Uzun kış gecelerinde karlı yollar bizim.
Hemen her akşam Salih dostlarla düşüyoruz karlı-buzlu yollara. Bu defa İskandinavya’nın en kuzeyine uzanıyoruz. Doğanın en göz kamaştırıcı ışık şovuna çok yakınız. Yeryüzünün manyetik alanı ile güneşten gelen yüklü parçacıkların etkileşimi sonucu gökyüzünde ortaya çıkan doğal ışımalar olan kuzey ışıkları az ilerimizde muhteşem bir dans sergiliyorlar.
Sonsuz bir beyazlığın ortasında küçük bir kasabada oturan Rümeysa ve Muhammed çiftinin kapılarını çalıyoruz. Kuzey rüzgarları bizden önce davetsiz dalıyorlar içeri.
Muhammed Bey ve Rümeysa Hanım bizi, karşılarında görünce çok seviniyorlar.
“Doğrusu hiç beklemiyorduk bizim için çok sürpriz oldu.” diyorlar.
“Buralar çok soğuk, üşümüyor musunuz?” diyoruz.
“Biz bu iklime yabancı sayılmayız.” diyorlar.
“Geldiğiniz ülke de çok soğuktu o zaman?” diyoruz.
“Evet.” diyorlar.
“Nereden geldiniz?”
“Kırgızistan.”
“Kırgızistan burası kadar soğuk değildir.”
“Siz bizim yaşadığımız şehri çok iyi biliyorsunuz. Soğuk bir kış günü gelmiştiniz Tanrı Dağlarının eteklerindeki Narin’ e.” diyor Muhammed Bey.
“Sen o zaman orada mıydın?”
“Evet.”
Hayalim yıllar öncesine gidiyor.
Yılkıya sürülmüş atların uçsuz bucaksız beyazlıkta karların altında rızkını aradığı yollardan geçerek varmıştık Narin’e…
Yollar yarım metre kalınlığında buzdu.
Taze karlar yağıyordu ovaya, obaya, dağlara.
Tanrı Dağları gecenin koynunda vahşi bir hayalet gibi heybetinin beyazlığında süzülüyordu.
Dağın eteklerine kurulu Narin şehri yalnızlığa gömülmüş, sessizliğine sığınmıştı.
Koyu bir sis sarmıştı her yanı.
Rüzgâr, gecenin bağrını en sert yumruklarıyla dövüyordu.
Muhammed Bey’i ve Mehlika Sultan’a aşık arkadaşlarını orada tanımıştım. Dünyanın pek çok yerine yolculuk yapmıştım ama Narin seyahati unutulmayanlar defterine kaydolmuştu.
Bir avuç fedakâr öğretmenin kara-kışa meydan okuyarak yaptıkları Hizmet hayatımda yeni ufuklar açmıştı.
Soğuğun bir ucundan diğer ucuna gelen Rümeysa ve Muhammed çifti ile kutuplarda, kuzey ışıklarının muhteşem dansı arasında bir Narin muhabbeti başlıyor.
“Üniversiteden mezun olunca biricik sevdamız olan Asya bozkırlarına koştuk.” diyor Muhammed Bey.
‘‘Narin’de patatesten başka bir şey yetişmiyordu.” diyorum.
“Öyleydi ama biz yetiştirdik.” diyor.
“Okulun önündeki bahçede elma, armut, kayısı yetiştirdik.”
“Sadece öğrenci yetiştirmediniz yani?”
Esmer yüzü hafif gülümsüyor.
“Narin çok fakir bir yerdi.” diyor.
“Sıcak suyu bidonların içine atıp ısıtıyorduk.
Öğrencilerin kaldığı yurdun üst katlarına su çıkmıyordu. Talebeler iki üç yorganla yatıyorlardı. Öğretmenler sınıfta paltolarla, şapkalarla ders anlatıyorlardı.
İnsanlar yakacak bir şey bulamıyorlardı. En küçük bir tahta parçası bile çok değerliydi.”
Rümeysa Hanım söze giriyor.
“Bizim ev en üst katta dört odalı bir evdi.” diyor.
