HARUN TOKAK
Babalar kalbimizin suskun yanıdır.
Ben kalbimin o suskun yanını bir haziran günü kaybettim.
Baba adam Ali Bayram ağabey de bir haziran günü aramızdan ayrıldı.
Babam elleri nasırlı gitti bu dünyadan.
Çok çalışırdı. Bütün köylü onun çalışkanlığını teslim ederdi.
Ruhumuza ilk iyilik tohumlarını o ekti.
Kul hakkına çok hassastı.
“İmam-ı Azam’ın babası çayın içinde akıp gelirken alıp ısırdığı bir elmanın hakkını helal ettirmek için bir yıl bahçe sahibine hizmet etmiş.” derdi.
Yine ‘Süte Su Kat Kızım’ hikayesini ilkin babamdan dinlemiştim.
Bir gece Halife Ömer sokakta devriye gezerken bir evin
önünde içerdeki ana-kızın sokağa taşan konuşmasını duyuyor.
Anası kızına, ‘‘Kızım sütleri dağıttın mı?’’ diyor.
‘‘Dağıttım ana ama biraz eksik geldi.’’ diyor.
‘‘Kızım biraz su katıverseydin.’’
‘‘Ana Halife Ömer süte su katmayı yasakladı bilmiyor musun?’’
“Kızım Ömer nerden görecek senin süte su koyduğunu.”
“Ana Ömer görmezse Ömer’in Allah’ı da mı görmez?”
Bizi biz yapan biraz da babamın anlattığı bu hikayelerdi.
Tarlalardan, bağlardan, bahçelerden geçerken dalbastı kirazlar,
al al kırmızı elmalar bize el ederdi de elimizi uzatmaya
korkardık.
Bahçe sahibi görmese de Allah bizi görüyor diye düşünürdük.
Bizim oralarda kışları çok soğuk olurdu ama babamın hiç paltosu olmadı.
Hiç palto giyemeden gitti bu dünyadan.
‘‘Oğlum ölüm bizim için.’’ derdi. ‘‘Önemli olan içinizdeki iyilik
duygularını öldürmeyin.’’
Babam vefat edeli çeyrek asrı geçti ama içimdeki yaralar hala
çok taze.
Babasızlığın nasıl bir yara olduğunu ben babam öldükten sonra
anladım.
Babamı üç kardeş kabre koyarken yüreğimde o kabirden daha büyük bir yara açıldı.
‘‘Ha bugün, ha yarın iyileşir.’’ diyorum ama her haziran yeniden
tazeleniyor.
Babam o güneş kavruğu esmer yüzü, gülümseyen güzel gözleri
ile içimde hep öylece duruyor.
Benim babam türkü söylerdi, Kur’an okurdu, yanık bir sesi vardı.
Babamın yokluğu bir ateş gibi yakıyor ama o ateşi söndürecek
bir su yok.
Baba eksikliği hiçbir şeye benzemiyor.
Keşke babam hayatta iken bilseydim babaların sessiz sevdiğini.
Bizim için aç kaldığını, bizim için saçlarının ağardığını, bizim için
hastalıkları bulduğunu.
Dile getirmemiş olsa da bizi bizden daha çok sevdiğini.
Ben baba olduktan sonra öğrendim babaların sessiz sevdiğini,
sessiz ağladığını.
Ben babama söz verdim onun çocuk ruhuma ektiği iyilik
tohumlarını öldürmeyeceğime.
“Senin huzuruna ruhuma ektiğin tohumların meyveleri ile
geleceğim.” dedim.
Bir haziran günü kaybettim ben babamı.
Onun için haziran benim için hüzün ayıdır.
Ama bu hüznün sebebi sadece babam değil.
Babaların en güzeli de bir haziran günü Sonsuzluğun Sahibi’ne yürüyor.
Babam “oğlum o babasız dünyaya geldi” derdi.
Dünyaya babasız gözlerini açan babaların en güzeli daha altı yaşında da annesini de kaybediyor.
Yiğit bir amcanın yanında büyüyor.
Yirmi beşinde evleniyor.
