HARUN TOKAK
Sevdalı Trenler
“Kara tren gecikir belki de hiç gelmez
Dağlarda salınır halimi bilmez”
Son baharın sarışın ikindilerinde bir hemzemin geçitteyim. Mevsim savaşlarından yorgun eylülle birlikte trenlerin geçişini seyrediyorum. Doğudan Batıya, Batıdan Doğuya durmadan akıyor hızlı trenler. Tren yolculuklarını severim. Hem güvenlidir hem de derin dostluklar mayalanır. İlkin o trenler taşımızdı bizi ışığın göründüğü ufuklara.
Bir hayal gibi akıp giden trenler beni çocukluğa alıp götürüyor. Yakın bir zamana kadar köylerin en güzel yanlarından biri köy istasyonları idi. Gurbete gidenler o istasyonlardan uğurlanır, gurbetten gelenler o istasyonlarda karşılanırdı. Köyleri şehirlere o küçük istasyonlar bağlardı.
Bizim köyün yakınında da “Kabaklar İstasyonu” vardı. Trenlerin biri gelip, diğeri giderdi. Tarlalarımızdan birini tren yolu ikiye bölüyordu. Ekin biçerken trenlerin geçişini büyük bir zevkle seyrederdik. Pencereden bakan yolculara el sallardık. O trenlerle selam yollardık gurbetteki sevdiklerimize. Bazen de gökyüzünde uçan bir uçakla yolardık o selamları. Bazen yolcular trenden bize gazete- dergi atarlardı. Onları büyük bir merakla okurduk. Ülkemizde neler olup bittiğini o gazetelerden öğrenirdik.
Trenin yokuş çıkarken ki sesleri bir başka olurdu. Sesinin ritmine uygun olarak kara bir duman dalga dalga göklere yükselirdi bacasından. İnişe geçtiğinde, yokuştan kurtuldum dercesine uzunca bir ıslık çalar ve Nohut Ovası’na doğru, yaz güneşinde dinlenen ekin tarlaları arasından yılan gibi akar giderdi.
Hasat mevsimi bittiğinde dağlara ayaz düşerdi. Biz de yollara düşerdik. Okullar bizi beklerdi. Kabaklar İstasyonu günbegün ıssızlaştı, ağaçların, otların arasında kaybolup gitti. Trenlerin hazin ıslık seslerinden, göklere savrulan dumanlardan, sevdiklere salınan mendillerden eser kalmadı. Küçük istasyon, saçı sakalı birbirine karışmış ölümü bekleyen yaşlı bir insan gibi kala kaldı.
Yazın güneşin bağrında, kışın karın ayazın altında sırtımızda heybelerle torbalarla az koşturmadık o istasyona. Tren bir yandan biz bir yandan koşardık. Çoğu zaman biz kazanırdık. Yorgun argın atardık kendimizi trene. Doyumsuz olurdu tren yolculukları. Tren, guruba doğru giden güneşin son kızıl ışıklarında, bir sevinç dalgası gibi akıp giderken sohbetler de koyulaşırdı.
Unutulmaz dostluklar kurulurdu o yolculuklarda. Bir ömür boyu hiç bitmeyecek olan dostluklar. Yazar Niyazi Sanlı son kitabı Sevdalı Trenler’de o dostluklardan birini anlatıyor. Yazar, hikâyenin kahramanı Sami Bey’le memleketi Kosova’da bizzat konuşarak kitabı kaleme almış. Yaşanmış bir hikâye.
1980’li yıllar... Varşova’dan İstanbul’a gitmekte olan kara tren, gurbet elde nesi var nesi yok her şeyini kaybeden Atanur’u da alarak kalkıyor. Kara tren bazen düdük çalarak, bazen sessizce rayların üstünde akıp gidiyor. Hüzün yağmurlarında ıslanan Atanur’un kulağına makasların tıkırtısına eşlik eden bir türkü sesi çalıyor. Atanur, türkünün peşine düşüyor. Sesin geldiği kompartımanın kapısını açınca bir gencin küçük bir teypten Orhan Gencebay’ı dinlediğini görüyor.