“Kaloriferli idi ama ev ısınmıyordu. Kaloriferler bile üşüyordu. Evde çatı yoktu. Duvarlardan su sızıyordu. Evimizin tavanı kış boyunca bir hamamın kubbesinden dökülen damlalar gibi sürekli damlıyordu. O kadar çok akıyordu ki akan damlaların altına kap koymaya yetişemiyorduk.
Kiralık ev bulmak çok zordu. Okula uzak yerlerde vardı belki ama araba olmadığı için kışın oralara gidip gelmek çok zordu. Muhammed Bey’in hemen her gece ya toplantısı ya da misafiri oluyordu, eve çok geç geliyordu, yalnız kalmaktan korkuyordum. Sular her zaman akmıyordu. Günde sadece bir iki saat akıyordu. İlk geldiğinde de toprak akıyordu. Çamaşırlar kahverengiye boyanıyordu.
Tanrı Dağları’nın eteklerindeki kasaba geceleri karanlığa bürünüyordu. Ürpertici bir hal alıyordu.’’
“Ama Arif Aşçı sizin okulunuzu o karanlıkta bulmuş.” diyorum.
Ayrılıkların harmanı o güzel yüzlerine tatlı bir tebessüm yerleşiyor.
“Biz 2006’da gittik. Bizden on yıl kadar önce geçmiş oralardan develerle. Arkadaşlar bahsediyorlardı.” Diyorlar.
“Bir gün Arif Aşçı Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nı aradı.” diyorum.
“Hocaefendi ile görüşmek istediğini söyledi.
Bir öğle yemeğinde Hocaefendi’nin Altunizade’deki mekânında Arif Aşçı, Mehmet Ali Birand ve Altemur Kılıç birlikte olduk.
Arif Aşçı büyük bir heyecanla anlattı Narin macerasını.’’
“1996 yılının haziranında Çin'in Şian şehrinden başladı yolculuğumuz. Kervanımız, on deve, iki kangal ve dört kişilik mürettebattan oluşuyordu. Taklamakan Çölü'nde kum fırtınasına yakalandık. Uygurlar “boran” diyorlar bu fırtınaya. Gün boyunca aralıksız baskınlar düzenleyip durmuştu boran. Bazı eşyalarımız uçmuş, sığındığımız çadırlarımız yamulmuş, kırılmış ve yırtılmıştı. Develer kendilerini korumak için yere yapışmışlardı. Sonumuzun geldiğine inanmıştık.
Neyse ki kurtulduk.
Çölden kurtulup da Tanrı Dağları'nın doruklarına tırmanmaya başladığımızda sıcak yaz günleri de geride kalmış, kış bastırmıştı.
Kırgız köylüleri yardımımıza koşmasaydı, Tanrı Dağları’nda donmamız işten bile değildi.
Gökyüzüne bir merdiven gibi dayanan Tanrı Dağları'nı güç bela aştığımızda kutsal dağın kanatları altında büzüşmüş küçük bir kasaba gördük.
Vakit geceydi, kasaba karanlığa gömülüydü, sadece bir tek binada ışık yanıyordu.
O ışığa doğru yürüdük.
Binanın önüne geldiğimizde tabelada “Narın Türk Lisesi” yazıyordu. Karlarla kaplı yüce dağların eteklerinde, sonsuz bir senfoni gibi yayılan beyazlığın ortasında nazenin bir gelincik gibi dalgalanan ay yıldızlı bayrağımızın sıcaklığı yüreğimizi ısıtmaya başladı.
Öğretmenler bizi büyük bir misafirperverlikle karşıladılar. Önce, karşımızda duran birkaç maceracı Türk gencinin işi olmalı diye düşündük. Tanrı Dağları’nın eteklerindeki Türk okulunda sohbet koyulaştıkça olayın büyüklüğünü anladım.
Develerle gerçekleştirdiğim dev proje gözümde küçülmeye başladı.
Bu okulda çocuklar tüm kasabanın sızdığı bir saatte gece geç saatlere kadar ders çalışıyordu. Bize hem Türkçe hem İngilizce hem de Kırgızca şarkılar söylediler.
Bu benim için inanılmaz bir olaydı. Çünkü bu müthiş olay benim ülkemin çok genç insanlarınca gerçekleştiriliyordu.
Öğrencilerin, öğretmenlerin gözleri pırıl pırıldı. Çocukların tamamı Türkçeyi öğrenmişlerdi. Bize çok zekice sorular sordular.
Gelecek o çocukların.
Bu parlak geleceğin de farkında bu çocuklar. Bu çocukların başarılarını görünce sadece öğretmenlerinin şahsi başarıları zannettik.
Ama hayır!
Daha sonra İpek Yolu üzerinde göreceğimiz bütün okullardaki öğrenciler pırıl pırıl ve çok zekiydi.
Bu okulların Kamboçya, Japonya, Afganistan gibi en ulaşılmaz yerlerde de açıldığını duyunca oturup üzerinde tekrar tekrar düşünme gereği duyduk.
Bu okulları da çok düşündük ve çok tartıştık. Altı aylık Orta Asya yolculuğumuz boyunca inanın bizi en çok etkileyen bu okullar oldu.
Ben iddia ediyorum, bu okullar 21. yüzyılın en büyük projesi.
İnanın ben bu olayı anlatamıyorum. Hiçbirinin derdi para değil. Çöl koşullarında olan yerlerde okul açmışlar. İnanın Afganistan'da, Türkmenistan’da öyle yöreler var ki bizim sürgün yeri dediğimiz Doğu, herhalde bu yörelerin yanında saray kalır.
Fakat oradaki Türk gençleri Türkiye'yle kıyaslanmayacak zorluklardan bile hiç rahatsız değiller.
Basketbol takımları kurmuşlar, orkestralar kurmuşlar. Çevreye hareketlilik getirmişler. Ufak şehirlerde tek dinamizmi oluşturmuşlar.”
Arif Aşçı’nın anlattıklarından duyduğu memnuniyet Hocaefendi’nin yüzünden okunuyordu.
Bir zamanalar böyle nice hatıralar birikirdi FEM Dershanesinin üstündeki 5. Kat’a.
Arif Aşçı’nın anlattıklarından Mehmet Ali Birand da çok etkilenmişti. Her zamanki gibi elini çenesinin altına koymuş ve ikide bir “Arif, demek öyle ha!” diyordu.
Bu buluşma daha sonra Birand’a Türk Okulları ile ilgili iki bölümlük güzel bir belgesel yaptı.
32. Gün’de yayınlandı.
Show TV’de yayınlanan programın birinci bölümü büyük yankı uyandırdı. İkinci haftaki programda okullara ait olmayan bazı sevimsiz görüntüler yer aldı. Durumu Birand’a sorduğumuzda, bir yerlerden ciddi baskı gördüğünü ifade etti.
Aydınlığa düşman insanlar bu Hizmet’in peşini hiç bırakmadılar.
‘‘Orhan İnandı Bey kaçırıldığında Kırgızistan’da mıydınız?’’ diyorum.
“Evet.” diyorlar.
‘‘Kırgızlar, Orhan Bey’e çok sahip çıktılar. Gösteriler, mitingler yaptılar ama olmadı. İnanın çok ama çok üzüldüler. ‘Bu öğretmenler buradan giderse sistem bozulur okullarda kalite kalmaz, bu öğretmenlere sahip çıkmamız lazım.’ dediler.
Çocuklarımız dört dil öğreniyorlar, edep-adap öğreniyorlar. Bu okullar kapanırsa tarihi bir fırsat kaçırılmış olur diye cansiperane çalıştılar ama olmadı. Orhan Bey Türkiye’de ortaya çıkınca çok üzüldüler. Çok ağladılar. Kendi ailemiz bile bize tepki verirken Kırgız kardeşlerimiz bize sahip çıktılar bizi çok sevdiler.”
Sohbette, gecede kıvamını buluyor.
“Vakit bir hayli ilerledi, kalkalım.” diyoruz.
İki ışık süvarisini, iki kutup kandili gibi kuzey ışıklarının komşuluğunda bırakarak gecenin ayazında yine düşüyoruz karlı-buzlu yollara.
Zira o yollar bizim.