HARUN TOKAK
Harbiye’deki Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndaki odamda oturuyorum.
İstanbul’da ilk yaz günleri…
İçeriye yirmili yaşlarında bir kız giriyor.
“Adım Büşra… Büşra Zülkadiroğlu.”
“Sen Mehmet Bey'in kızısın.” diyorum.
Tatlı bir tebessümle “Evet.” diyor.
“İstanbul’da ne yapıyorsun?” diyorum.
“Üniversite okuyorum.” diyor.
Uzun uzun Maraş günlerinden, babasından konuşuyoruz.
Giderken çantasından bir mektup çıkarıyor.
“Babama yazdım.” diyor.
Mektup mürekkepli kalemle yazılmış.
Kelimeler ve harfler inci gibi dizilmiş.
Lakin bazı harfler dağılmış.
“Babacığım!” diye başlıyor mektup.
“Bu satırları, senin kaleminle yazıyorum.
Son Kurban Bayramı'nın birinci günü kırk kadar arkadaşınla Hakkari'ye gitmiştin.
Akşama kadar bir kapıdan diğerine koşmuşsunuz.
Son paketi de ihtiyaç sahibine bıraktığınızda Sümbül Dağları da karanlığa gömülmüş.
Karanlığın kollarında durgunlaştığını fark ederek, 'Bir derdin mi var?' diye soran arkadaşına;
'Seneye daha çok kurban keselim, olur mu? Çalmadık kapı bırakmayalım.' demişsin.
Birlikte ağlamışsınız.
Dönüş yolunda otobüs, karanlıkta ölümün pusu kurduğu karlı yolda bir anda kaymaya başlamış.
Korkunç bir gürültüyle sarsılarak, beton bir bariyere çarpmış.
Sonra bir ses daha…
Sen, tutunacak dalı olmayan, kanadı kırık bir kuş gibi camdan dışarı uçmuşsun.
Rüzgârın buz kestiği bir gün…
Seni getirdiler babacığım.
Kalabalıkların elleri üstünde geldin.
Evin önü, ana baba günüydü.
Annem; 'Sen bizi incitmedin, Rabbim de seni incitmesin!' derken, sen her zamanki gibi yine tebessüm ediyordun.
Doya doya öptük o gün senin ellerinden, yanaklarından.
Ölüm seni güzelleştirmişti babacığım. O gün, ölümün güzel şey olduğunu gördüm senin güzel yüzünde.
Soğuk bir kış günü seni kabre koydular.
Biz annemle eve döndük.
Odan boştu.
Son giydiğin ceket asılı duruyordu; içinde sen yoktun babacığım.
Bu acıyı yaşamayan bilmez.
Geceleri gelip hani bizi öper, koklar, üstümüzü örterdin ya baba…
Odamıza gelirken ki ayak seslerini, saçlarımda gezinen ellerini, sımsıcak nefesini özlüyorum baba.
Nefes alamıyorum baba.
Beni ilkokula sen götürmüştün.
İlk burs toplantısına da…
Vermeyi çocuk yaşta öğretmiştin bize babacığım
Yakında mezun olacağım, evleneceğim, çocuklarım olacak ama sen olmadığın için hayatımda bir şeyler hep eksik olacak babacığım.
Bir yanım hep ağrıyacak, sol yanım hep acıyacak…
Bu satırları senin kaleminle yazıyorum.
Ceketinin cebinden aldım.
Kızma bana babacığım.
İzin alacaktım ama… Sen yoktun…
Kalemi alırken dayanamadım, sarıldım ceketine, ağladım.
Üzülme, annem fark etmedi baba.
Ceketin, gözyaşlarımla ıslanırken bir şey daha fark ettim,
Ceketin “sen” kokuyordu.”
Büşra mektubu yazarken belli ki çok ağlamıştı.
Yazılar yer yer dağılmıştı. İnci taneleri gibi göz yaşları belli oluyordu.
Bir evladın babaya verebileceği en değerli hediye işte bu göz yaşlarıydı.
Mektubun her satırından ateşin yanarken ki feryadı gibi, “Niye geçmiyor baba benim içimdeki yangın” diye feryat yükseliyordu.
Babalarının ardından en çok da kız evlatlarının ne düşündüğünü ne dediğini hep merak etmişimdir.
Zira bir babanın en güzel en canlı fotoğrafını onlar çizerler.
Onlar için sevdanın, aşkın bir musikisi vardır. Yağmurun rüzgârın bir bestesi bir musikisi vardır.
Kızlar için en büyük en duygulu nota babalık musikisidir. Çünkü babalar bir Anadolu türküsüdür onlar için. İçinde hem neşe hem hüzün hem keder olan türkü.
Büşra’nın babasına mektubundan sonra hep bekledim.
Nihayet o mektup Melike’den geldi.
Birkaç gün önce kaybettiğimiz Ali Açıl Ağabeyin kızı Melike’den.
Babasını en son gören, sakalını traş eden, arkasından el sallayarak ötelere bir damat gibi uğurlayan Melike’den.
