HARUN TOKAK
Tıpkı Anadolu türküleri gibidir köy yolları… Güzel ve hazin… İncecik bir çizgi gibi kıvrılır giderler sonsuzluğa doğru. Sanki ucu bucağı yokmuş gibi… Sanki hiç bir yerde hiç bir şekilde bitmiyormuş gibi… Aynı insanın içindeki çatallı duygular gibi.
İlkin o tozlu yollar ayırmıştı beni anamdan. 1967 Yaz’ıydı… Okumak için babam ağabeyimle beni şehre götürüyordu. Toprak evimizin bulunduğu sokağın son köşesini dönerken arkama baktım. Anam, sağ elini bize doğru kaldırmış, hafifçe sallıyor, sol eliyle de omuzlarından aşağı sarkan beyaz başörtüsünün ucuyla gözlerinin yaşını siliyordu. Üzerinde her daim giydiği soluk çiçekli basma elbisesi vardı. O gün anamın yüreğinin köy yolları gibi çatallı olduğunu gördüm. Anam hem ağlıyor hem de “gidin yavrularım bu köyde hayat yok” diyordu. Çocukluk yıllarımın geride kaldığını, yolların gurbete açıldığını o gün fark ettim.
Kabaklar İstasyonundan kalkan kara tren bizi şehre taşıdı. Gurbet bir mendil gibi sallandı trenin camlarında. Şehirde bir sokağın köşesini dönerken köyün hocası ile karşılaştık. “Nereye gidiyorsunuz?” dedi. “Çocukların birini İmam-Hatib’e birini de Sanat okuluna” dedi babam. “İkisini de İmam-Hatibe yazdır” dedi Mehmet Hoca. Karar kesindi. Babam hiç itiraz etmedi. O gün ağabeyimle ikimiz okullu olduk. Orta kısım bitinceye kadar Şerife Anneannemlerin yanında kaldık. Liseye geçince daha fazla yük olmak istemedik. Sarayaltı Mahallesinden bir oda kiraladık.
Oturduğumuz mahallede Nazif’e Teyze adında asil bir kadın vardı. İyi kalpliliği yüzüne ruhani bir güzellik yansıyan, çok merhametli bir kadındı. Bir gün bu Nazif’e Teyze evinin önünde otururken yoldan kan-ter içinde bir kadın geçiyor. Yükten ve yorgunluktan iki büklüm olmuş sırtında erzak dolu bir heybe, her iki elinde de yine ağır erzak çantaları… Peşinden de 6-7 yaşlarında gürbüz bir oğlan çocuğu onu takip ediyor. Nazif’e Teyze acıyor kadının haline. “Kardeş!” diyor, “kan-ter içindesin gel biraz dinlen.”
“Kadın heybesini yere bırakıp, biraz nefeslenmek için duruyor. “Aha şurada, az ilerde oğullarım var onlara erzak götürüyorum.” diyor. O kan-ter içindeki kadın benim anamdır, peşinden yürüyen gürbüz çocuk da kardeşim Hasan Can. Liseden mezun olduktan sonra Üniversite okumak için ben İzmir’e gittim. Ağabeyim de İstanbul’a. Her hareket ettiğimiz de biraz daha uzaklaşıyorduk anamızdan. Sonrasında Antalya, Van, Ankara, İstanbul, Kudüs derken yıllar su gibi akıp gitti. Kudüs’te iken köy yolları bize bütünüyle küstü.
2015 Yaz’ıydı… Mescid-i Aksa’da teravih kıldığımız bir akşam, anamın yoğun bakıma alındığı haberi bir kor gibi düştü yüreğime. Fakat o günlerde herkes, “bugünlerde Türkiye’ye gelmesen iyi olur” diyordu. Neden, niçin? Ben de bilmiyordum, kimse bilmiyordu. O günlerde Kimse Yok Mu Derneğinin Zeytin Dağı’ndaki Orta Doğu ofisinde bereketli Filistin toprakları için hayaller büyütüyorduk.
Başta Samanyolu Genel Müdürü değerli kardeşim Hidayet Karaca olmak üzere pek çok arkadaşımız tutuklanalı bir hayli olmuştu. Anamın köyden birine, “Ben artık oğlumu bir daha göremem, çok selam söyleyin” dediğini duyunca daha fazla duramadım. İlk uçakla ülkeme döndüm. Bir hastane odasında bir başına yatarken buldum anamı.
Beni görünce ilk sözleri, “vay yavrum neden geldin, keşke benim için kendini yakmasaydın” oldu. “Sen bizim için az mı yandın anacığım”dedim. Doktorlar anamdan ümidi kesince köye döndük. “Anam iki de bir oğlum sen git, başına bir iş gelir” diyordu.