“Sen Türk müsün?” “Türkü olur da Türk olmaz mı?” Atanur’un kanı kaynıyor gence. Karşılıklı oturuyorlar. “Adım Sami.” diyor genç. “Türküm ben Türk, Fatih’in torunuyum, Prizren’liyim. Saraybosna Üniversitesi’nde okuyorum.” “Prizren neresi hiç duymadım.” diyor Atanur. “Nasıl duymazsın! Kosova’yı hiç duymadın mı? Hani Murad Hüdavendigar’ın şehit olduğu kanlı ova.’’ Atanur bir kez daha sarılıyor Sami’ye. Sami parmağı ile uzakları göstererek, “Işte.” diyor, “Oralar bizimdi. Fatih Sultan Han fethetmişti. Onun karargâhıdır Prizren. Gelip görmelisin. Osmanlı döneminde neyse şimdi de aynı Prizren. Huzur veren bir şehir. Zaman donmuş gibidir Prizren’de. Tipik bir Osmanlı şehridir.’’
Ovanın ortasında bir sevinç dalgası gibi akıp giden trenin penceresinden nazlı Budin Kalesi görünmektedir. Bir zamanlar atalarının at koşturduğu topraklarda iki Türk şimdi bir yabancı gibidirler. Tuna Nehri nazlı nazlı akmaktadır. Tuna bir yandan, tren bir yandan akıyor uçsuz bucaksız ovanın ortasında. Trenin hazin hazin ıslıkları, makasların belli aralıklarla tatlı tatlı tıkırtıları, Tuna’nın şırıltıları arasında sohbet gittikçe koyulaşıyor. Atanur, İstanbul’da tekstil işi yaptığını, Polonya’ya müşterilerini ziyarete geldiğini, nesi var nesi yoksa çaldırdığını söylüyor. Sami, Atanur’un durumuna üzülüyor.
“Ben de sevdiğim kızın, Anna’nın yanından geliyorum.” diyor. “Yakında evleneceğiz onunla.” Varşova-Belgrad hattında tarih kokan topraklarda, tren bir sevinç dalgası gibi koşarken, Tuna köpük köpük, nazlı nazlı akarken, Budin Kalesi uzaklardan onları selamlarken Atanur ile Sami arasında bir ömür boyu hiç yıkılmayacak olan dostluk köprüleri kuruluyor. Güneşin ilk ışıkları ovayı obayı aydınlatmaya başladığında tren Belgrad İstasyonu’nda duruyor. Sami ile Atanur’un ayrılık vaktidir. Vedalaşıyorlar. Atanur, uzun uzun bakıyor Sami’nin arkasından. “Bir gün mutlaka Prizren’e geleceğim.” diyor. “Bekliyorum.” diyor Sami.
Atanur kompartımanda derin düşüncelere dalmış halde bir başına trenin kalkmasını beklerken “Atanur!” diye bir ses duyuyor. Pencereden dışarı bakınca Sami elinde büyükçe bir paketle kendisine gülümsüyor. “Senin için bir şeyler aldım, yolda yersin.” Atanur’un gözleri doluyor. Tren gözden kayboluncaya kadar birbirlerine el sallıyorlar. Dostluk bir mendil gibi sallanıyor trenin camlarında. Kısa bir süre sonra Sami, Anna ile evleniyor. Atanur, balayı için onları İstanbul’a davet ediyor.
