HARUN TOKAK
İskandinavya’nın soğuk ülkesine hiç gelemeyeceğini sandığımız bahar nihayet gelmişti.
Bizim oturduğumuz ve okulumuzun da olduğu Hay Sokağı’na akın akın muhacir geliyordu.
Kısa sürede muhacirlerin sayısı on beş, yirmiyi aştı.
Eski konağın çatı arasındaki odamızın ahşap pervazlı penceresinden arada bir geceye bakıyordum.
Üçü beşi bir araya gelmiş muhacirleri, gecenin ayazında sokak lambasının loş ışığı altında murakabeye dalmış kumrular gibi düşünürlerken görüyordum.
Dün, bebekken Hizmet’e sahip çıkmış, beslemiş, büyütmüş vatanın tertemiz evlatlarına sahip çıkmış bu insanlar şimdi mallarından, mülklerinden, evlatlarından uzak, gurbetlerde üşüyordu.
Yürekler yorgun, gözler buğulu idi.
Bir gün Van’da kısa süre birlikte çalıştığımız Süleyman Hoca da geldi.
Güzeller güzeli oğlu Cihan Şah yaklaşık iki yıldır Türkiye’de bir hastane odasında kanser tedavisi görüyordu.
Başında annesi Fahriye Hanım kalıyordu. Cihan Şah’ın durumu hepimizi derinden üzüyordu.
Cihan Şah hastalığına kadar yaz tatillerini hep Amerika’da kampta Hocaefendi’nin yanında geçiriyormuş.
Bir keresinde Fahriye Hanım’la Süleyman Hoca da kampa Hocaefendi’nin ziyaretine gidiyor.
Oğlunu öyle başında takkesi ve sırtında krem rengi kısa yazlık pardesü ile Hocaefendi’nin hizmetinde görünce anne Fahriye Hanım çok seviniyor.
Hocaefendi Cihan Şah için, “Yaşının çok üstünde olgun bir genç.” diyor. “Burada benim yanımda kalıp hem eğitimine devam edebilir hem de hizmet edebilir.”
Fahriye Hanım bir gün, “Cihan’ımı görmeye geldim ama galiba ona doyamadan gideceğim. Yanıma az geliyor.” diyor.
Hocaefendi bu sitemi duyuyor.
“Kendini onun yokluğuna alıştırsın.” diyor.
Bu sözü, Hocaefendi yanında tutmak istiyor diye yorumluyorlar.
Fahriye Hanım, “Hocam, ben Cihan’ı size verdim. N’olur, çorabınızı dahi o giydirsin.” diyor.
Sonraki gün Cihan Şah annesinin yanına geliyor, biraz kırgındır.
“Neyin var oğlum?” diyor Fahriye Hanım.
“Anne, sen dün ne konuştun Hocamızla?”
“N’oldu ki?”
“Hocam benden su bile istemez. Ben suyunu, ilacını veririm. Fakat akşam, ‘Cihan ayakkabılarımı giydirir misin?’ dedi. O asla böyle bir şey demezdi. Söyle bana, sen ne konuştun?”
“Oğlum ben ‘Hocam, ben Cihan’ı size verdim. N’olur çorabınızı dahi Cihan giydirsin.’ dedim. Ne var bunda?”
“Gördün mü anne, Hocam ne kadar hassas! Sen niye onun kalbini böyle şeyle meşgul ediyorsun, yapma anne! Ben böyle bir zata bir bardak su vermeyi iki üniversite bitirmeye tercih ederim.”
NBA oyuncusu ve insan hakları savunucusu Enes Kanter, Kamp’a geldiği bir gün elinde yemek tepsisiyle merdivenleri tatlı bir meltem gibi çıkan bir genç görüyor.
Simasının güzelliğine vuruluyor, “Bu bir insan değil, melek.” diyor.
Öyle sevimli, öyle güzel…
Sanki bir bahar çağlıyor siyah gözlerinde.
Tanışıyorlar.
‘‘Ben Cihan… Annemin tabiriyle Cihan Şah. Hocaefendi koymuş adımı.”
“Ben de Enes… Enes Kanter.”
“Seni, dünya tanıyor ağabey! Sen her maça çıktığında ben gece namazlarımda sana dua ediyorum.”
Enes Kanter, Cihan Şah’ı çok seviyor.
Bu süreçte yaşananlardan dolayı Hocaefendi’nin yaşadığı ızdırap karşısında şöyle dua ediyor;
“Allah’ım, yaşananlardan dolayı Hocaefendi çok ızdırap çekiyor, Hizmet’in bu badirelerden kurtulması için beni kurban eyle!”
Bu duayı ettiğinde daha on yedisindedir.
