HARUN TOKAK - Samanyoluhaber.com
Kahrolsun Kahire, kahrolsun Minye!
Dışarda rüzgâr kendini yerden yere atıyor, bağrını başını yırtıyor. Bir havar türküsü gibi ağıtlar yakıyor. Biz birkaç kadim dostla yine yollardayız. Gece ve soğuk bizi Öznur ve Hamdullah çiftinin evlerine taşıyor. İki sevimli yavruları ile birlikte karşılıyorlar bizi. Henüz on yaşındaki Fatih, yirmisinde bir delikanlı gibi olgun ve vakur bir çocuk. Beş yaşındaki Bahar, annesinden hiç ayrılmıyor. “Bahar sizi çok seviyor.” diyoruz Öznur Hanım’a. “Beni kaybetme korkusu yaşıyor yavrum.” “Neden?” Yüzünde, yaşadığı acıların hâlâ derin izlerini taşıyan Öznur Hanım, “Ben sosyoloji öğretmeni idim.” diye başlıyor bilcümle hikayesini anlatmaya…
“15 Temmuz bizim hem baharımız hem kışımız oldu. Bahar, 15 Temmuz günü dünyaya geldi. Adım adım takip ediliyorduk. Artık her gün evde alınma talimleri yapıyorduk. Polisler gelince ne yaparız, nasıl karşılarız, yanımıza neleri alırız, çocukları kime emanet ederiz… Çember iyice daralınca bize, ‘Siz memleketinize gitseniz iyi olur.’ dediler. Ailemizin yanına gittik. Yakınlarımız bize, ‘Siz hep üç dört gün tatil yapardınız, günlerden beri buradasınız.’ demeye başladılar. Üç dört ay annemlerde kaldık. Babamın dolup taşan evi, cemaati dağılmış mabetler gibi ıssızlaştı. Kimsecikler gelip gitmiyordu. Babama, ‘Sen bu çocukları göndersen, iyi edersin.’ diyorlardı. Oğlum Fatih, sabah akşam babasını hiç bırakmıyordu. Bir şeyler hissetmiş gibi sarılıyor, kokluyor, yüzünü gözünü öpüyordu.
Soğuk bir sonbahar günüydü. Polisler evimizi bastılar. Hamdullah Bey’i gözlerimizin önünde alıp götürdüler. Aynı gün muhtar evimizi aradı. ‘Polisler gelip evi arayacaklarmış.’ dedi. O gün emniyet müdürü beş altı polisle geldi. Evi aramaya başladılar. ‘Oğlumu aşağıya bırakayım, görmesin bu hali.’ dedim. Bir bayan polis ‘Siz kimsiniz?’ dedi. ‘Biraz önce götürdüğünüz Hamdullah Bey’in eşiyim. ’ dedim. ‘Evden çıkamazsınız hanımefendi. Sizin hakkınızda da tutuklama kararı var.” dedi. Oğlum bana sarıldı. Yavrumun gözlerindeki korkuyu gördüm. Dizlerimin bağı çözüldü. Oğlumun ve kucağımdaki Bahar’ımın annesiz-babasız kalacağını bile bile beni de tutukladılar. Oğlumu annemlere bıraktım. Küçük kızımla birlikte birkaç parça eşya alarak polis arabasına doğru yürürken bütün apartman sakinleri pencerelerini açmışlar bize bakıyordu.
Mevsimin ilk karı yağıyordu. Yollar bembeyazdı. O an kendimi Hazreti Meryem gibi hissettim. Kucağımdaki bebeğimin, ‘Annem suçsuz!’ diye haykırmasını, zalimlerin yüreğine korku salmasını çok istedim. Ama olmadı. Karakola vardık. Bahar, arabanın içinde terden sırılsıklam oldu. Üstünü değiştirme imkânı yoktu. Bir polis memuru ‘Çocuk kaç aylık?’ dedi. ‘Yedi aylık.’ ‘Korkma, bırakırlar.’ Kucağımdaki bebeğimle demir parmaklıkların arkasına koydular. Nezaret çok kirliydi, oturulacak gibi değildi. Bir battaniye vardı ama o da çok berbattı. Eşim Hamdullah Bey’le aynı karakoldaydık. Daha dün akşam evimizdeydik. Mutlu bir yuvamız vardı. Şimdi aynı karakolda, ayrı hücrelerdeydik. Fatih’im ne yapıyordu acaba? Arkamızdan çok mu ağlamıştı? Pencereye yüzünü dayamış bizi mi bekliyordu? ‘Annemi, babamı istiyorum.’ diye yeri göğü yıkıyor muydu? Beni sorguya alacaklarını söylediler. Bir polis Bahar’ı babasına götürürken çok korktu, çok ağladı. Benim götürmeme izin vermediler. Demir kapının sesinden baharın babasına kavuştuğunu anladım. Eşim o akşam orada olmasaydı sorgu anında kime bırakırdım yavrumu!
Koca karakolda eşimle biz vardık. Sanki herkes masumdu da evlerinde huzur içinde oturuyordu. Koca şehirde bir biz suçluyduk. Sırtında kalın bir montla ve başında bere ile sorguya giren polis bana, ‘Çocuk üşüyor mu?’ dedi. Sorgu sırasında, ‘Sen örgüt üyesi misin? Darbede ne görev aldın? Emri kimden aldın?’ gibi sorular sordu. Her sorgu bir buçuk, iki saat sürüyordu. Baro avukatı yüzüme bile bakmıyordu. ‘Pişman ol, çocuğunu al çık.’ diyorlardı. ‘Suç işlemedim ki, neyden pişman olacağım?’ diyordum. ‘Bak çocuğun var. On beş yıl alırsın. Bari çocuğuna acı.’
O an, duaların gücünü yüreğimde hissediyordum. ‘Allah’ım Hizmetimizi koruma gayreti ile bile olsa bir kardeşimizin hakkına girdirme! Hizmetimize zarar gelecekse canımı al, Hocam’a ver.’ Bahar o gece, sabaha kadar hiç durmadan ağladı. Yavrum ağladıkça ben kendimi kaybediyordum. Müthiş başım ağrıyordu. Sonraki gün Hamdullah Bey’le birlikte mahkemeye çıkarıldık. Ömrümüzde ilk defa hâkim karşısına çıkıyorduk. Yargıçlar, yüksek bir kürsüde, sırtlarında dik yakalı siyah cübbelerle ürpertici görünüyorlardı. Mahkeme süresince Bahar’ı hiç durduramadım, hep ağladı.
Hâkim kararını açıkladı. ‘Hamdullah Çakar’ın tutuklanmasına…’ Eşimle göz göze geldik. ‘Üzülme!' dedi ‘Bahar’a iyi bak!’. Askerlerin arasında yürüdü gitti. O an Minyeli Abdullah romanındaki o hazin sahneler geldi gözümün önüne. Roman kahramanı Abdullah askerlerin arasında giderken eşi Sevde, ‘Kahrolsun Kahire, kahrolsun Minye!’ diyordu. Ben, geçmişte büyük hizmetlere sahne olmuş şehrim için bunu diyemedim. Kendimi tuttum ama gözyaşlarımı tutamadım. Eşim avucumun içinden kayıp gitti.
Beni bırakırlar diye düşündüm. Bahar durmadan kucağımda hakimlere doğru atılıyordu. Bir şeyler söylüyor ama anlaşılmıyordu. Kucağımda zor tutuyordum. Karakolda sorulan aynı soruları sordular. Yüksek kürsülerde oturan hakimler hakkımdaki kararı açıkladılar. ‘Öznur Çakar’ın tutuklanmasına… ’ Babam oracıkta yığıldı kaldı. Hem ağlıyor hem ‘Üzülme kızım!’ diyordu. Ben de ‘Baba üzülme!’ diyordum ama gözüm, gönlümdekileri cömertçe döküyordu. Karlı-buzlu bir günde kucağımda Bahar’ımla cezaevine girdik. Demir kapılar ve gardiyanlar karşıladı bizi. O demir kapının gök gürler gibi üzerimize kapanma sesini ömrümün sonuna kadar hiç ama hiç unutmayacağım. Özgürlüğümün bittiğini haykıran korkunç bir sesti.
‘Şanslısın.’ dedi cezaevi müdürü. ‘Bebeğin var, hücrede kalmayacaksın.’ Koğuşun kapısı açıldı. Aman Allah’ım! Oturacak başka bir yer olmadığı için kış günü telefon tellerine sıralanmış kuşlar gibi yirmi kadar kadın ve kız ranzaların uçlarına sıralanmışlardı. Bir anda bütün gözler bana çevrildi. ‘Eyvah, bir bebek daha geldi.’ dedi içlerinden birisi.
Meğer oraya her girenden sonra şöyle dua ediyorlarmış, ‘Ne olur Allah’ım, bu sonuncu olsun! ’ Her girenin duasının ne olduğunu da kendimden biliyordum, ‘Allah’ım ne olur, beni sonuncu eyle! ’ Benim için yemek hazırladılar. Hepsi etrafımda döndüler, durdular. Bahar durmadan ağlıyordu. Burası daha önce erkekler koğuşu imiş. Süreçten sonra bayanlara tahsis edilmiş. Yastıklar kirden keçeleşmiş. Bayansınız, erkeklerin yatağında yatıyorsunuz, her türlü koku vardı. Her acının her kederin tanığı olan zavallı duvarlar, kış gününde ağır migrene tutulmuş hastalar gibi soğuk soğuk terliyordu. Bu daracık yerde bir de herkes çamaşırını kurutuyordu. Gardiyanlar her geldiğinde ‘İçerisi çok pis kokuyor, havalandırın!’ diyorlardı. Pencere açamıyorduk, çocuklar vardı.
Eşimle aynı hapishanede idik ama sadece görüş günleri görüşebiliyorduk. Her görüştüğümüzde ‘Bahar iyi mi, sen iyi misin?’ diyordu. Bir keresinde lavaboya gitmek için Bahar’ı bir arkadaşıma bırakmıştım. Bahar önündeki bardağı eliyle itiyor ve çay üstüne dökülüyor. Bahar’ın çığlık çığlığa feryadına koştum. Revirde doktor yoktu. Yumurta istedik, çiğ yumurta yasak diye vermediler. ‘Acile götürelim.’ dedik. ‘Birlikte gidemezsiniz.’ dediler. Özgürlüğün kıymetini bu anlarda daha derinden hissediyor insan. Demir kapılar bir kere üzerinize kapanmaya göre. Tam bir esaret hayatı yaşıyorsunuz. O gece bende Bahar da ağlamaktan yorulduk ve çaresizlikten uyuduk kaldık.
Sık sık koğuşu tepeden tırnağa temizliyorduk. Sabah oldu mu ilk işimiz, birbirimize ‘Rüya gören oldu mu? Sorusu oluyordu. İnsanın üzerine bütün pencereler ve kapılar kapanınca misal alemine açılan pencereler nefes oluyordu. Rüyada görülen uçan kuşlar, ağaçlar, uçsuz bucaksız yeşillikler özürlük; siyah renkler, yüksek yüksek aşılmaz duvarlar, kaleler tutsaklık anlamına geliyordu. ‘Kuşları gönder Allah’ım! ’ diye dua ediyorduk. Bir gün yine koğuşu pırıl pırıl yapmıştık. Sabah kalktığında bir ablamız duygu dolu idi. Ağlamaktan rüyasını anlatamadı. Her an kabaran pınarlar gibi dolup dolup taşıyordu. Ağlama krizine girdi. O gece rüyasında Peygamberimiz’in (s. a.v) evini temizlediğini görmüş. Ablamız, öyle dualar ediyordu ki ben böylesini daha önce hiç duymadım.
Üç günde bir hatim yapıyorduk. O daracık koğuş bizim için tam bir Medrese-i Yusufiye olmuştu. Sürekli okuyor, ibadet ediyorduk. Bir daha Hizmet’te koşturabilir miyiz diye düşünüyor, yeniden koşmanın idmanlarını yapıyorduk. Sanki Peygamberimiz (s.a.v) tek tek koğuşları dolaşıyordu. ‘Kendinize çekidüzen verin!’ diyordu. Ramazanda; teravihlerle, sahurlarla, iftarlarla öyle bir atmosfer yaşadık ki anlatamam. Arife günü pencereyi açtık, bütün koğuşlardan koro halinde ağıt ağıt “Hüzünlü Gurbet” türküsü yükselmeye başladı.
Bayram sabahında hepimiz buruklaştık. Sevdiklerimizden, evimizden yuvamızdan uzaktaydık. Hapishane görevlileri ellerinde bisküvilerle geldi. Biz de soğanlı patates salatası yapmıştık. İki ay sonra ‘Başka bir şehre gideceksiniz.’ dediler. Koğuş arkadaşlarımızla vedalaştık. Bir elimle kucağımda Bahar’ımı tutuyordum, diğer elimle çantalarımı. Yürümekte zorlanıyordum. Gardiyan yardım etmek istedi. Cezaevi müdürü ‘Sen işine bak! dedi. Devletin vahşi ve zalim yüzünü temsil eden müdürün bununla da yüreği soğumadı. Askere ‘Vur buna da kelepçe!’ dedi. Asker bir cezaevi müdürüne baktı bir de bana, adam evladıymış ki ‘Geç bacım!’ dedi.
Yeni hapishanenin de öncekinden farkı yoktu. Tavana kadar üçkat ranza vardı. Merdiven yoktu. Kendini zor aydınlatan floresan lambası 24 saat yanıyordu. Namaz kılacak yer yoktu. Banyoda ikinci kişi zor dönüyordu, günlük yarım saat su akıyordu. Tuvaletin önünde namaz kılıyorduk.
Dokuz ay sonra tekrar mahkemeye çıktık. Hâkime hanım yüzüme bakmıyordu. Bahar, hâkimlere doğru hamleler yapıyor, bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Hâkime hanım ‘Çıkar o çocuğu dışarı! Ben sana bir daha bu çocukla gelmeyeceksin demedim mi?’ dedi. Askerler, zorla kopardılar Bahar’ımı bağrımdan. Bahar’ın benden koparılışı hâkime hanımın kalbinden de bir şeyler koparmış olmalı ki başını hiç kaldırmadan, hiç ummadığım bir anda, ‘Öznur Çakar, tahliye.’ dedi. Kucağımda Bahar’la dışarı çıktığımızda Bahar eliyle gökyüzünü, uçan kuşları göstererek, ‘Anne bak, anne bak! ’ diyordu.’’
Gece bir hayli ilerlemişti. Dışarda rüzgâr kendini yerden yere atıyordu. Bağrını başını yırtıyordu. Öznur Hanım’ın anlattıklarından gece de yüreklerimiz de iyice yorulmuştu. Salih Öz Ağabey’in gözyaşları gece boyunca hiç dinmemişti. Bir ara yine dilaltı almıştı. ‘‘Yeter bacım’’ dedik ‘’Yeter.’’
“Yeter Nesimi bu feryadın yeter
Biliyom, yanıyon Kerem'den beter
Her ah eyledikçe dumanın tüter
Bedenimde değil ruhumda sızı oy oy”