Harun Tokak
Babam
Haziran ayı benim için tam bir hüzündür. Hayallerimin, hikâyelerimin yarım kaldığı aydır. İnsanın babasını kaybettiğinde her şeyinin yarım kaldığını bir haziran gecesinde öğrendim ben. 1995’in sıcak bir yaz gecesiydi. Acının merkezine doğru yol alıyordum. Yol boyunca, anamın “Oğlum! Babanız, daha körpe bir delikanlı iken alaca bir gömlek için, bir sene boyunca köydeki varlıklı bir ailenin hizmetinde çalışmış. Yetim büyümüş, ne yoksulluklar gördük biz” deyişi acılarla dokunmuş siyah bir gömlek gibi ruhumun sırtına geçmişti.
Bütün hayalleri yarım kalan adamdı babam. Bir gün yeşilin ateşi düşmüştü içine. Nohut Ovası’ndaki tarlaya meyve bahçesi yapacaktı. Toprağı kazarken, sürerken tuhaf bir lezzet alıyordu. “Bir elma olur ki burada.” derdi. ‘‘Sarı, sert, sulu goldenler, kırmızı kırmızı starkingler, elmanın en güzeli en lezzetlisi Amasyalar, al kirazlar, bal sarısı erikler…” Tarlanın suyuna, otuna, taşına, toprağına kendini kaptırıyor ve “Börtü böcek bayram edecek, burada.” diyordu. Babamın o hayali de yarım kaldı. Günlerce uğraşmış, meyve fidanlarını sulamak için kuyu kazmıştı. Başkaca işlerinin yoğunluğundan olmalı ki fidanların hepsi kurudu.
Bir gün “Gidelim artık köyden.” dedi. “Burada ne uzuyoruz ne kısalıyoruz.” Şehrin bir ucundan arsa aldı. Temel kazdık. Biz anamla, ağabeyimle taş taşıdık, harç kardık, babam temel taşlarını ördü. Sonra, o ev de yarım kaldı. Etrafına yüksek yüksek evler yapıldı. Bizim ev subasman seviyesinde yıllarca durdu. Duvarları hiç yükselmedi.
Babam köyden ayrılamadı. Şehir hayali de yarım kaldı. Babamın siması gibi sesi de güzeldi. Çok güzel Kur’an okurdu. Çok yanık türkü söylerdi. Öyle yanık bir sesi vardı ki… Biz, öbür odada yataklarımızdan doğrulur, babamın türkülerini dinlerdik. Daha çok yarım kalmış sevdaların, aşkların türkülerini söylerdi. Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun gibi. İlkin babamdan öğrenmiştim yarım kalmış hayatların hazin hikayelerini. Kerem ile Aslı’nın hikayesini anlattıktan sonra Kerem ile Aslı türküsünü yanık sesiyle okurdu. Şimdi o türküler de yarım kaldı.
Bir yaz köye gittiğimde “Oğlum camimizin durumu hiç de iyi değil, tamiri de kabil görünmüyor. En iyisi mi bunu yıkarak yeniden yapmalı ama neresinden başlayacağımızı da bilemiyoruz. Ben birkaç kişiyi köy odasına toplayayım da bir konuşalım.'' demişti. O gece köy odasında yapılan mütevazı toplantı büyük ve güzel caminin inşası için bir başlangıç olmuştu. Babam, inşaatın betonlarını sular, zayi olmasın diye de çivileri doğrulturmuş. İsrafı hiç sevmezdi.
Bir perşembe günü ikindiye kadar çalıştıktan sonra kendini pek iyi hissetmiyor ve eve geliyor. Anam, kapının önünde komşu kadınlarla oturuyor. “Siz oturun. Ben abdest alıp camiye gideceğim.” diyor ve içeri giriyor. Ezan okunduğunda hâlâ çıkmayınca, anam, ''Bir bakayım.’' diye içeri giriyor. Bir de ne görsün, babam yetmişlik bir çınar gibi devrilmiş yerde yatıyor. Abdesti de yarım kalıyor. Bir babanın yokluğunun insanı bir ateş gibi yaktığını o haziran gecesi öğrendim ben. O güne kadar küçük köyümüzde ne ayrılıklar ne ölümler görmüş, ne acılara şahit olmuştum.
Çocukluğumda yoncalar yeşerince gurbetçiler köye gelirdi. Biz onlara Almancılar derdik. Köy şenlenirdi. Son model arabalar tozu-dumana katardı köy yollarında. Biz o arabalara dokunabilmek için peşinden koşardık. Üzümlere ben düşünce gurbetçiler düşerlerdi yine gurbetin yoluna. Arkalarından sular dökülürdü, gözyaşı dökülürdü. Duvarda asılı resimlerle gurbet acısını dindirmeye çalışırdı, geride kalanlar.
Sonra bir gün, bir kara haber gelirdi. Köy yanar tutuşurdu. Ateş bütün evlerden birden yükselirdi. Cenaze geldiğinde yeniden harlanırdı köyde ateş. Çocukların boynu bükülür, ellerinin kınası bile kurumamış gelinler dul kalırdı. Ben o zaman anlardım bir şeylerin yarım kaldığını. Ama yine de ateş düştüğü yeri yakarmış. Babamın ölüm haberini alınca ateşlerde yanıyordum ama söndürecek su bulamıyordum.
Yarım kalmış hayaller sarmalında yüreğimdeki yangınlarla acının merkezi memleketime doğru yol alıyordum. Tenha dereler, sarp tepeler geride kaldığında gün de ışımıştı. Son tepeyi aştığımızda önce caminin minaresi göründü. Sonra yavaş yavaş tamamlanan bir resim gibi vadiye yayılmış bütün bir köy. Bir zamanlar sesime ses veren, kaval sesine doymuş karşı dağlar, güneşe her sabah bağrını açan tepeler bütün heybetiyle karşımdaydı. Mazideki o güzel günler, hayalimin büyülü bahçelerine gelip otururken, vadiden tepelere doğru da hazin bir salâ sesi yayılıyordu. Ağabeyimin sesiydi bu… Babamın salâsını okuyordu… Ezanı doğduğunda kulağına okunmuştu. Hayat, ezanla salâ arası kadar bir zaman dilimi değil miydi? Salâ sesi ansızın kesildi. Yarıya indirilmiş bir bayrak gibi öylece asılı kaldı köyümüzün üstünde.
Cuma namazını müteakip, inşaatı yarım kalan camide kılınan cenaze namazından sonra mezarlığa doğru omuzlar üzerinde yüzerek, koşarak gidiyordu babam. Büyük bir kalabalık sessizce taşıyordu babamı.
Bir ömür boyu geçtiği evlerin önünden, dar sokaklardan son defa geçiyordu. Bir kuş gibi kalabalığın kanatlarıyla, yuvasına geri dönmemek üzere uçuyordu. Kalabalık harman yerini ikiye bölen yola kadar gelmişti.
İçimi buruk bir acı kapladı. Seher poyrazında harman savurduğumuz, güneşin bağrında düven sürdüğümüz harman yerinden geçiyorduk.
Bir alaca gömleğe bir yıl hizmet eden babam, şimdi bembeyaz gömleği ile son yolculuğuna gidiyordu.
Köyden şehre gidecek kadar parası olmayan babam, ağabeyimle birlikte elimizden tutarak, okumamız için şehre bu yoldan götürmüştü bizi… Anam, okul harçlığımızı bazen komşulardan, hatta ilkokul öğretmenimizden bile borç istediğini çok sonraları anlatmıştı bize. Kur'an okumayı, namaz kılmayı, gece yatarken dua etmeyi, peygamberlerin hayatını, sahabelerin kahramanlıklarını, çalışmanın erdemini öğrendiğim ilk öğretmenimi kaybetmiştim.
Kabristana girmiştik. Kalabalık bir topluluk onu uğurlarken, yine kalabalık bir topluluk onu karşıladı. Yanık sesiyle her seher sabah ezanı okuyan Aziz Amca, âmâ gözleri ile yaz-kış demeden her sabah namazını mutlaka camide kılan Kara Mustafa, bir Kur'an adamı Faik Dede sükûn içinde yatıyorlardı. Zengin-fakir, genç-ihtiyar, iyi-kötü ayırt etmeksizin zaman değirmeninin öğüttüğü herkes oradaydı. Okumamızda büyük katkıları olan dedem, anneannem, dayılarım ve daha niceleri…
Köylüler kendi aralarında konuşuyordu. “Süleyman Usta gitti. Şimdi camiyi nasıl tamamlayacağız?” Haklıydılar. Cami de yarım kalmıştı. Her atılan toprak sesi, kürek ve Kur’an sesi, babamı bizden biraz daha kopardı. Mezar başında, uzaktan yakından gelenlere teşekkür etme işini ağabeyim bana bıraktı.
“Sevgili babacığım! Hayatında her şeyi yarım bıraktın gittin. Meyve bahçeleri yarım kaldı. Şehirdeki ev yarım kaldı. Abdest almak istedin, o da yarım kaldı. Cami yaptırmaya niyet ettin, o da yarım kaldı…” Ben hıçkırıklarımı tutamıyordum. Yüreği yaz güneşi gibi cömert insanları harekete geçirmeye yetmişti bu sözler. Ankaralı bir iş adamı, “Süleyman Amca vefat ettiyse de bayrak yerde kalmamalı.” dedi. Babamın taze toprak yığının başında camiyi tamamlayacak kadar para toplandı. Toplandı ama o haziran günü anladım bu dünyada her şeyin yarım kaldığını. Babaların yarım bıraktığını evlatların tamamladığını.
Sıcak, çağlayan gibi iniyordu gökten. Üç kardeş babamın taze toprak yığını başında dua ediyorduk. Ben dağı taşı kavuran o sıcakta gözlerimi yummuş babamın başında öylece dururken Mustafa Kutlu’nun Beyhude Ömrüm’ü düşüyor yadıma. Üzerine rengârenk çiçekler yağıyordu sanki babamın. Ne zaman açıldı bu çiğdemler? Nereden fışkırdı bu bahar? Kuzular oynaşıyordu kırlarda. Kızlar yemlik topluyordu. İşte kuş sesleri ve Nohut Ovası’ndan fışkıran kuyunun taze fidanlara yürüyen şırıltısı.
Pembe, beyaz şeftali çiçekleri, süt köpüğü kabarmış erik, kayısı, vişne, kiraz çiçekleri, sarışın kızılcık çiçekleri, sarı sarı goldenler, gül yanaklı starkingler, bir yanı kırmızı bir yanı bal sarısı Amasyalar yağıyordu üzerine…
Yarım kalmış aşkların yanık türküleri, lahuti Kur’an sesleri birbirine karışıyordu. Görenleri hayrette bırakan bir bahar bahçesinde, gökten yağan çiçeklerin arasında yavaş yavaş kayboluyordu babam. Çok geçmeden bir çiçek harmanın altında kaldı. Haziran, hayallerimin, hikâyelerimin yarım kaldığı aydır benim. İnsanın babasını kaybettiğinde her şeyinin yarım kaldığını o haziran gecesinde öğrendim ben. O gün dünyanın yarım kalmışlar dünyası olduğunu öğrendim. Bizim hikayemiz de yarım kaldı. Tıpkı babamın duvardaki vesikalık resmi gibi. O gün bugün yarım kalanlar bir yara gibi kanar durur içimde.
Şimdi düşünüyorum da kim hayallerini tamamlayarak gitmiş ki bu dünyadan. Babalarımızın yarım kalan hikayelerini biz, bizim yarım kalan hikayelerimizi evlatlarımız tamamlayacaklar. Onların hikayelerini de arkadan gelenler. Her ne kadar yarım kalsa da hayalleri ve hayallerimiz; bizi biz yapan değerlerimizin mimarlarıdır babalarımız.