Asr-ı Saadet’in güzeller güzeli Mus’ab’ı, asrımızın Hafız Ali’si olan o pırıl pırıl genç bu duadan bir müddet sonra kansere yakalanıyor. Hastalığını örenince ağlıyor.
Annesine “babam duyunca çok üzülecek ona ağlıyorum” diyor.
Süleyman Hoca gurbetteki günlerini sürekli oğlu ile görüntülü telefonla görüşmekle geçiriyordu. Oğlu için saatlerce dualar ediyor, dudakları devamlı kıpırdıyordu. Son anlarında oğlunun yanında olamamak onu kahrediyordu.
Hepimiz onun durumuna çok üzülüyorduk. Oğlu her geçen gün bir mum gibi eriyordu. Bir baba olarak evladının son anlarında yanında olmayı çok arzu etmesine rağmen ülkesine gidememesi, sadece onu değil hepimizi kahrediyordu.
Cihan Şah’ın bütün arzusu yine Hocaefendi’nin yanına gitmek, onun hizmetinde bulunmaktır ama ah bir iyileşebilse.
Yine Hocaefendi’nin dizinin dibine oturacak, onun gözlerin içine bakacak, çayını kahvesini getirecek, yemeğini verecek.”
Bir gün kardeşi Muhammed, “Allah’ım bu hastalığı kardeşimden al bana ver” diyor.
Cihan Şah bunu duyunca, “git iki rekât namaz kıl ve tevbe et, bana verdiğine göre O’nun bir muradı var.”
Bir keresinde Enes Kanter, ta Amerika’dan kalkıp Gaziantep’e onu ziyarete geliyor.
Cihan Şah, Enes’in bu ziyaretinden büyük moral buluyor.
Bir keresinde de İstanbul’dan bir iş adamı ziyaretine geliyor. İş adamı bir güneş gibi doğuyor kasvetli hastane odasına.
Hocaefendi de sık sık görüntülü telefonla arıyor Cihan Şah’ı.
Bir gün dua etmesi için Suriyeli bir hoca getiriyorlar.
Hoca ayrıldığında kendisini getiren kişiye, “Bu çocuk kim böyle?” diyor, “Altın gibi bir çocuk. Ellerimi ne zaman kaldırsam binlerce el birden kalkıyor. Sanki bütün dünya bu çocuğa dua ediyor.”
Cihan Şah serum sehpasıyla, hortumlarla birlikte lavaboya gidiyor, abdest alıyor ve yatağının üzerinde, oturduğu yerden namazlarını kılıyor. İki yıl boyunca hastane odalarında bir gün bile evvabin ve teheccüdlerini dahi aksatmıyor.
Bir gün Fahriye Hanım’ı İzmir’den halasının kızı arıyor.
“Bu gece bir rüya gördüm.” diyor, “Rüyamda sizdeydim. Kapı çaldı, açtım. Üstat Bediüzzaman’dı.
‘Koş, Üstat geldi!’ diye sana seslendim.
Sen ‘Efendim, hoş geldiniz!’ dedin.
‘Ben, Cihan’ı almaya geldim. Siz ona bakamadınız.’ dedi Üstat.
Sen biraz tavırlı durdun.
Üstad, ‘Bak kardeşim, ben onu götürüp tedavi edip tekrar size vereceğim.’ deyince;
‘Olur.’ dedin.
Aldı, gitti Cihan’ı.”
Fahriye Hanım, “Cihan’ım iyileşecek inşallah.” diye yoruyor rüyayı.
Bu rüyayı hayra yorsa da Fahriye Hanım hayra yorulmayacak rüyalar da görüyor.
Bir keresinde rüyasında evlerinin bir duvarının yıkıldığını görüyor.
Cihan Şah’ına konduramıyor.
“Ya annem ya ben ya da Süleyman Hoca. Birimiz gidici.” diyor.
Son gün Cihan Şah hortumlara bağlı bir halde abdestini alıyor ve yatağının üstüne diz çökerek yatsı namazını kılıyor.
Haşyet tütüyor halinden.
Cennetin imrendiriciliği, Cehennemin ürperticiliği vardır yüzünde.
Söz ve sevgiden bir kale kuran kahramanın, dünyadaki bütün gücü tükenmiştir.
Bir gül gibi gittikçe solan yüzü, renkten renge girmekte, bir başka baharda yaprak yaprak açmayı bekleyen beyaz bir zambak gibi güzelleşmektedir.
Bu, onun son namazıdır.
O gece biz de gece geç vakit evlerimize dağılmıştık.