Kız çocuklarından pek de hazzedilmediği bir dönemde Allah O’na
dört kız çocuğu veriyor.
Dördü de dünya güzeli.
“Ben kızlar babasıyım.” diyor.
Gelinlik çağına gelen ilk iki kızını evlendiriyor.
Lakin bulundukları şehirde inananları rahat bırakmıyorlar.
Şehir onlara dar ediliyor.
Kızlardan biri kocası ile başka bir ülkeye hicret etmek zorunda
kalıyor.
Bir seher vakti hazin bir veda sahnesi yaşanıyor.
Annenin gözyaşları sel olup akıyor. İncelerden ince kızına
sarılıyor, gözlerinin içine bakıp bakıp ağlıyor.
Kardeşler birbirine sarılıp ağlaşıyorlar. Bir daha birbirlerini
görebilecekler mi, kavuşmak var mı kaderde bilmiyorlar.
Baba zor durumdadır.
Kızının alnından öpüyor, “Ya Rabbi, Sen onların her ikisine de
yardımcı ol!” diye dua ediyor.
Gözden kayboluncaya kadar arkasından bakıyor kızının.
Sadece iman ettikleri için başta kendi kızı ve damadı olmak
üzere onca insanın doğduğu toprakları terk etmek zorunda
kalması babanın yüreğini yoruyor.
Kızından haber alabilmek için gelip gidenden haber soruyor.
Günler sonra nihayet beklediği haber geliyor.
“Kızın bir merkebin üstündeydi. Damadın da merkebi yediyordu.”
Yüreği ferahlıyor babanın.
“Sınırları, suları sağ salim geçtiler demek.” diyor.
Bir grup Müslümanın şehirden ayrılması müşriklerin öfkesini
daha da çoğaltıyor.
Zulüm artıyor.
İkinci bir göç dalgası başlıyor. Şehir neredeyse boşalıyor.
Sadece bir avuç inanmış insan kalıyor.
Öfke daha da kabarıyor. “Ya gittikleri yerde güçlenirlerse, ya bir
gün geriye döner de buradakilerle iş birliği yaparlarsa?”
Şehirde kalan Müslümanların hepsi şehrin dışında bir yere
sürülüyor, hapsediliyor.
Çöl, açık hava hapishanesine dönüyor.
Yardım yasaklanıyor.
Çölün ortasında aç susuz bırakılıyorlar. Çocuklar açlıktan
ölüyor. Sürgün bir değirmen gibi elde avuçta ne varsa öğütüyor.
İnsanlar ölüyor.
O baba sürgün günlerinde yanında büyüdüğü yiğit amcasını
kaybediyor.
Bir ömür boyu koruma kanatlarını üzerinden hiç çekmeyen
şefkatli bir amcayı kaybetmek ona çok ağır geliyor.
O günlerde İslam’ı sadakat sütüyle emziren sadık eşi de
hastalanıyor.
Annelerinin başucundan hiç ayrılmayan kızları, “Niye ağlıyorsun
anacığım?” diyorlar.
“Ah yavrularım! Yıllar benden çok şey alıp götürdü. Takdir
edilen ecelin yakında gelip çatması muhakkaktır.”
Durum, yürek yakıcıdır. Ayrılığın çığlıkları gibidir iniltiler. Bütün
zamanların en büyük kadını, Mekke’nin o soylu ve zengin kadını
yoklukların altında iki büklümdür.
Babaların en güzelini kızlarıyla yalnız bırakacak olmanın hüznü
saklıdır bakışlarında. Gidiyordur ama gönlü, himayesiz kalacak
olan Efendisi’nde tutsaktır.
Baba o seneyi ‘Hüzün Senesi’ ilan ediyor.
Yiğit amca yoktur artık.
Musibet meteorlarını kendi atmosferinde karşılayıp etkisiz hâle
getiren eş de yoktur.
Daha bunlar iyi günlerdir.
Babanın, “Rabbim, beni kime bırakıyorsun?” diyeceği günler
yakındır.
Baba yakındaki bir şehre sığınma talebi için gidiyor.
Oradan kovuluyor, taşlanıyor.
Bu defa da doğduğu şehre almıyorlar.
Nihayet vicdanlı birisinin araya girmesi ile baba kızlarına
kavuşuyor ama zulüm daha da şiddetleniyor.
Yeni bir göç başlıyor.
Yollarda yine yolcular vardır.
O baba da hicret ediyor.
Evine son kez bakıyor.
Yirmi beş yıl mutlu bir evlilik sürdüğü, çocuklarının doğduğu, iki
kızını gelin ettiği, sadık eşinin ruhunun ufkuna yürüdüğü eve
son kez bakıyor.
Sonra “Bismillah!” deyip yola çıkıyor.
Hâkim bir tepeden yasaklı gözlerle son kez bakıyor şehre,
“Ey şehir! Vallahi seni çok seviyorum. Eğer çıkarmasalardı asla
çıkmazdım.” diyor.
O’nu göç ettikleri şehirde de rahat bırakmıyorlar.
Ordularla inananların üzerine geliyorlar.
İlk savaştan zaferle dönerken şehrin göründüğü tepede baba,
kızlarından birinin vefat haberini alıyor.
Zaferin sevincine kızının acısı karışıyor.
Zafer sancağı hüzünle dalgalanıyor.
Doğruca kızının kabrine gidiyor.
Babaların engüzeli, bir eliyle daha hicret diyarlarından yeni dönmüş olan 22
yaşındaki kızının toprağını düzeltirken diğer eliyle yanındaki
kızlarının gözyaşlarını siliyor.
Hayat en tatlı şeyleri bile acı bohçasına sararak veriyor.
Baba, yüreğinin yangınlarını geride kalan kızları ile soğutmaya
çalışıyor.
Ve bir gün gurbet diyarlarında hayata tutunmaya çalışan
inananların üzerine büyük bir ordu ile geliyorlar.
İnananlar çok kayıp veriyor. Hemen her eve yetecek acılarla
dönüyorlar savaştan.
Her evden ağıtlar, feryatlar yükseliyor.
Ve bir gün o babanın en büyük kızı da hicret esnasında aldığı
yaradan iyileşemeyerek daha otuzunu doldurmadan bu
dünyadan göçüp gidiyor.
Acılar dalga dalga geliyor.
“Kızım benim yüzümden çok acılar çekti.” diyor baba.
Arkasından gözyaşı döküyor.
“Kızım zayıftır, ey kabir onu sıkma!” diyor.
Babaların sessiz sevdiğini gösteriyor.
Birkaç sene sonra daha yirmi yedisinde iken üçüncü kızı da
vefat ediyor.
Onu da kendi elleri ile indiriyor kabre.
Hepsi, ömürlerinin en taze baharında göklerde süzülen sessiz
sülünler gibi ötelere doğru süzülüp gidiyor. Hiçbirine otuzunu
doldurmak nasip olmuyor.
Acılar ağır ağır yontuyor babanın yüreğini.
Önce oğulları, sonra sevgili eşi, sonra da kızları babaların en
güzelini, en merhametlisini bir bir yalnız bırakıyor.
Geride “Reyhanım” dediği tek bir kızıyla kalıyor.
Bir sefer dönüşü babasının üst-başını toz toprak içinde perişan
bir halde görünce reyhanı, babasının boynuna sarılıp ağlıyor;
“Babacığım, nedir senin bu çektiğin?”
“Ağlama kızcağızım!” diyor, “Bir gün babanın ışığı gecenin
olduğu her yere ulaşacak.”
Ve bir gün babaların en güzeli de bu dünyadan göçüp gidiyor.
Geride bir tek reyhanı kalıyor.
O da babasının ayrılığına sadece altı ay dayanabiliyor.
Geride bütün asırları aydınlatacak pırıl pırıl evlatlar bırakarak
daha yirmi yedisinde o da bu dünyaya veda ediyor.
Ve ilk insanla başlayan o sahne kapanıyor.
O baba, bir haziran günü Sonsuzluğun Sahibi’ne yürüyen,
babaların en güzeli, en merhametlisi yüce Peygamberimiz’dir.
Neylersin hayalleri büyük olanların bedelleri de büyük oluyor.