HARUN TOKAK
Bir yaz ikindisinde, efsanevi Van Gölü‘nün kıyısından havalanan uçak beni Ankara’ya taşırken içimdeki duygu şuydu: Ben bu koca şehirde ne yaparım.
Genç cumhuriyetin başkenti hakkında ilk intibam: Ankara suratı asık bir şehirdi. Devletin, millete merhametli yüzünü değil de mesafeli yüzünü temsil ediyordu.
2. Murat, İç Anadolu’ya nefes olan Hacı Bayram-ı Veli’nin burada boy atan manevi saltanatından ürkerek yüce sultanı Edirne’ye çağırıyor. Hakikatte bu telaş gereksizidir. Zira Hacı Bayram-ı Veli’nin siyasi saltanatla bir ilgisi yoktur. Onunkisi imparatorluğun iç nizamını onarmaktır.
Ama iktidarlar her zaman manevi mimarlara mesafeli durmuşlardır.
Sırf bu şüpheden dolayı Bediüzzaman’ın da kaderi, soğuk bir kış günü dağlar arasındaki küçük bir kasabaya sürgün edilmek olmuş.
Maneviyata oldukça mesafeli olan bu şehirde işimizin Doğu’daki kadar kolay olmayacağını fark etsem de; İç Anadolu’nun bu güzel şehri, Anadolu baharını hazırlayan Naci Tosun, İsmail Büyükçelebi, Salih Öz, Numan Yüksel, Abdülkadir Akşit, Mustafa Kalkankılıç, Hasan Aslankılıç, Mustafa Fidan gibi gönül sultanları sayesinde Hizmet’e erken uyandığını gördüm.
Bize de onların ayak izlerinde yürümek düşüyordu.
Okullar, yurtlar, dershaneler hummalı bir faaliyet içindeydi.
Kendi içinde girdaplaşmaya başlayan Anadolu insanı 1990’lı yılların başlarından itibaren her geçen gün büyüyen nurlu bir nehir gibi Asya’nın bereketli topraklarına doğru akmaya başlamıştı.
Bu sadece Ankaralı iş adamlarına has bir durum değildi. Hemen her şehirden iş adamları da öğretmenlerle o ülkelere göç ediyor, uçaklarla, tırlarla inşaat ve okul malzemeleri taşınıyordu.
Anadolu insanının içindeki dev uyanmıştı.
Kısa sürede Asya bozkırlarını bir baştan bir başa geçen Önden Giden Atlılar, Baykal Gölü önlerinde, Orhun Abideleri’nde görünmeye başlamışlardı.
Bütün bunlar mefkûresine adanmış Anadolu insanının başarısıydı.
Nice fakir ülkeler için bir yer üstü zenginliği, mazlum milletler için bir fecir parıltısı oluyordu okullar.
Özellikle Afrika gibi ölümün hayata pusu kurduğu ülkelerde, Nijerya gibi Boko Haram’ın terör estirdiği topraklarda umut ışığı oluyordu.
Hocaefendi, uyuyan bir devi uyandırmıştı.
Öğretmen ve iş adamları üzerinden, Müslüman-Türk hamiyetperverliğini, fedakârlığını ve bin yıldır aktıkça durulmuş ve saflaşmış o koca ırmağın engin coşkusunu harekete geçirmişti.
Bu geniş eğitim kadrosunu ve eğitim seferberliğini hakkıyla anlamadan Gülen hareketini analiz etmeye imkân yoktur.
Okullar, tüm zamanların en büyük iyilik hareketlerinden biri olarak bir bir tarihteki yerleri almıştı.
Ege Cansen’in dediği gibi, ‘‘Bir gün bu okullar bütünüyle harab olsa ve onlardan geriye bir tek taş kalsa o taş, ‘Burada bir zamanlar büyük bir iyilik medeniyeti vardı.’ diye haykıracak.”
Ankara, benim için yeni tanıştığım Alaaddin Kaya, Aysal Aytaç, Şerif Ali Tekalan, Fikret Sönmez, Abdullah Sungurlu, Melih Nural gibi soylu insanlarla yeni ufuklar açan bir şehir oldu.
