[Harun Tokak] Yanık Minber

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı

[Harun Tokak] Yanık Minber


Kudüs günleri benim için ömrümün en güzel, en bereketli günleri oldu.
O güzel günler, unutulması imkânsız yaz rüyaları gibi hala hatırlarımda çok taze.
Mescid-i Aksa’da geçen vakitler ise bir başkaydı.
Kendimizi şefkatli kucağına attığımız her dem bir nur ve sükûnet kuşatması karşılardı bizi.
Sabah namazları ise bir başka olurdu.
Yanık sesli müezzinler, gecenin karanlığını perde perde yırtan, aydınlığı dalga dalga devşiren sesleriyle can verirdi Aksâ minarelerine…
Çağlayanlar gibi dökülürdü minarelerin sesleri…
Ezan, hazan, çan sesleri göklerde buluşurdu.
Kubbeler, sebiller, şadırvanlar, eyvanlar, bin yıllık tarihi taşlar o seslerle sırılsıklam olurdu.
Kudüs’ün rüya yüzüydü o sesler.
Her sabah hilâlin aydınlığı yüzlerine vurmuş evlatlar, billur nehirler gibi akardı ulu mabede.
“Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya, 
 Giriyor birbiri ardınca ilâhi yapıya”
Ruhun şâd olsun Yahya Kemal…
Sanki semanın birinci katında meleklerle birlikte olurduk.
Sanki bütün peygamberlerle yan yana olurduk.
Sanki Resulullah’ın ardı sıra miraca yükselirdik.
Sanki aradan perdelerin kalktığı bir rüyada olurduk.
Tarih kıyama kalkardı.
Metafor yağmurunda yıkanırdık.
Zaten orada hayat tepeden tırnağa metafordu.
İnsan sesleri susunca bin yıllık tarih başlardı konuşmaya.
Zeytin ağaçlarının gümüşî yansımaları arasında her biri bir köşeye postunu sermiş dervişler gibi irili ufaklı kubbeler, eyvanlar, şadırvanlar, sebiller konuşurdu.
Her birinin çehresinden, geçmişimizin ruhani boyutlarını, kültürümüzün ve bilincimizin anlamını yeniden okurduk.
O topraklarda insanları sustursanız da taşları susturamazsınız.
Taşlar konuşan tarihtir.
Kudüs’ün unutulmazları arasında yanık minber de var.
Sultan Selahaddin'in yanık minberi…
Orasından burasından yanmış, simsiyah kor kesilmiş, geleceğe gönderilmiş yanık bir mektup gibi bir müzenin köşesinde hicranla öylece duruyordu.
Onu öyle görünce hatırıma Kutlu Nebinin kendine dayanarak hutbe okuduğu o hurma direği geldi.
Bir gün, Kutlu Nebi, “ayakta durmak beni yoruyor” dediğinde, sahabetlerden birkaçı bir hurma tomruğunu tutup getirmişler ve şimdiki Hannane direğinin olduğu yere dikmişlerdi.
Yüce peygamber cuma hutbelerini ve konuşmalarını bu direğe dayanarak yapmaya başlamıştı.
 
Yıllar içinde mescid dolmaya başlayınca Allah’ın sevgilisinin sesi arkalara duyulmamaya başladı. Bundan en çok da arka saflarda duran kadınlar etkileniyordu.  
Bir gün üç basamaklı bir minber mescide konulunca, Kutlu Nebi’nin kendisine dayanarak hutbe okuduğu direk yerinden sökülüp dışarı bırakıldı.
Ilk cumada hutbe okunmaya başladığında, saflar arasında çocuk ağlaması gibi bir inilti duyulmaya başladı. Herkes bu sese kulak kesildi. İnilti arttıkça Rasulullah’ın sesi anlaşılmamaya başladı. Yanık bir ney sedasını andıran sesin, dışarı bırakılan o direkten geldiği anlaşıldı.
Kutlu Nebi, minberinden indi ve direğin yanına kadar gitti. Ipekten daha yumuşak elleriyle yetim bir çocuk başı okşar gibi onun başını okşadı.
“Ey hurma kütüğü! ne istiyorsun? bu feryadın niye? nedir bu hâlin?” dedi.
Hurma kütüğü inilti halinde dile geldi;
“Ya Rasulallah!”dedi, “daha evvel, sohbetlerinde dayandığın o talihli ve mesut direk bendim. Şimdi ise beni terk ettin, başkasına meylettin. Etme ey sevgili, ne olur beni terk etme.”
“Ey hurma kütüğü! mademki feryadın böyle bir ayrılık acısındandır, dile benden, ne dilersen! İstersen seni dikeyim taze bir fidan ol”
“Ya Rasulallah! Bir ağaç ne kadar taze ve güzel olursa olsun, gıdasını güneşten ve sudan alır. Hâlbuki benim hayatım senin nurunla beslendi. Sana destek olmanın, senin hararetinle ısınmanın, sende yanıp kavrulmanın lezzetini tattı. Ben artık bu hoş ve tatlı hazdan ayrılamam.”
O hurma kütüğü yeni minberin altına konuldu.
İşte asırlar boyunca üzerinde nice sultanların, nice alimlerin hutbe okuduğu Sultan Salahaddin’in yanık minberini müzenin bir köşesinde, bombaların üzerlerine ölüm kustuğu korkudan kömür kesilmiş bir çocuk gibi görünce o hurma kütüğünün inleyişini hatırlamıştım.
Yanık minber de tıpkı o hurma kütüğü gibi inliyordu. 
Biz mahcup bir şekilde başımızı öne eğdik, sustuk.
Yanık minber dile geldi;
“Mescid-i Aksa’daki yerime koymak hayaliyle Selahaddin Eyyûbi’nin odasındaki mum, geceler boyunca hep yanık dururdu.
O âdeta gülmeyi unutmuştu. Bir gün cuma namazında hatip, tebessümün fazileti hakkında bir hutbe okudu. Sultan Selahaddin’de tebessüm duygusunu uyarmaya çalıştı. Hutbede kastedilen şahsın kendisi olduğunu anlayan Selahaddin, cami çıkışında imama:
“Hocam öyle zannediyorum hutbenizde bana nasihat ettiniz. Ama Allah aşkına söyler misiniz, Mescidi Aksâ esaret altında iken ben nasıl gülebilirim?”
İmamın yüzü utancından kor kesildi.
Sultan Selâhaddîn yirmi yıl hep çadırda yaşadı.
Bir gün yanındakiler, “sultanım sana bir ev inşa edelim” dediler.
“Allah’ın evi Mescid-i Aksâ esirken ben kendime nasıl bir ev edinebilirim?” dedi.
Selahaddin uyumadı. Adım adım ilerleyerek sonunda Kudüs kapılarına dayandı.
İlk işi beni, Aksâ Camii’ne, ikiz kardeşimi de El-Halil’deki Halilürrahman Camii’ne yerleştirmek oldu.
Zaten yıllardan beri hayali buydu.
Artık ait olduğumuz yerdeydik.
Üzerimde ilk hutbeyi Sultan Selahaddin okudu. Ve bizleri âlem-i İslam’ın yüreğine emanet etti.
Tam 800 yıl boyunca ben burada, ikiz kardeşim El Halil’de hizmet verdik.
Hatiplerin ateşli konuşmalarını dinledik.
1969 yılında, Avusturyalı bir meczub Aksâ Camii’ni ateşe verdi. Alevler yavaş yavaş bana doğru geliyordu.
Halıya basan ayaklarımdan tutuştum, yanıyordum. 
Mescid-i Aksâ’nın içinde göz gözü görmüyordu. Yangın her tarafı sarmış, kesif bir duman her yanı kaplamıştı. Dibimdeki mihrabı bile göremiyordum. 
Dünya ağaç işçiliğinin en güzel örneklerinden olan güzelim parçalarım çığlıklar halinde halıların üstüne düşüyordu. Duvar ve kubbedeki yazı ve tezyinatlar tutuşmuş yanıyordu.
Çok geçmeden her şey kül oldu.
Bağrımdan yükselen dumanlar acı gerçeği göklere haykırıyordu.
Çöllere savrulan küllerim, İslam âlemine haber uçurma yarışındaydı.
Yangından sonra kömür haline gelmiş olan iskeletimi alıp buraya koydular.
Benim yanışım, İslam dünyasında Kudüs’e sahip çıkılması gerektiği yönündeki bilinci körükledi. O güne kadar bir araya gelemeyen İslam ülkeleri Fas’ın başkenti Rabat’ta bir araya gelerek İslam Konferansı Örgütü’nü kurdular.
Ve yine o güne kadar İslam ülkeleriyle dini konularda hiçbir alışverişi olmayan Türkiye bu konferansa katıldı.
Dünya tarihinde hiçbir yangın 57 ülkeyi bir çatı altında toplamamıştı.
Hiçbir işe yaramayan o toplantılar hala devam ediyor.
Gördüğünüz gibi ben de burada garip ve yalnız bir halde, kömür haline gelmiş iskeletimle eski ihtişamlı günlerin hasret ve özlemiyle yaşıyorum…
Yalnız gecelerde yanık yüreğim ve kömürleşmiş ellerimle Rabbime duam odur ki benim başıma gelenler kimsenin başına gelmesin.
Lakin bazı geceler korkulu rüyalar görüyorum. Kan ter içinde uyanıyorum.
Müslümanların üzerine yağmur gibi bombalar yağıyor rüyamda.
Dev gökdelenler künde üstüne künde devriliyor.
Feryatlar, iniltiler kubbelerin belini büküyor.
Her şey bir mahşer macerası oluyor.
“Baba beni bırakma!” diyen masum çocuklar… “Oğlum” diye yavrusunun üzerine kapanan babalar… Kucağında çocuğu ile kaçan anneler...
İnsanların kaçmasına bile izin verilmiyor… 
Binlerce baykuş ötüyor, binlerce yılan ıslıklanıyor. 
Her taraf ölüm kokuyor. Hastaneler, okullar, yollar harabeye dönüyor. Ambulansların acı acı siren sesleri yeri göğü inletiyor.
Kucaklarında çocukları ile kaçan insanların üzerine bile bomba yağıyor.
Mezbahanede kıstırılmış koyunlar, kuzular gibi sağa sola kaçışıyor insanlar.
Çocukların korkudan fırtınaya tutulmuş bir dal gibi titrediğini görüyorum.
Ölenler ölüyor lakin yaralı çocukların bir ömür boyu bedenlerinde, zihinlerinde hep bu acılar kalacak diye düşünüyorum o an.
Tıpkı benim gibi kolları, yüzleri, bedenleri yanmış, simsiyah olmuş çocuklar görüyorum.
Bir çocuk hiç gözlerimin önünden gitmiyor. Kapıdan dışarı çıkmak istiyor, çıkamıyordu. Askerler çıkmak isteyen herkesin üzerine ateş ediyordu. Kapının arkasına saklandı. Bir ara kafasını çıkarmıştı ki kurşun kafasına girdi. Başından aşağıya doğru kanlar akmaya başladı.
Çocuk askere, “Bizi neden öldürüyorsunuz?’’ diye seslenendi ve oracığa yığıldı kaldı.
Tevrat’taki “Öldürmeyeceksin!” emrine, Kur’an’daki “Bir insan öldürmek bütün insanlığı öldürmek gibidir.’’ fermanına rağmen nasıl öldürebiliyorlardı?
Hayra yorulmayan rüyalarla delik deşiktir uykularım benim.
Kötürüm bir insan gibi inleyerek, yanık yüreğimle ve kömürleşmiş ellerimle yalnız gecelerde inleyerek geçiyor günlerim.
Bir yürek tüpürtüsüdür benimkisi…”
Kudüs günlerinde unutamadığım acı bir hatıradır yanık minber.
Keşke hep oralarda kalabilseydik.
“Siz yeter ki barışa koşan çocuklar yetiştirin. Benim bütün dallarım feda olsun!’’ diyen zeytin ağaçlarının uhreviliğinde kalabilseydik.
Keşke, yanık minber için bir araya gelen 57 İslam ülkesi bugün ölen çocuklar, kadınlar, harab olan şehirler için de bir araya gelebilseydi.
Keşke zalim muktedirler, Ashab-ı Uhdud gibi bu yangınları gülerek seyretmeseydi.
Keşke insanlık ölmeseydi.
Keşke bu olanlara yanık minber kadar olsun yüreğimiz yansaydı.

<< Önceki Haber [Harun Tokak] Yanık Minber Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER