HARUN TOKAK
Gitme Ey Yolcu!
Bir Kudüs akşamında Filistinli bir doktorun evindeyiz.
“Eviniz oldukça geniş ve de güzel.” Diyorum.
“Özgür olmadıktan sonra ev ferah ve güzel olsa neye yarar!’’ diyor.
O sözü şimdi daha iyi anlıyorum.
İnsanın kendi ülkesinde kendi topraklarında parya muamelesi görmesinin nasıl bir acı olduğunu hep birlikte yaşıyoruz.
Pek çoklarımız daha özgür bir dünyaya kavuşma arzusuyla doğup büyüdüğümüz toprakları terk etmek zorunda bırakıldık mı?
Filistin halkı bizim bu yaşadıklarımızın bin beterini yetmiş yıldır yaşıyor.
İsrail’in katliamı daha kurulmadan başlıyor.
1946 senesinde, Der Yasin'e giren Moşe Dayan'ın liderliğindeki çete, uyumakta olan 576 Filistinliyi, bomba ve otomatik silahlarla tarayarak öldürüyor. Moşe Dayan, ilerleyen yıllarda İsrail Savunma Bakanı, çetenin en acımasız fertlerinden biri olan bayan Golde Meir ise İsrail Başbakanı oluyor.
Bu katliamdan sadece bir ay önce de, daha sonra başbakan olacak Menahem Begin'in başında olduğu bir başka çete, Kudüs'te İngiliz yönetiminin yerleşmiş olduğu ve dörtte üçü sivil halka açık olan yedi katlı lüks Kral Davud Oteli'ni 350 kilo TNT ile havaya uçuruyor ve 91 kişinin ölmesine sebep oluyor.
1948’ de İsrail kuruluyor.
İlerleyen yıllarda İsrail'in başına gelecek olan Ariel Şaron da, silahlı hayatının ilk eylemini, 1953 yılında bir Filistin köyünü basıp 60 kişiyi katlederek gerçekleştiriyor.
İsrail’in başına geçecek olan birisinin sanki katliamlarla kendini isbat etmesi gerekiyor.
Hafızalarda yer tutan en önemli katliamlarından biri ise 1982 yılında gerçekleşiyor. Şaron'un yol vermesi ve emriyle, Hristiyan Falanjistler, Lübnan'daki Filistinlilerin yerleştiği Sabra ve Şatilla kamplarını basıyor, 600 kişiyi vahşice öldürüyorlar. Bu katliamda 1800 kişi de kayboluyor.
İsrail'in hafızalarda en fazla iz bırakan katliamı ise 2002 yılında Cenin'de gerçekleşiyor. Bir mülteci kampına girmek isteyen İsrail askerlerine, kamp sakinleri karşı koyuyor.
Yiyeceğin ve cephanenin bitmesi sonrasında direniş kırılıyor. Kampa giren İsrail askerleri, silahsız ve savunmasız halkın, önceden belirledikleri bir meydanda toplanmasını istiyor. Halkın bunu reddetmesi üzerine, İsrail uçakları ve helikopterleri, havadan attıkları füzelerle, bütün bir kampı imha ediyor, ardından buldozerlerle enkazı eziyor.
Çoğu hava saldırısında füze isabeti sonucu ölürken, sağ kalanların genç olanları da kurşuna diziliyor. Bu katliamda ölü sayısı en az bin olarak ifade ediliyor. Ama İsrail, katliamı gizleyebilmek için, ölenleri toplu mezarlara defnediyor.
Bütün bu katliamları yapanlar “terörist” olmuyor.
Ama başkaları yapınca terörist ilan ediliyor.
Terörü kim yaparsa yapsın kötüdür, vahşettir.
2006 seçimlerinde Hamas seçimleri kazanıyor. Demokratik zeminde faaliyetlerini sürdürmesi için bir fırsat doğuyor. Lakin Hamas yöneticilerinin Gazze’den başkent Ramallah’a gelmelerine izin verilmediği için Fetih Hareketi o gün bugün yönetime devam ediyor.
Gazze’de açık hava hapishanesinde yaşamayı kabul etmeyen Hamas, 2008’in son günlerinde İsrail tarafına füze atıyor.
Bunu bahane eden İsrail Gazze’ye saldırıyor.1000'den fazla insan hayatını kaybediyor.
