HARUN TOKAK - BABA BEN GERİ DÖNMEM!
Sabahtan beri yağan yağmurlar duruyor gibi oluyor, sonra birden gökler gürleyince sırtlarına kamçı yemiş rahvan atlar gibi yeniden hızlanıyor.
Üzerlerindeki toz topraktan kurtulan yapraklar, çimenler, çiçekler, "Rahmet eli"nin dokunduğu her bir nesne, her bir varlık tatlı tatlı gülümsüyor.İskandinav ülkeleri işte.
Yaz günlerinde bile bazı günler dört mevsimi birden yaşıyoruz.
Tıpkı “Gurbetteki Hizmet günleri” gibi…
O yağmur ve toprak kokuları bizi Beyaz Zambaklar Ülkesi'nde yaşayan Vildan ve Erdem çiftinin evlerine taşıyor.
Vildan Hanım, Rumeli Türklerinden. Ailesi 1989’da Türkiye’ye göçmüş. Soylu bir hanımefendi.
Sessiz ve sakin biri.
Yüzünde geçmişte yaşadıklarının derin izleri var.
Erdem Bey, Karadeniz’in dağ köylerinden.
Karadeniz gibi dalgalı ve hareketli.
Mutlu bir hayatları var.
Vildan Hanım, “Çocuktum ama her şeyi hatırlıyorum,” diyor, “1980’in sonlarıydı. Bulgar yönetimin baskısı dayanılmaz hal aldı. Baskıya boyun eğmek istemeyenler Türkiye’ye göç ettiler. O zamanlar Türkiye bizim için hayal ülkeydi.
Köyler bir bir boşaldı. Hayvanlar açlıktan ölmemeleri için ahırların, kümeslerin kapıları açık bırakıldı.
Bulgar yönetimi eşya almamıza izin vermedi. Herkes gibi biz de ahırımızın kapısını açtık, bıraktık. Doğduğumuz topraklara, evlerimize, oyun oynadığımız sokaklara son kez baktık. Evimizin bulunduğu sokağın köşesini dönerken arkama dönüp baktım. Arkadaşlarım oyun oynuyorlardı. Onları bir daha göremeyecektim.
Annemin gözyaşları sel oldu.
Babam metin görünmeye çalışıyordu.
Arabası olan araba ile, olmayan bizim gibi trenle göç etti.
Ailem Isparta’ya yerleşti.
Gurbet de olsa dinimizi özgürce yaşayabileceğimiz, dilimizi özgürce konuşabileceğimiz güvenli bir ülkede olmak ailemize iyi geldi.
Babamın dini ve dili için doğduğu toprakları terk etmesi benim manevi hayatımın şekillenmesinde büyük tesiri oldu.
Hicret, çocuk ruhumda yepyeni ufuklar açtı. Gitmelerin zor olduğunu, lakin gerektiğinde de hicretin şerefli bir şey olduğunu anladım.
Geride kalanlar dinlerini unuttular, maneviyattan uzaklaştılar.
Bizim için bir hayal ülke olan Türkiye’yi de yıllar sonra sırf dini yaşantımızdan dolayı terk etmek zorunda kalacağım hiç aklımın ucundan geçmezdi.
Lakin bazen insanın aklına gelmeyenler başına gelebiliyor.
Erdem Bey’e, “Sen Karadenizlisin, Vildan Hanım Ispartalı, yollarınız nasıl kesişti?” diyorum. “Vildan Hanım’la üniversitede aynı sınıftaydık,” diyor, “Bir gün bir vesile ile üniversitede üvey annesiyle ilgili bir konuşma yaptı.
Ben hayran oldum.
Hem edebiyatı hem de asaleti çok hoşuma gitti.
Evlenme teklifinde bulundum.
Kabul etti.
Üniversite bitince İstanbul’dan iyi bir iş teklifi aldım.
Büyük bir giyim firmasının IT bölümünün sorumluluğunu üstlendim.
2007 yılında Floryalı iş adamları ile Azerbaycan’a gittik.
Gezi sırasında yapılan istişare sonucu benim Bakü’ye hicret etmem uygun görüldü. ‘İstanbul’da çok güzel bir işim ve gelirim var,’ diyecek oldum.
Vazgeçtim. İstişarenin şerefine uygun düşmeyeceğini düşündüm.
Hocaefendi gibi şeref abidesi bir insan bir milyon kişi hicret etsin diyorsa, bizim onun şerefini korumamız gerekiyordu.
Yeni kurduğumuz evin bütün eşyalarını öğrenci evlerine dağıttık.
Azerbaycan’a gittiğimizde hiçbir şeyimiz yoktu.
Hizmetlerimiz güzeldi. Okullarımız, yurtlarımız, üniversitemiz vardı.
Elli kadar mütevelli vardı.
Dört beş yıl içerisinde mütevelli sayısı beş yüze çıktı.
Haftada dört gün sohbetimiz oluyordu.
Gece gündüz koşuşturuyorduk.
Enver Muallim ağabeyimizdi.
‘Erdem Bey, haydi gidiyoruz,’ dediğinde, nereye, kaç gün diye sormazdım.
Öyle inanmıştık ona.
Azerbaycan’da ilk zamanlar biraz sıkıntı çektik ama sonra işlerimiz de açıldı.
Hicretin maddi bereketini de görmeye başladık.
Allah öyle kapılar açtı ki iş yetiştiremiyorduk.
Şİrket olarak cumhurbaşkanlığının bile birçok projesinde görev aldık. İlk nano teknoloji laboratuvarını kurduk.
Bütün bunlar istişarenin şerefini korumanın bir bereketiydi.
15 Temmuz’dan sonra hemen her yerde olduğu gibi Azerbaycan’da da sıkıntılar başladı. Azeri kardeşlerimiz bize sahip çıktı.