Hay Sokağı’nın derin bir uykuda olduğu gecenin bir vakti telefonum acı acı çalmaya başladı. Yataktan fırladım. Günlerin ağırlığından uykularımız hafifti. Arayan Ramazan Bey’di. Muhacirler misafirhanesinden arıyordu. “Yan odada Süleyman Hoca hıçkıra hıçkıra ağlıyor. Cihan Şah öldü galiba!” dedi. Üzerime hemen bir şeyler alıp koştum. Sokağı döndüğümde muhacirler misafirhanesi, demir almaya hazırlanan bir transatlantik gibi bütün ışıklarını yakmıştı.
Yukarı çıktığımda ortalık “Kulübe-i Ahzan”a dönmüştü. Herkes Süleyman Hoca’nın başına toplanmıştı. Son anında çok sevdiği oğlunun yanında olamayan babanın sırtındaki oduncu gömleği yanlış düğmelenmişti.
Sarıldık birbirimize, fırtınaya tutulmuş ağaçlar gibi sarsıla sarsıla ağladık.
Gurbetteki bir baba evladına ağlıyordu. Herkes ağlıyordu. Gurbet böyle bir şeydi.
John Steinbeck’in Gazap Üzümleri’nde dediği gibi, gurbette insanlar bir aile haline geliyordu, çocuklar artık hepsinin çocuklarıydı. Tek bir hasta herkesin hastası oluyordu. Birisinin çocuğu olduğunda sanki herkesin çocuğu olmuş gibi seviniyor, bir ölüm her bir evden cenaze çıkmış gibi herkesi yasa boğuyordu.
Biraz sonra telefon çaldı. Arayan Hocaefendi’ydi. Baş sağlığı diledi, teselli etti. Nereye defnedeceklerini sordu. Sonra da “bana taziyeye gelmeyecek misiniz?” dedi.
Sonraki gün Cihan Şah’ın cenaze törenini canlı yayında izledik. Babasının ilk görev yeri olan İzmir Pınarbaşı Camii’nde kalabalık bir cemaat tarafından bir bahar günü, ömrünün baharında ebedi yolculuğuna uğurlandı.
Gözler nemli, yürekler elemliydi.
Lakin görünenlerden daha çok sanki görünmeyen bir kalabalık onu uğurluyordu.
Birisi bunu fark etmiş olmalı ki durmadan sağına solun bakınıyordu.
Sanki kabre değil de cennet bahçesine yerleştiriliyordu.
Birkaç gün sonra türküleri de acılı yemekleri gibi hem lezzetli hem acıklı olan Doğan Usta, muhacirler misafirhanesine elinde bağlaması ile geldi.
O söyledi muhacirler ağladı.
‘‘Üç fidan vardı bahçemde.
Hazan dokundu birine.
Dalı yaprağı döküldü.
Ateş saldı yüreğime.
Yavrum sana doyamadım.
Doya doya koklayamadım.
Çaresiz dertlere düştün.
Sana derman olamadım.”
Ve bir gün Süleyman Hoca ve Fahriye Hanım Hocaefendi’ye taziyeye gidiyorlar.
Hocafendi; “Süleyman Şahı çok önemli bir kurban görüyorum. Hazreti İbrahim’in İsmail’i gibi bin deveye tekabül eden bir kurban. Onun vefatı bana çok dokundu. Dünya kadar ağladım. Vefası, oturuşu, kalkışı, teslimiyeti ile kalbimin en önemli merkezine otağını kurmuştu. Cihan Şah ümitbahş bir sima idi. Söz dinleyen, şık bir çocuktu. Özel bir donanımı vardı. Ayrıca bazı beklentilerinim vardı. Gelecek felaketlere karşı kurban oldu. Nedense Cihan Şahın vefatı beni çok sarstı. Çok temiz bir kalbi vardı, çok ciddi bir kalbi alakam olmuştu. Rabbim sevdiklerimle beni imtihan ediyor.”
Fahriye Hanım, “Hocam biliyorsunuz, Cihan’dan başka iki oğlum daha var. Onları da size verdim.” diyor.
Bir gece Fahriye Hanım rüyasında Cihan Şah’ını görüyor.
Hocaefendi’nin ikamet ettiği kampta, o büyük ağacın üstünde, gözleri kapalı yatmaktadır.
Rüyayı Hocaefendi’ye anlatıyor.
Hocaefendi,
“O, buradan hiç gitmedi ki!” diyor,
“O, burada görevli.”
Sonraki günler anlayacaktık ki Cihan Şah’ın ölümü yaklaşmakta olan büyük felaketin habercisiymiş.
Cihan Şah, cihanı ateşe verecek bir yangının sönmesi için suyu biten bir itfaiye eri gibi kendini o ateşin üzerine atmıştı.
Göklerde süzülen nazlı bir sülün gibi bir Cihan Şah geçti bu dünyadan.
Rabbim makamını Firdevs kılsın!