Benim de Kudüs’te olduğum 2014 Ramazan’ındaki İsrail askerlerinin Gazze’ye saldırısında ise 2000’de fazla Filistinli ölürken 11 000’den fazla kişi yaralandı.
İsrail’in yaşattığı acılar elbette bunlarla sınırlı değil.
Osmanlı padişahı Dördüncü Murat’ın torunu Selma Sultan’ın kızı olan Kenize Murad, Toprağımızın Kokusu kitabında adeta zulmün haritasını çıkarıyor.
Toprağımızın Kokusu son derece sarsıcı ve bir o kadar da düşündürücü bir eser.
Arap-İsrail çatışmasının neden olduğu insanlık tragedyasını bütün çıplaklığı ile gözler önüne seriyor.
10 Mart 1990'da Ramallah'da öldürülen 16 yaşındaki Halil kurbanlardan biri. Taş attığı için İsrailli askerler tarafından kovalanıp bir inşaatın asansör boşluğuna itildikten sonra, üzerine bir blok çimento dökülerek yamyassı edilmiş. 2002 yılının nisan ayında İsrail ordusu tarafından yerle bir edilen Cenin Mülteci Kampı’nda yaşayan Ahmed Fayed'in felçli erkek kardeşi, onun evin içinde olduğunu bilen ve ailenin yalvarmalarına aldırmayan bir askerin buldozerle evi yıkması sonucunda ölmüş. Ama hemen değil. Yıkıntıların altında günlerce feryat ettikten sonra. Çünkü İsrailli askerler eve kimseyi yaklaştırmamışlar.
Nablus yakınındaki Beit An köyünden 13 yaşındaki Hüsam, köyün yakınındaki bir tepede nöbet tutan askerlerin ‘‘eğlenmek’’ için uzuvlarına tek tek dom-dom kurşunu sıkmasıyla ömür boyu sakatlığa mahkûm kalmış.
Han Yunus mülteci kampından 12 yaşındaki Basel, 19 Mart 2001'de okul dönüşü evinin kümesinden kaçan tavuğu yakalamaya çalışırken, ne yaptığını kontrol kulesinden görmelerine rağmen kıllarını kıpırdatmayan askerlerin ve annesinin gözleri önünde biraz ileride duran bir tankın ateş açması ile paramparça olmuş. Çok parlak bir öğrenci imiş. Büyüyünce mühendis olup ailesine bakmak istiyormuş.
Kenize Murad kitabında, ‘‘İsrail askerleri sistematik zulüm yöntemlerine de başvuruyor.” Diyor. Tutuklulara sakat edinceye kadar işkence etmek, kontrol noktalarını geçişe kapatarak hayatı felce uğratmak, olur olmaz nedenlerle uzun süreli sokağa çıkma yasağı koyarak açlığa ve hatta ölüme sebebiyet vermek bu yöntemlerin başlıcaları...
Büyük çoğunluğu fanatik Yahudilerden oluşan yerleşimciler de çevrelerindeki Filistin köylerine dehşet saçıyor. Tek geçim yolu zeytincilik olan köylülerin hasat zamanı zeytin toplamalarını engellemek için onları makineli tüfekle tarayan yerleşimciler, köylülerin korkudan işleyemedikleri toprakları ‘‘işlenmeyen toprağa el koyma hakkı’’ yasasına göre ele geçiriyorlar.
Filistinli öğrenciler hiçbir zaman kendilerini derse veremiyorlar.
Bu çocukların çoğu evlerine ya da komşularının evlerine askerlerin girdiğini, anne babalarının aşağılandığını, horlandığını hırplandığını, her şeyin yağmalandığını ve çoğu zaman babalarının, ağabeylerinin hapse götürüldüğünü görüyor.
Bu insanlar sanki şimdiden ölmüşler…
Ortalık sakin bile olsa bu topraklarda insanların yüreği her zaman bir yangın yeridir.
En küçük şüphede askerler tanklar ve buldozerlerle geliyor ve sadece kuşkulandıkları kişinin değil, bütün yakınlarının ve genelde bütün köyün topraklarını yağmalıyor, evlerini ve kuyularını yıkıyor, hayvanlarını öldürüyor, pek çok kişiyi tutukluyor. İntifadanın başından beri İsrail, uluslararası hukukun yasakladığı bu toplu cezaları uyguluyor. İsrailli yöneticilerin istediği şu…
Onlara hayatı o kadar dar edelim ki kendiliklerinden çekip gitsinler.
