yangından daha büyük bir bela varsa, o da insanın kendini gaflete kaptırması ve Rabbiyle olan münasebetin önemini sezememesidir.
Yani insanın: ‘O şu anda bana nasıl bakıyor, benim nasıl olmamı istiyor?’ diye düşünememesidir.
Onun içindir ki insan her gün birkaç defa kendi kendine;
‘Hazır mısın?’ diye sormalı ve vicdanı da her an bu soruya hazır bulunmalıdır. Şimdi gelseler hazır mısın?
Hani, Hazreti Ömer (radıyallahu anh) döneminde bir çocuk pür heyecan camiye doğru koşturuyor. Çocuğa ‘Nedir bu telaşın?’ denilince, ‘Dün komşumuzun çocuğu ölmüştü.’ diyor.
İşte ölümün yakınlığını bu derecede duymak ve hazır olmak... Yapabileceği her şeyi yaparak, verebileceği her şeyi vererek, evet, imkân varsa işte öyle gitmek ötelere... Kırık bir gönül... Yaralı bir kalb... Bir an bile sû-i zanda bulunduğun, bir kelime, bir işaretle bile olsa gıybetini ettiğin bir kimse, yapmayı tasarlayıp da ihmal ettiğin bir hayır arkada bırakmadan...
Fevkalâde bir korku; fakat aynı zamanda da derin bir ümitle; amellerine güvenerek değil, dağlar cesametindeki günahları bile eriten rahmet-i İlahiyeye itimat ederek, Rabbin huzuruna gitmeye hazır mısın? Şimdi gelseler iğneden ipliğe hayatının hesabını verebilecek şekilde hazır mısın? Değilsen iki dakika sonrası için garantin var mı?
Er ya da geç ama mutlaka güneş katlanıp dürülecek, yıldızlar kararıp dökülecek, denizler kaynatılacak, ruhlar bedenlerle birleştirilecek, amel defterleri açılacak, gökyüzü sıyrılacak, cehennem tutuşturulacak, cennet yaklaştırılacak, herkes ortaya ne koymuşsa hepsini görecek... Hepsi olacak…
Bu kaçınılmaz sona hazır mısınız?”