Sami ile Anna kızları Leyla ile yeni mutluluklara kanatlansalar da ne yazık ki evlilikleri uzun sürmüyor. Ayrılıyorlar. Babasının yanında büyüyen Leyla on dört yaşına geldiğinde Avrupa’nın ortasında kanlı ve kirli bir savaş başlıyor. Tito’nun ölümünden sonra idari üstünlüğü ele geçiren Sırplar yüzünden Kosova zaten uzun zamandan beri oldukça karışıktır. Hiç kimsede can güvenliği yoktur. Bosna Savaşı bölgeyi harareti gittikçe artan bir cehenneme çevirmektedir. Bir zamanlar, insanların huzur ve güven içinde yaşadığı Fatihlerin, Kanunilerin yurdu olan Balkanlar kaynamaktadır.
Sami, kızı Leyla’nın geleceğinden endişe duyuyor. Onu emniyetli bir yere yerleştirip Kosova’nın özgürlüğü için mücadele etmesi gerektiğini düşünüyor. 0n beş yıl önce Varşova-Belgrad hattındaki tren yolculuğunda tanıştığı Atanur’u arıyor. Atanur onları Sirkeci İstasyonu’nda karşılıyor. İki eski dost yılların hasreti ile kucaklaşıyorlar. “Leyla, tıpkı annesi Anna.” diyor Atanur. Birlikte Bayrampaşa’daki evlerine gidiyorlar.
Atanur yemek esnasında Sami’nin derin düşünceler içinde olduğunu fark ediyor. “Sami senin neyin var? diyor. “Biliyorsun Balkanlar yine kaynıyor. Bosna’da dünya tarihinin en büyük zulümlerinden biri işleniyor. İnsanlar insafsızca öldürülüyor. Kadınların, kızların namusları kirletiliyor. Yuvalar dağılıyor. İnsanlık Bosna’da ölüyor. Savaş Kosova’ya doğru hızla yayılıyor. Kendi adıma hiçbir korkum yok ama Leyla’yı düşündükçe uykularım kaçıyor.
Kosova’da durumlar düzelinceye kadar kızımı sana emanet etmek istiyorum. Dahası, maddi durumumuz da çok iyi değil.” Odayı derin bir hüzün kaplıyor. “Samiciğim!” diyor Atanur. “Maddi durum hiç önemli değil çok şükür, evimiz de kalacak yerimiz de var. Ancak bir kız çocuğunu emanet almak, onun sorumluluğunu üstlenmek son derece mesuliyetli bir iş. Ve ağır bir görev. Ben bu ağır yükü kabul edemem. Kızının tüm masraflarını karşılayabilirim ama maalesef onu emanet alamam.
Burada Fethullah Gülen adında bir hocaefendinin açtığı kız evleri ve okulları var. Onlar senin kızına senden benden daha iyi sahip çıkarlar, gül gibi bakarlar. Herkes çocuklarını onlara emanet ediyor. Son derece güvenilir insanlar. Hafta sonları ben Leyla’yı alırım, bizde kalır. İşin maddi yanını sen hiç düşünme Allaha şükür durumumuz iyi. Ben senin trenin camından uzattığın o yiyecek paketini hiç unutmadım. Varşova’da her şeyimi kaptırmış, üzerimde beş kuruşum yoktu. Seninle karşılaşmasaydım İstanbul’a kadar aç gelecektim.”
Sonraki gün Çemberlitaş’taki Hizmet Hareketi’nin dershanesine giderek Leyla’nın kaydını yaptırıyorlar.
Ayrılırlarken müdür Zafer, Sami’ye sarılıyor ve bir baba için duyabileceği en güzel sözü söylüyor;
“Sami Bey! Leyla bize emanet, gözün arkada kalmasın!” Bir hemzemin geçitteyim... Mevsim savaşlarından yorgun eylülün sarışın ikindilerinde hızlı trenlerin geçişini seyrediyorum. Doğudan Batıya, Batıdan Doğuya aralıksız akıyorlardı. Yanımdaki arkadaşım kolumdan çekiyor. Haydi gidiyoruz. El sallıyorum trenlere... İlkin o trenler taşımızdı bizi ışığın göründüğü ufuklara. Yolunuz açık olsun sevdalı trenler.