İsrailli bir avukat, ‘Filistinliler nefret nedir bilmezdi. Onu biz onlara öğrettik. Çok iyi öğretmenleriz doğrusu!’ diyor.”
Geçmişinde büyük acılar yaşamış olan İsraillilerin neden bu acıları yaşattıklarını anlamak mümkün değil.
Birleşmiş Milletler’in önerdiği 1967 sınırlarına çekilme ve iki devletli çözüme ise hiç yanaşmıyorlar.
Toprak yine kan kokuyor.
İsrail tankları Gazze’ye girmeye hazırlanıyor.
Azarbaycan’ın işgalinde Hocaefendi’nin Şadırvan Camii’nde söylediği o sözler düşüyor hatırıma.
“Hepiniz gibi kalbim çok kırık. Azerbaycan işgal edildiği gün ben de yatağa düştüm. Seneler var ki İslam dünyasını, Türk-İslam dünyasını alakadar eden meseleler zuhur etmeden evvel sanki sinir sisteminde bazı alıcılar daha önceden gelecek musibeti seziyor gibi evvela onlar beni yatağa çekiyor. Ben o vahşet haberlerini hep yatakta dinliyorum.
Zaten iki büklümdüm. Azerbaycan’ın işgaliyle oldum dört büklüm. Yetmiş sene evvelki şoku da bana hatırlattı. Bulgaristan’daki soydaşlarımızın yaşadıklarını da bana hatırlattı. Afgan halkının yaşadıklarını da…
Dünyanın dört bir yanında olan şeylere ağladım. Ömer Muhtar’ın tanklara karşı mavzer tüfekle muharebe edişine ağladım.
O tanklar daha kanları sağa sola fışkırtmadan çok önce hayalimde onları yaşatmaya başladım.
Irz çiğneniyor, namus çiğneniyor ve ben acı acı bunları yorganımın altında düşünüyor, bir şey yapamıyordum.
Başlarına gelecek musibete evlerinin kuytu bir köşesine çekilip bekleyen analarımızın haline ağlıyorum, bacılarımızın haline ağlıyordum.
Bu nasıl zulümdür, bu nasıl kederdir! Sen gel bunun için Zeliha gibi ah-u efgan etme.
İçimden geldi, Hazreti Nuh gibi diyeyim, “Rabbim mağlup oldum, yardım et!”
Yakınımda olanlara çağırdım ‘Bari bir hacet namazı.’ dedim, ‘Bari bir gece dua.’ dedim.
Toprak yine kan kokuyor.
Ölüm kusan tanklar Gazze’ye girmeye hazırlanıyor.
Korku, dalga dalga insanların üzerine geliyor.
Çocukların çığlıkları, kadınların feryatlarına karışarak yırtıyor gecenin bağrını.
Şehir karanlığa gömülü.
Evlerin pencereleri âma gibi bakıyor sokaklara.
Sokak lambaları sönük, sular akmıyor.
Hastaneler yaralı dolu, kolları bacakları kopmuş insanların bile kimse yüzüne bakmıyor.
Hastanede elektrik yok, su yok, ilaç yok.
Bir ambulans şoförü gördükleri karşısında oturmuş ağlıyor.
Küçücük kızlar birden büyümüş, kucaklarındaki kardeşlerine annelik ediyorlar.
Annelerse ya ölmüş ya da yaralı.
“Ölüler evi"ni andırıyor koca şehir.
Ölüm kokuyor sokaklar.
İnsanların en çok karşılaştıkları şey, ölüm.
Bu şehirde her şey durgun, her şey yorgun, her şey bitkin.
En canlı şey ölüm.
Ölüm makineleri tanklar yavaş yavaş şehre giriyor.
Korku, kabaran bir deniz gibi koca şehri yutuyor.
Masum insanlar mezbahada kıstırılmış kurbanlıklar gibi bağrışıyorlar.
Çığlıklar gecenin karanlıklarını yırtarak yükseliyor.
Akif’in dediği gibi diyorum;
Gitme ey yolcu, beraber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım.