Gurbetteki odamda bir başıma oturuyorum. Sular yavaş yavaş kararıyor. Gün geceye dökülüyor. Gri-siyah bulutlar yük taşıyan posta katarları gibi acele acele koşturuyor. Gece orkestrası başlıyor. Alacakaranlıkta bir görünen bir kaybolan martıların sesleri, suların sesine karışıyor. Suların içinde salınan sokak lambalarının özgürce ışık dansları geceyi daha da gizemli hale getiriyor.
Akşamın karanlığı düşüyor pencereme. Benimse mütevazı melekler düşüyor yadıma. Biri hapiste, biri sürgünde, biri kara toprakta olan mütevazı melekler. Ne yapmıştı bu üç melek, neydi suçları.
Aynı aşkla dolu idi içimiz
Bu vatanı sevmek idi suçumuz
Bir kaderin kurbanıyız üçümüz
O toprakta, sen zindanda, ben sürgün
Ruhun şad olsun Ozan Arif…
Değerli kardeşim Hidayet Karaca pek çok arkadaşıyla birlikte hapishanede artık yedi yılını doldurdu. Dile kolay. İçeri girerken saçları simsiyahtı. Geçenlerde bir fotoğrafını gördüm. Acı bir tebessüm vardı güzel yüzünde. Onurlu duruşundan bir şey kaybetmemişti ama saçlarına kar yağmasına engel olamamıştı. İçerde iken babasını kaybetti. Bir babanın evladını hapiste bırakarak bu dünyadan göçüp gitmesi, kim bilir o babanın ruhunda nasıl çöküntüler meydana getirdi. Oğlunu bir daha kucaklayamadı, bağrına basamadı.
Pek çokları gibi Hidayet Bey’in de evlatları babasız büyüdü. Babası içeri girdiğinde Emin daha çok küçüktü. Şimdi körpe bir delikanlı oldu. Sıtkı, babasını dört duvar arasına uğurlarken körpe bir delikanlı idi. Acılar ve ayrılıklar onu erken olgunlaştırdı. Üniversite okudu. Avukat oldu. Evlendi. Avukatlık mesleğini özellikle babasını dört duvar arasından kurtarmak için tercih etti. Avukat Sıtkı sesini, bütün dünyaya duyurdu ama ülkenin hâkim ve savcılarına duyuramadı. Sıtkı, bir dizi senaryosu yüzünden babasının hapiste tutulmasının bir senaryo olduğunu defalarca haykırdı. Sadece bedenler değil, pırıl pırıl beyinler de hapiste. Sadece bedenlerin değil beyinlerin de yılları çalınıyor. Zaten en iyi becerdikleri iş çalmak. “Çalıyorlar ama çaldıklarını söylemiyorlar.” Bu sözün sahibi Selahattin Demirtaş, kızının on yedinci yaş gününde onunla görüntülü telefonda konuşurken, “Ben içeri girdiğimde on üç yaşındaydın, şimdi on yedi oldun.” demişti. Kızı daha fazla dayanamamış başını, bir dağa yaslar gibi annesinin omzuna yaslamıştı.
Geçenlerde Hidayet Karaca’nın genel müdürlüğünü yaptığı Samanyolu televizyonun Üsküdar’daki merkez binasını yıktılar. Daha önce Hizmet hareketinin ilk binası olan Bozyaka Yurdu’nu da yıkmışlardı. Biri, gecenin en karanlığında Bozyaka yamaçlarında parlayan yeni bir dirilişin umut kandiliydi. Diğeri de ekranların gülen yüzü... En başarılı oldukları konulardan biri de zaten yıkmak. Utanmaksa lügatlarında hiç yok.
İnsanlığın ilk nübüvvetten aldığı öğüt şudur: “Eğer hayân yoksa git dilediğini yap!” İlk peygamberden itibaren nesilden nesille intikal eden bir sözdür bu. Ne yazık ki Hizmet’in sembolü olmuş binaları yıkarak, masum insanları hapse atarak Hizmet Hareketi’ni bitireceklerini sanıyorlar.
Ali Ulvi Kurucu, 1955 yılında Almanya’da bulunduğu bir sırada, İkinci Dünya Savaşı’nda Rusların yakıp yıktığı yerleri görmek istiyor. Rusların bombaladığı yerlere götürüyorlar. Modern fabrikalar, okullar, apartmanlarla karşılaşıyor. Ali Ulvi Hoca, “Ben buraları demedim. Rusların harap ettiği yerleri dedim.’’ diyor. “Hocam, Rusların yakıp yıktıkları yerler işte buralar.” “Nasıl olur! On yıl içinde nasıl buraları mamur hale getirdiniz?” “Hocam yıkılan Almanya’ydı. Almanlar değildi.” diyorlar.
Keşke yıktıkları sadece bina olsaydı. Ahlaki değerleri yıktılar. Oysaki bütün hayaller ahlaklı ve imanlı bir nesil üzerine kurulmuştu. Nice emekler verilmiş, nice çileler çekilmiş, nice göz yaşları dökülmüştü o nesil için. Ülkemiz ve dünya adına ne büyük bir hayal kırıklığı. Şimdi ülkeyi yönetenlerin çocuklarını, kumar masalarından, uyuşturucu pazarlarından, rüşvet pazarlıklarından, yolsuzluk ve “günah evlerinden” topluyorlar.
Yazık bu ülkeye. Üç-beş günlük saltanat için değer miydi? Üsküdar’daki Samanyolu televizyonunda Yüksek İstişare Toplantıları olurdu. Değerli kardeşim Hidayet Bey bazen beni davet ederdi. Hocaların hocası Profesör Sabahaddin Zaim’in başkanlık ettiği toplantılara, Yaşar Tunagür, Hayreddin Karaman, Erdoğan Tüzün, İhsan Kalkavan, Faik Bilgi gibi Osmanlı beyefendisi seçkin insanlar katılırdı. Bir anı cihana değer soylu sohbetler olurdu. Türlerinin son örneği güzel insanlar çoktan çekip gittiler. Hidayet Bey, o güzide meclislerde, o güzel insanlara hizmet etmekten yüksünmezdi.
Bir gün Hocaefendi’nin de bulunduğu bir mecliste oturuyorduk. Hocaefendi konuşmasını keserek hayret ifade eden bakışlarla gözlerini kapıya dikince gayr-i ihtiyari hepimiz o tarafa döndük. Bir de ne görelim. Hidayet Bey çay dolu tepsiyi almış çay dağıtıyordu. Gördüğü manzara karşısında Hocaefendi’nin gözleri doldu. “Bu bizim Samanyolu’nun genel müdürü değil mi?” dedi. Hocaefendi tanımadığından değil ondaki tevazua dikkat çekmek istiyordu. Makamlar, mansıplar sizi kibre sevk etmesin, demek istiyordu. Tevazu herkese yakışır ama makam sahibi insanlara daha çok yakışır. Alçak gönüllü olmak yüce ruhlu insanların işidir. Hidayet Bey o insanlardan biridir.
Her cemaatte her toplumda elbette alçakgönüllü insanlar vardır. Ama Hizmet Hareketi’nin mensuplarının en bariz vasıflarından biri mütevazı olmalarıdır. Bir tevazu hikayesini de bugünlerde ciddi bir operasyon geçiren ve halen gurbetteki bir hastane odasında bir başına yatan ilklerin efendisi Saadettin Ağabey’den dinlemiştim.
Saadettin Ağabey’in hayatı hakikaten bir destandır. O demirperde yıkılır yıkılmaz Sarp Sınır Kapısı’na dayanmasıyla, uçsuz-bucaksız bozkırları bir baştan bir başa Hacı Kemal Ağabey’le dolaşarak Asya kapılarını zorlmasıyla, Sibirya buzullarında yalnız bir penguen gibi üşümesiyle, mavi gökler ülkesi Moğolistan çöllerine at sürmesiyle, Çin Seddi’ne kadar uzanmasıyla o bir ilklerin efendisidir. Ama onun da en bariz yanı mütevazı oluşudur. Okul adam rahmetli Hacı Kemal Ağabey’le Asya’nın bozkırlarında canhıraşane koşarlarken, onları görenler onların niçin koştuklarını bilmese de onlar neden koştuklarını çok iyi biliyorlardı.