Bu değerli dostlarla sık sık buluşuyor, tatlı tatlı sohbetler ediyorduk.
Melih Nural Bey’in Beştepe’deki Ahmet Örs Hastanesi uğrak yerimizdi. Melih Bey her daim güler yüzle karşılardı misafirlerini. Sıcak, sevecen ve zarafet sahibi bir insandı.
Siyasilerle, bürokratlarla bir araya geliyor, okulların bulunduğu ülkelere geziler yapıyorduk.
O günler, güzel günlerdi.
Hemşerim olan Aysal Bey Millî Eğitim Bakanlığında genel müdürdü. Yurt dışındaki okullardan sorumluydu. Tarihe not düşülecek, çok güzel hizmetler yapıyordu.
Sık sık yurt dışına gidiyor, oradaki öğretmenleri yüreklendiriyordu.
Şerif Ali Bey o yıllarda YÖK üyesi idi. Hemen her gün yeni birileri ile tanışması, buluşması Hizmetlerimizi anlatması başlı başına destansı bir devletle ilişkiler manifestosu idi.
Gittiği hiçbir yere yalnız gitmezdi.
Bakanlara, başbakanlara, milletvekillerine, bürokratlara birlikte gidiyor, Hizmetimizi anlatıyorduk.
Hiç çekinmeden, cesurca, son derece özgüven içinde Hocaefendi’den ve Hizmetlerden bahsediyordu.
Bu sayede, koca şehirde ne yaparım düşüncesi, yavaş yavaş bende de yerini bir özgüvene bırakmaya başladı.
Onun organize ettiği seçkin heyetlerle okulların bulunduğu ülkelere ziyaretler yapıyor, oralardaki öğretmenleri yüreklendiriyorduk.
Bir keresinde, bir uçak dolusu insanla Türkmenistan’a gitmiştik.
Bu sayede Ankara’da, devletin bütün kademelerinde okullar konuşulmaya başlamıştı.
Bu süreçte, nice değerli dostlarımızla ayrı düştük. Kimimizin yolu zindana, kimimizin yolu gurbete, kimimizin yolu kara toprağa düştü.
O güzel günler anılarda kaldı.
Bu günlerde, bu eski dostlardan kiminle konuşsam gözyaşları içinde, “Yazık oldu, güzel ülkemize.” diyorlar.
Büyük acılar, büyük intibahlara vesile olurmuş. Bütün Anadolu tek yürek oldu deprem bölgesine koştu.
İyilik duyguları yeniden coştu. “İşte bizim ülkemiz bu.” diyebileceğimiz destansı sahneler yaşandı. İnsanların içinde dumura uğrayan hayır yapma duyguları geri döndü.
İyiliğin, yapanın karşısına çıkmak gibi bir huyu vardır. İnsan, iyilik ya da kötülük adına her ne yaparsa aslında kendine yapar.
Geçenlerde Şerif Ali Bey aradı.
“Anılarımı yazdım. Sana gönderiyorum. Bir bak bakalım.” dedi.
Şerif Ali Bey, daha adını bile koymadığı yeni çalışmasına çocukluğunun efsunlu dünyasına saklanmış hatıraları ile başlamış.
İlkokulu bitirinceye kadar kaldığı köydeki çocukluk hatıralarını pek sevimlice, neredeyse o yaşından anlatıyor.
Babası, ağabeyi, annesi, kardeşi, koyunları, kuzuları, komşuları, hasadı, harmanı, düveni, samanı, sığırları var anılarında. Bir çocuğun çevresindeki herkes var.
Hepimizin çocukluğundan tanıdığı bu duyguları kitabında öyle canlı anlatıyor ki tek başımıza gidemeyeceğimiz bir mazinin içine adeta bizi bırakıveriyor.
Geçmişte yaşadığımız anılar aslında geleceğe yazılmış mektuplar gibidir.