Melike’nin ablası Nedime’nin gurbete tek başına gelin giderken bıraktığı mektubu da hayal meyal hatırlıyorum. Mektubu görmedim ama içinde “Çok kıymetli anneciğim, babacığım! beni cennet gibi bir aile ortamında büyüttünüz, size çok teşekkür ediyorum” gibi sözler hatırımda kalmış.
O evin cennet bahçesi olmasında en büyük pay Elife Abla gibi bir kahramanındır.
O Hizmeti sadakat sütüyle emziren soylu bir kadındır. Kapısı her daim misafire açıktır. Türkiye’de iken ramazanlar o evde otuz gün boyunca iftar şölenine dönüşürdü.
Melike’ nin mektubunu TR7/24 “Benim Babam” başlığı ile yayınladı.
“Romantikti benim babam” diye başlıyor Melike.
Babasının romantik oluşuna örnekler veriyor.
“Babacığım 60 yaşından sonra “Hicret” deyip aniden Etiyopya’ya gitmiş, anneciğimin üzüntüden sesi kısılmıştı. Türkiye’ye ilk gelişinde bir büyük bavul dolusu gül ile dönüp annemin gönlünü almıştı. Çin’den her gelişinde çiçek sapında minik tüplerde suyu olan çeşit çeşit orkide getirirdi.
Bir hafta önce hayat arkadaşının doğum gününü bile atlamamış, Kanada’dan güller göndermişti babam benim…
Kibirli değildi babam…
“Ahirette bize faydan olur!” dediğimde, “Babanın evlada ne hayrı olur, hayırlı evlat olursanız siz beni kurtaracaksınız!”
derdi…
Sözüne sadıktı babam…
Eşimle sözleneceğimiz tarihte, önemli bir hastalıkla mücadele eden, hastanede düşük yaşam oranıyla hayata tutunmaya çalışan anneme rağmen, “Ben o tarih için söz verdim.” diyerek hastane toplantı salonunda kızına yüzük taktı…
Başkalarına üstünlük taslamayı, insanlara yüksekten bakmayı sevmezdi. Başkasında olana heves etmezdi.
Benim babam cemaatle namaz kılardı…
Yorgun gelip uyuyakalırsa, ayrı ayrı namaz kılmamak için gece yarılarına kadar annemi bekletip kızdırırdı. ‘Anne, nolur bekleme, kıl sen yat’ derdik. Ama annem de onsuz kılamazdı. Evde bir erkek varsa, o namaz mutlaka cemaat ile kılınmalıydı.
Çalışkandı babam…
Çağırılan her yere gider, iş yapmaktan gücenmez, gece gündüz demeden her işe koşardı.
Kızdığı bir kişinin arkasından konuşmazdı. Dert dinler ama dedikodu etmez, başkasının hayatını başkasına açmazdı…
Misafirperverdi… İstanbul’daki evinde arka odada otursa da salonun ışığını söndürmez, “Gelmek isteyen olursa evde yokuz sanmasın!” derdi.
Ağzı dualıydı… Şah-ı Nakşibendi’nin “Allah’ım! Beni karşılıksız yarattın, beni karşılıksız rızıklandırdın, beni karşılıksız affet!” duası dilinden düşmezdi.
Kuran aşığıydı…
Dükkanında mahalledeki çocukların adını bir deftere yazar, her sure ezberleyene para ödülü vererek takip ederdi.
Mal biriktirmezdi babam…
Hiç malı olmadığından süreçte mallarına çökemedikleri için gülerdi. Son yıllarda ‘Size bir şey bırakamıyorum, ne olur beni affedin!’ diyerek gönlümüzü alır ama mal sahibi olarak gitmekten korkardı.
Göçerdi babam…
Önce Çin sonra Etiyopya sonra Tanzanya sonra Kanada…
Yeni ülkesinde vatandaşlık pasaportunu alır almaz Polonya, İngiltere, Belçika, Almanya, İsveç, Finlandiya, Danimarka, Yunanistan, Fransa…
Hep uçar, hep göçerdi babam benim. Son uçuşunda geri gelmedi, ötelere göçtü babam benim…''
Tamamını buraya almamın mümkün olmadığı Melike’nin mektubu muhteşem bir şaheser.
Muhteşem bir babanın arkasından yazılmış bir destan, bir ağıt gibi.
Melike’nin de Büşra’nın da mektuplarının ortak teması şu:
“Bizim babalarımız koşarken çatladı.”
Yolun yükü ağır olunca o yolda çatlamak da vardır.
Ali Açıl Ağabey işte o küheylanlardandı.
Onun gözlerindeki ve yüzündeki ışık hepimizi etkisi altına alırdı. Ders yaparken, konuşurken masum bir bebek gibi kendi safiyetinin ışığından kamaşan gözleri, uzun siyah kirpiklerinin sürekli açılıp kapanışı çok hoşuma giderdi.
Sürekli etrafına ışık saçan biriydi. Yüzü sanki kafasının içinde ilahi bir ışık varmışçasına nur gibi parlardı.
Yüce değerler kulesinin her bir burcunda onun bayrağı dalgalanırdı.
Gül devrinde olsaydı Hazreti Ebu Bekir gibi, “Ya Resulallah! Cennetin sekiz kapsından da giren olacak mı?” diye soranlardan biri olurdu.
Bazıları onun Hızır makamında olduğunu söylüyor.
Ben de buna inanırım.
Hizmeti ilk tanıdığı günlerin birinde Hacı Kemal Ağabey'i sokakta ağlarken görüyor.
“Niye ağlıyorsun?'' diyor.
''Zaman Gazetesi'nin binası yapılacak, para yok.”
“Ben yaparım, yeter ki sen ağlama!”
Bu sözü söylediğinde daha otuz üç yaşındadır.
Bir gün kaldıkları evin kirasını ödeyemedikleri için talebeler kara kara düşünürken birden kapının zili çalıyor.
“Eyvah, ev sahibi yine geldi. Ne yapacağız?” diyorlar.
Gelen Ali Açıl’dır.
Bir tomar para bırakıp acele merdivenlerden iniyor. Arabasını trafik lambasında bırakıp gelmiştir.
Bir gün işyerine geliyor.
Kasada oturan çalışanına, “Para var mı?” diye soruyor.
“Yok” cevabı alıyor.
“Yukarı odasına çıkıyor.
Az sonra Hacı Muammer geliyor.
“Acil iki milyon lazım” diyor.
Sırf Hacı Muammer’e yok dememek için telefonla kasayı arıyor.
Olmadığını kendi duysun, diye.
Kasadaki kişi, “on milyonumuz var” diyor.
“Getir o parayı” diyor.
“Hacı Muammer’e “nasıl bir sıkıntın var ki Allah senin sıkıntını gidermek için bana beş kat veriyor. On beş dakika önce sordum bir kuruş yoktu.”
Bir gün kumaş mağazasına arka arkaya nurani yüzlü insanlar girerek top top kumaş alıyorlar. Bir seriyi bütünüyle bitiriyorlar. Daha sonra o insanlar bir daha hiç görünmüyor.
Hep inayet altında yaşadım diyor.
Bir keresinde onu Adapazarı depreminde elinde dolar torbasıyla çadır çadır dolaşırken görüyorlar.
Hocafendi’yi çok seviyordu.
“Daha onu ilk gördüğümde vuruldum.” diyordu. “Biz boşuna vurulmadık ona. Aslan o, aslan!”
Her yurt dışı dönüşünde hangi şehirde olursa olsun önce Hocaefendi’ye uğrar, sonra evine giderdi.
Her cenazede her düğünde bulunmaya çalışırdı.
Ta köyümüze kadar hem babamın hem anamın cenazesine gelmişti.
Ecevit’in Çin yolculuğunda birlikteydik.
Bir ay önce de bu gurbet diyarında beni ziyaret etmişti.
“Bu dünya bir misafirhanedir. Ben de misafirim.” derdi. “Misafir, misafirhaneden bir şey götürmez. Onun için tapu dairesine gidip üzerime mülk almaktan 'Malikül Mülk' olan Allah’tan utandım.”
O “Nasıl olsa servetimi veriyorum” deyip bir kenara çekilmedi.
Sahne de ölmeye sevdalı sanatçı gibiydi.
Bir küheylan gibi koştu.
Onu büyük kılanda buydu.
Kalbi %20 çalışıyordu.
“Ey Everest Tepesi'ndeki çiçeğe rengini veren Rabbim! Ey denizin derinliklerindeki balığa rızkını veren Allah'ım! Bana biraz daha mühlet ver. Kardeşlerimle buluşayım kucaklaşayım. Hasret gidereyim. Sonra canımı al! ”diye dua etmişti sanki.
Yunanistan’dan İsveç’e uğurlayan Hidayet Bey, “Ali Ağabey'e çok program koymayın. Çok yorgun.” dediğinde, ona sitem ediyor, “Bırak koysunlar. Hocaefendi bize koşarken çatlamamızı söyledi.” diyor.
Son yolculuğunu göklerde süzülen bir sülün gibi Sonsuzluğun Sahibi'ne yapıyor.
Yerde koşarken değil kanatlı bir küheylan gibi gökte uçarken çatlıyor.
Küheylan yerde koşarken değil kanatlanıp gökte uçarken çatlıyor.
Neylersin, yiğitlerin hayatlarını arzuları değil vazifeleri çizermiş.
Kızı Melike’nin mektubundan bir şey daha öğreniyoruz.
“Cenaze adeti böyleymiş” diyor Melike, “kapı önüne merhumun ayakkabısı konurmuş. Tüm evde ayakkabı aranıp bulunamayınca, ayağında giydiği ayakkabıları koyuyorlar.
İkinci bir çift ayakkabısı olmayan adamdı babam…”