Saadeddin Ağabey, Soğuk bir Sibirya gecesinde Novosibirsk Teknik Üniversitesinde okuyan bir iki öğrenci ile, aynı üniversitenin dekanlarından Viktor Nikolayeviç’in evine misafir oluyorlar. Evin hanımı Prof. Ludmila İvanova, mükellef bir sofra hazırlıyor. Hanımefendi Ural bölgesindenmiş. Bu bölgenin hanımları balık yemeği konusunda ün sahibiymişler. Sofrada balık böreğine varıncaya kadar her şey varmış. Yemekler yeniliyor. Çay-kahve derken sohbet koyulaşıyor. Öğrenciler bir ara kayboluyorlar. Uzun bir aradan sonra evin hanımı meyve ikramı için mutfağa gidiyor. Biraz sonra mutfaktan, ‘Aaaa!’ diye bir çığlık sesi duyuluyor. Ev sahibi hanımefendinin sesidir bu. Kocasına, ‘Viktor idi suda, idi suda! (buraya gel, buraya gel)’ diye bağırıyor. Kocası yerinden fırlıyor. Bir şey oldu diye merakından Saadeddin Ağabey de biz de koşuyor. Karı-koca donmuş vaziyette öğrencilerimizi seyretmektedir. Öğrenciler önlükleri giymişler bulaşıkları pırıl pırıl yıkamışlar, yerleri pas pas etmektedirler. ‘Viktor fotoğraf makinesi getir, lütfen bu anı görüntüleyelim ve fakültedeki arkadaşlara gösterelim.’ diyor evin hanımı. Önlükleri ile duran öğrenci arkadaşlarımızla hatıra fotoğrafı çektiriyorlar. Geri salona dönüyorlar.
Evin hanımı Profesör İvanova ağlamaya başlıyor; “Benim bir kızım, bir de torunum var. Her hafta sonu onları evime çağırır, hafta sonlarını onlarla geçiririm. Yemekleri ben yapar, bulaşıkları ben yıkarım. Beklentim olduğundan değil ama kızım bugüne kadar ne yemek pişirdi ne bulaşık yıkadı. Bu gençler beni hayretler içinde bıraktılar. İnanın söyleyecek söz bulamıyorum.’ Kocası Profesör Viktor, ‘Ben hala gördüklerime inanabilmiş değilim.’ diyor. ‘Eğer bir milletin genç nesli bu kadar mütevazi ise o ülkenin geleceği çok parlak olur. Onun için ben ülkenizin yöneticilerini şimdiden kutluyorum.’
Gurbetteki odamda bir başıma oturuyorum. Sular yavaş yavaş kararıyor. Yıldızlarla arama giren gri-siyah bulutlar yük taşıyan posta katarları gibi acele acele koşturuyor. Gece orkestrası başlıyor. Kendileri görünmeyen martıların sesleri, suların sesine karışıyor. Suların içinde salınan sokak lambalarının özgürce ışık dansları geceyi daha da gizemli hale getiriyor.
Akşamın karanlığı üstüme üstüme geliyor.
Ülkemde yedi yıldan beri Medrese-i Yusufiye’de ağarmış saçları ile masum bir melek gibi yatan Hidayet Karacalar, Alaaddin Kayalar, gurbette bir hastane odasında yatan Saadettin Başerler, kara toprağın bağrında bir başına yatan Hacı Kemaller düşüyor yadıma.
Yıllar oldu onu yolcu edeli
Sen hapse ben sürgüne gideli
Demek buymuş bu sevdanın bedeli
O toprakta, sen zindanda, ben sürgün