HARUN TOKAK
Gurbettki odamın duvarlarında memleket tabloları asılı.
Birbirinden güzel İstanbul manzaraları...
Boğazın iki yanına sıralanmış yalılar, yalıların önündeki erguvanlar, Ortaköy Camii, Boğaz köprüsü, Dersaaset’te gece, mehtaplı bir gecenin bağrında dinlenen Kız Kulesi...
Onlara bakarak yüreğimin yorgunluğunu hafifletiyorum.
Memleket kokuyorlar.
Onlarla konuşuyorum.
Onlar bana neler anlatıyorlar neler...
Şimdi ülkemin baharlarında olmak vardı diyorum.
Bugünlerde “Yine baharlar gelecek.” sözünü çok duyuyoruz.
Aslında mevsim bahar ama içimizde fırtınalar kopuyor.
Gün geçmiyor ki acı haberler almayalım.
Yazımı yazarken bile Meriç’ten geçmiş delikanlılar, körpe kızlar, kucağında bebeği ile anneler, babalar sağanak yağmurun altından sesleniyorlar:
“Pushback yapılmak isteniyoruz. Zor durumdayız. Ne olur yardım edin!”
Seçimlere iki hafta kala bile insanlar canı gibi sevdikleri ülkelerini terk etmek zorunda kalıyorlar.
Memleket sevdası ile yorgun yüreklerimiz.
Çalışma odamda muhteşem bir Ortaköy Camii tablosu asılı. Resim lacivert bir İstanbul gecesinde çekilmiş. Seccadesini suya sermiş, bağrını denizden esen rüzgarlara vermiş bir derviş gibi duruyor muhteşem mabet.
Onu çok seviyorum.
Onunla geçmiş güzel günleri hatırlıyorum.
Bir keresinde soğuk bir sonbahar akşamında o muhteşem mabedin önündeydim.
2000’li yıllardı...
Yatsı namazını kılanlar birer ikişer ayrılıyordu tarihi camiden.
Dalgınlıkla randevu saatime erken gelmiştim. Alaca karanlıkta, denizin kenarında yürüyordum. Denizin dalgaları bana doğru koşarken birden vazgeçip geri çekiliyorlardı.
O gün ayrı bir soğuk vardı her nedense.
Paltomu almadığıma pişman olmaya başlamıştım. Bir hayli üşüdüğümü fark ettim.
Uzakta bir ateş gözüme ilişti. Ateşin başında bir adam duruyordu... Bir tenekenin içine üç beş tahta parçasını tutuşturmuş alevinde ısınmaya çalışan adamın yanına vardım.
“Ateşinde ben de ısınabilir miyim?” dedim.
Tatlı bir Türkçe ile “Buyurun.” dedi.
Sırtım buz kesse de durum fena değildi. Çıtır çıtır yanıyordu tahtalar.
Adamın soğuğa aldırmayan tavrı, sırtındaki kalın meşin ceketinden mi, yoksa yıllardır karşılaştığı bu çetin şartlardan kalınlaşan derisinden mi kaynaklanıyordu bilemedim.
Gömleğinin durumunu görünce hakkında az çok bir fikir sahibi olduğum adam karşısında içimde bir acı duydum.
“Nerelisiniz?” dedim.
“Manisalıyım.” diyen Türkçesi beni çok şaşırttı.
Sokağın dilini değil, bir anne sütünü emdiği besbelliydi.
“Ne iş yapıyorsunuz?”dedim.
Az ilerideki el arabasını işaret etti. Arabadaki kirli kanaviçe çuvalın içinde kullanılmış kâğıtlar ve ezilmiş meşrubat kutucukları görünüyordu. Tıka basa yenilmiş bir yemek sonrası keyif meşrubatlarının atık kutuları, belki sevgiliye karalanmış birkaç satırlık kâğıt parçaları, fotoğraflarına bakıldıktan sonra fırlatıp atılmış gazete müsveddeleri eski bir çuvalın içinde bu adamın rızkına dönüşmek üzere sırasını bekliyordu.
“Dolusu kaç para eder bu çuvalın?”
“Yedi-sekiz lira.”
“Her gün dolar mı çuval?”
“İki-üç günde bir.”
“Nerede satıyorsun bunları?”
“Eminönü'nde bir hurdacı var, ona veririm. Vapurdakiler beni tanır. Benden para almazlar.”
“Nakliye giderin yok yani?”
“Yok.”
“Çuvalla nasıl çoluk çocuk geçindiriyorsun?”
“Yalnız birisiyim ben.”
“Nerede oturuyorsun?”
“Ortaköy’ün bütün kuytu mekanları benimdir. Daha çok da inşaatlar da yatarım.”
“Geceleri üşümüyor musun?”
“Başka çarem yok. Sokaklar benim gibi sahipsiz insanlarla dolu. Sokağın çocuklarıyız biz.”
“Belediye size sahip çıkmıyor mu?”
“60 yaşından sonra Kayışdağı'ndaki yaşlılar evine alıyorlar.”
“Kaç yaşındasınız?”
“Elli yedi”
“Sert geçen kış gecelerinde, karlı fırtınalı günlerde ne yapıyorsunuz?”
“O günlerde televizyonlardan izlemişsinizdir belediyeler hepimizi toplar, önce bir spor salonuna alırlar, şiddetli soğuklar geçince de yeniden kapının önüne bırakırlar. Senin anlayacağın biz sokakların müdavimiyiz. Yaz-kış bu sokakların koynunda yatar kalkarız. Şu az ilerde belediyenin aşevi var. Akşamları bedava yemek verirler. Onunla da karnımızı doyururuz.
“Yalnızım, dedin. Çocukların yok mu?”
Her soruya binlerce kez muhatap olmuş gibi düşünmeden cevap veren bu gizemli adam, biraz durakladı. Tenekenin içine birkaç parça daha tahta ilave etti.
Sanki hayallerini alevlerde kül etmek istiyordu.
“Bir tane kızım var, evli”
“Sana bakmıyor mu?”
“El evinde, kendi zor sığıyor, bir de ben yük olmak istemem. Huzurunu kaçırmayayım diye onu görmeye bile gitmiyorum.”
Sohbet koyulaşınca her şeyi unutmuştum. Erken geldiğim randevu saati bile geçmişti.
Acıların savurduğu bu insanın biricik kızına karşı duyduğu baba şefkati rikkatime dokundu.
Sımsıcak bir sedirde torunlarının arasında mutlu bir hayat, o adamın da hakkı değil miydi?
Soğuk geceleri karanlık bir yorgan gibi üzerine örten bu zavallı insan, sabahları nerede kahvaltı yapar, nerede tıraşını olur, nerede banyo yapar ve çamaşırlarını nerede yıkardı?
Bulunduğumuz yerler gurbet ama buralarda böyle insanlar göremezsiniz. Sosyal devlet herkesi sarıp sarmalıyor. Hiç kimseyi sokağa bırakmıyor.
Nice insanlar hayatı bir yük gibi sırtlarında taşıyorlar. Ülkemizde on binlerce insan sokakta yaşıyor.
Onlara hiçbir zaman bahar gelmiyor. Pek çok sosyal yaralarımız var. Durmadan kanıyor bu yaralar. Sosyal bünyemiz kan kaybediyor. Bizim ülkemiz gibi nice ülkelerdeki sokakların sahipsiz sakinleri de bu yaralardan sadece birisi.
Yuvasız kuşlara bile vakıflar kuran ecdadın evlatları olarak bunları başarmak çok mu zor? Kâinatın dengesi bozulduğunda yer sarsılıyor, titriyor, zaman zaman gökyüzünden inen rahmet damlaları gözyaşlarına inat sele dönüşüp temizlemeye çalışıyor bütün kirleri…
Bu sessiz ve sakin yığınların bedduaları karşısında sarsılmadan, yıkılmadan durabilmek mümkün müdür?
Bir aile kültürümüz vardı bizim. Nur yüzlü dedelerimiz, ninelerimiz sıyanet meleği gibi otururlardı sedirin baş köşesinde. Gelinler, kızlar dolanırdı evin içinde. Torunlar koşuşurdu.
Mimarimize bile yansımıştı aile kültürümüz. Yarı müstakil, yarı iç içe evlerimiz vardı. Evlerimizin, sokaklarımızın, şehirlerimizin ruhu vardı. Çıkmaz sokaklarda kaybolmuş birinin rastgele çaldığında açılan kapılar, kapıların eşiğinde duran mütebessim çehreler ve yudumlamak için size sunulan bir bardak suyumuz vardı…
Bu çıkmaz sokaklardan bile yükselen bir ruh vardı. Cumbalar o kültürün en canlı parçasıydı.
Türkiye, büyük düşünmek zorundadır. Güç ve adalet, devletlerin bekası için vazgeçilmezleridir. Zulüm, sarsar adalet mülkünün temelini. Bu temel, bu sarsıntılara ne kadar dayanabilir bilemiyorum. Sarsıntıları durdurabilmek zor ama imkânsız değil...
Bu günlerde yaşananların yüküyle yorgun yüreklerimiz.
Ben gurbetteki odamın duvarlarında asılı memleket tablolarına bakarak yüreğimin yorgunluğunu hafifletmeye çalışıyorum.
Memleket kokuyorlar.
Onlarla konuşuyorum.
Bana neler söylüyorlar neler.
Ta bizim oralardan söz ediyorlar.
Can kulağı ile dinliyorum onları.
‘‘Şimdi ülkemin baharlarında olmak vardı.’’ diyorum.
Aslında mevsim bahar ama içimizde fırtınalar kopuyor.
Odamın duvarlardaki memleket tabloları ile dindirmeye çalışıyorum içimdeki fırtınaları.
Bir de bugünlerde çokça duyduğumuz o sözlerle;
“Sana söz Tuana yine baharlar gelecek.”