Bizi biz yapan biraz da çocukluğumuzda yaşadıklarımızdır.
Çocukluk anılarımız, içimizde hiç sönmeyen bir ışık gibi ömür boyu bizi takip eder.
O ışık saftır, temizdir.
Bizim karanlık dünyamızı o dupduru ışık aydınlatır.
İçimizdeki bütün ışıklar söndüğünde o bize hep gülümser.
Çocukluk anıları geçmişe tuttuğu kadar geleceğe de güçlü bir ışık tutar.
Şerif Ali Bey’in yaşadığı saf ve temiz çocukluğu onun bütün bir hayatını biçimlendirmiş.
Hizmet’le tanıştıktan sonra yatağını bulmuş aydınlık bir su gibi daha bir coşkun akmaya başlamış.
Kitabında bir iyilik hareketi olan Hizmet’in küçük bir çekirdekten, bugün dalları bütün kıtalara uzanan görkemli bir çınara nasıl dönüştüğünü de anlatıyor.
Orta sayfalardaki bir anı ise yapılan her iyiliğin bir gün yapanın karşısına çıkmak gibi bir huyu olduğunu fısıldıyor, bizlere.
İzmir Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde KBB ihtisasını tamamlamadığı günlerde İsviçre bursu kazanıyor.
Sıkıyönetimin koyduğu yurt dışına çıkma yasağını güç bela kaldırtıyor.
O günlerde Hocaefendi de duvarlarda, duraklarda, billboardlarda asılı boy boy resimleriyle aranmaktadır.
Havaalanında Şerif Ali beyin eşyaları fazla geliyor. Görevli bayan, ‘‘Fazla eşyanız var. Para ödemeniz gerekiyor.” diyor.
Fakat yanında istenilen kadar para yoktur. Ne yapacağını şaşırıyor.
Hemen arkasında duran, yeni evli oldukları anlaşılan bir çift, ‘‘Bizim hiç eşyamız yok. Biz, beyefendinin eşyalarını alabiliriz.’’ diyorlar.
Kitaplarından kopmayacağı için sevinçten uçuyor.
Yeni evli çifte teşekkür ederek bekleme salonuna geçiyor.
Ama gittikçe kabaran bir deniz gibi içinde karanlık bir korku kabarmaktadır.
“Acaba yurt dışına çıkabilecek miyim? Uçağa binebilecek miyim?”
Olacak bu ya, biraz sonra hoparlörden “Dr. Şerif Ali! Lütfen polis karakoluna gelin!’’ diyerek anons ediliyor.
“Tamam.” diyor “Demek buraya kadarmış. Üniversiteden de ayrıldım. Zaten geri de almazlar. Ben şimdi ne yaparım?”
Havaalanın bütün o parlak ışıkları sanki bir anda sönüyor. Karanlık bir tünelin içinden polis merkezine doğru hem yürüyor hem de kendi kendine konuşuyor;
“Kesin askere alırlar ama ya tutuklarlarsa…”
O karanlık tünelde yürürken çocukluğundaki saf ve berrak ışık birden ona gülümsüyor. İçinde aydınlık bir ferahlık oluyor.
Havaalanı karakoluna vardığında polis müdürü, ‘’Beyefendi, siz doktormuşsunuz.” diyor, “Hamile bir kadın var. Uçağa binebilir raporu olmadığı için biz uçuramayız. Siz ona bir rapor yazabilir misiniz?’’
“Hastayı bir göreyim.” diyor.
Hasta olarak gele gele az önce eşyalarına yardımcı olan çift geliyor.
‘’Hemen getirin, imzalayayım. Bunlar uçabilirler.’’ diyor.
Önce kitaplarından kopmadığı için sevinçten Şerif Ali Bey uçmuştu. Şimdi de yeni çiftler sevinçten uçuyor. Daha sonra da Zürih’e giden uçak hem Şerif Ali Bey’i hem de yeni evli çiftleri alarak havalanıyor.
Hepsi birden uçarlarken göklerden dökülen bir sese kulak kesiliyorlar;
“İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.”