Hiçbiri geri adım atmadı.
Benim pasaportumun sayfalarında yer kalmamıştı.
Türk konsolosluğuna gittim, yenilemediler.
Arkadaşlar, “Türkiye’ye git, pasaportunu yenileyip gel,” dediler.
Sarp kapısından giriş yaparken polisler beni tuttu.
Bir hücreye koydular.
Hücrede hırsızlıktan tutuklu bir genç ve bir de durumu pek de hoş olmayan bir kadın vardı.
Bir polis geldi. Yanımdaki gence, “Üstünde ne varsa çıkar,” dedi. Genç her şeyini masanın üzerine koydu. Suçu neydi bilmiyorum ama polis genci çok kötü dövdü.
Ağzından burnundan kan geldi. Sonra da ellerine kelepçeyi vurup götürdü.
Aynı polis biraz sonra geri geldi. Bu defa bana, “Üstünde ne varsa çıkar,” dedi.
“Şimdi bittik,” dedim.
Ben üzerimdeki eşyaları birer ikişer masanın üzerine koymaya başladım.
Tam o anda başka bir polis geldi bana, “Senin ne işin var burada, çık buradan,” diye bağırdı.
Diğer polis, “Niye çıkıyor, onu sorgulayacağım,” dedi.
Sonra ikisi birden bir üst amire gittiler.
Biraz sonra bana, “Çık buradan,” diyen polis geri geldi. “Sen daha burda mısın? Çık diyorum sana,” diye bağırdı.
“Pasaportum falan,” diyecek oldum.
“Bırak pasaportu, çabuk çık buradan,” dedi.
Ben dışarı çıktım.
Baktım babam dışarıda beni bekliyor. Yol arkadaşım haber vermiş olmalı. Azerbaycan’a geri gitmem gerekiyordu.
Hocaefendi, “Muhacir, hicret edeceği yere giderken, bir daha geri dönmemek üzere gitmelidir,” demişti.
Hicretin şerefini korumamız lazımdı.
Sınırdan kaçak geçmeye karar verdim.
Sonbaharın ilk günleriydi.
Yola çıktım. Zaten Türkiye durulacak gibi değildi.
Gürcistan sınırına yaklaşınca dağ başında yaşlı bir çobanla karşılaştım.
“Akşamın bu vaktinde evlat nereye?” dedi.
O an aklıma “Birinci Söz”deki bedevi Arap çöllerindeki seyyah geldi.
“Bedevi Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin, ta şakilerin şerrinden kurtulup ihtiyaçlarını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyaçlarına karşı perişan olacaktır…
” Bütün ülkelerde, hatta yıllarca düşman bildiğimiz Yunanistan’da bile “Ben Gülenistim” diyenlere polislerin, yetkililerin iyi davrandığını duymuştum.
Bu nasıl bir” liderdi” ki adı her yerde kapıları açıyordu.
İhtiyar çobana, “Ben Fethullah Gülen Hocaefendi’nin talebesiyim,” dedim,
“Görüyorsunuz ülkemizi bize dar ettiler, gidiyorum buralardan.
” İhtiyar çoban, “Evlat, bu akşam vakti seni bir başına göndermek bizim şerefimize yakışmaz, yalnız başına kaybolursun, bekle, ben seni götüreceğim,” dedi.
Koyunları sağdı, ağıllarına yerleştirdi.
Yola çıktık.
Akşamın melali çöktü dağlara.
Gece oldu. Karanlık ve sis bastırdı. Göz gözü görmüyordu. El fenerleri ile önümüzü görmeye çalışıyorduk.
Rüzgâr, yüreklere ürperti veren seslerle uğulduyordu.
Bütün ağaçlar, sağa sola salınarak yas tutan bir ana gibi inleyip duruyordu.
Bir yere geldik. Çalılar sağa sola yatmıştı.
İhtiyar çoban, “Buradan az önce koca bir ayı geçmiş,” dedi.
Bir ara ayağım bir boşluğa geldi. Çoban beni tuttu. Az kalsın korkunç bir uçuruma yuvarlanıyordum.
İlerde bir karaltı göründü.
Yanına varınca metruk bir Gürcü karakolu olduğunu gördük.
Kapı kilitliydi.
Bozuk bir musluktan gürültülü bir su akıyordu. Su sesi geceyi daha bir tekinsiz kılıyordu. Dışarıda bir ateş yaktık.
Yağmur başladı.
Üst başımız ıslandı. Elbiselerimizi çıkarıp ateşte kurutup tekrar giydik. Sabaha kadar birkaç defa bu sahne tekrar etti.
Dağlarda, tepelerde, vadilerde rüzgâr kol geziyordu.
Sabah namazı olunca ateşin başında namazımızı kıldık.
Karakolun kapısına, “Sizin odunlardan kullandık, bu da parası,” diye bir zarf bıraktım.
Tam biz ayrılmak üzereydik ki uzaktan bir askeri araç göründü.
Hemen ormana saklandık.
Çoban, “Evlat geri dönelim,” dedi.
“Fethullah Gülen Hocaefendi, ‘Muhacir, hicret edeceği yere giderken, bir daha geri dönmemek üzere gitmelidir,’ dedi. Ne ülkemizde estirilen fırtınalar, ne de pusuda bekleyen çakallar, ne önümdeki derin uçurumlar, ne de sarp geçitler beni yolumdan alıkoyamaz.”
İhtiyar çobanla vedalaşıp vurdum kendimi dağlara doğru.
Son kez geri döndüm.
İhtiyar çoban durmuş bana bakıyordu.
“Evlat, gel dönelim,” dedi.
“Baba, ben geri dönmem,” dedim.