Köyde hasat mevsimiydi. Toprak evin odasında bir başıma kaldığımda, anamın ayrılık iniltileri ruhumu, kalbimi, hülyalarımı, hatıralarımı kor bir ateş gibi yakıyordu. Gün be gün acı gerçeğe yaklaştığımı biliyordum. Kimselere göstermeden kuytu köşelerde gizli gizli ağlıyordum. Ve bir gün anam iyice ağırlaştı.
Bizi gurbete taşıyan yollardan ambulans, acı siren sesleri arasında anamı hastaneye taşıdı. Anam, nefes alıp verirken, acılar, ağrılar içinde kıvranırken bile gözlerini şefkatle bana dikiyor; “Ah oğlum! Hastane koridorlarında perişan oldun” diyordu. Ve bir gece sabaha doğru anam iyice ağırlaştı. Kızım Sümeyra ve akrabamız olan iki kadın ağabeyimle beni odadan çıkardılar.
Ağabeyimle hastane odasının önündeki koltuklara oturduk. Sarı loş ışıkların aydınlattığı salonda her şey belli belirsizdi. Derin bir sessizlik hâkimdi. Her bir şeyde sükûnu uyandırmaktan korkan bir tedirginlik vardı. Bir iki hastanın iniltisinden başka hiçbir şey duyulmuyordu.Yorgun ve uykusuzdum.
O hastane koridorunda, hayatım bir film şeridi gibi geçmeye başladı gözlerimin önünden. Sabahları bir elimde naylon poşete koyduğum kitaplar, diğer elimde bir odun parçası ile yollara düşerek gele-gide eşiğini aşındırdığım ilkokul günleri… Bol yıldızlı yaz gecelerinde harman yerinde yattığımız günler… Gökteki yıldızları sayarak, Kutup Yıldızına bakarak, uykuya daldığımız geceler… Her şey daha dün gibiydi.
Hayat bu kadar kısa, zaman bu kadar hızlı mıydı? Bir bahar bahçesinde görülen yaz rüyaları kadar güzel o günler, ne kadar da geride kalmıştı. İşte hayat… Su misali akıp gidiyordu. Göz kapaklarım iyice ağırlaşmıştı. Koridorda bir ayak sesi bana yaklaşıyordu. Yanımdan geçip gitmesini çok istedim ama olmadı, bir el usulca omzuma dokundu. “Anan” dedi.
Ağabeyimle koştuk. Dünyada rahat bir uyku yüzü görmeyen anam seherin aydınlığında sessiz ve sakin yatıyordu. Elleri, ayakları nasırlı, bir deri bir kemikti… Derisi kemiklere yapışmış. Bütün damarları, sonradan derinin üstüne yapıştırılmış gibi meydandaydı. Çocukluğumda saçlarımı, sırtımı, kollarımı binlerce kere okşayarak beni mutlu etmiş tanıdığım ellerdi bunlar.
Anamı hiç böyle, boylu boyunca yatarken görmemiştim. Ama şimdi yatıyordu işte... Gençliğinde bağ-bahçe, tarla işlerinden, ömrünün son yıllarında nefes darlığından rahat yatakta yattığını hiç hatırlamıyordum. Hasat ve harman zamanı onca işçinin öğle yemeği, akşam yemeği, çayı, çorbası… Bir de ekin biçen tırpancıların biçtiği sapları toplayıp demet demet bağlamak… Akşam onlara yine evde yemek vermek, çay içirmek, dağ gibi yığılan bulaşıkları elde yıkamak, inekleri sağmak, sütü kaynatmak, yoğurt yapmak, evi silmek süpürmek…
14 Ağustos 2015… Tamı tamına yedi yıl önce bu gün… Biz yine yollardaydık… Köy yollarında… “Koza”mıza dönüyorduk. Göz alabildiğince uzayıp giden tarlalarda anızlar, yaz güneşinin taze ışıkları altında ışıl ışıl parlıyordu. Tarlalarda anızlar ateşe verilmişti. Alevler, ateşin engel tanımayan muzaffer orduları gibi önüne gelen her şeyi yutuyor, kül ediyordu. Ateş, hayata karşı yürüyordu. Kör ve sağır ateşin önünde anızlarla birlikte topraktaki canlılar ve her canlı da saklı duran muhtemel gelecek de yanıyordu.
Köyün minaresinden, ağustos güneşinin taze ışıkları altında, bütün bir köyü hüzünden bir şal gibi örten, ara sıra yeisle incelen, bazen tevekkül ve teslimiyetle ağırlaşan, yaralı bir ses yükselmeye başladı. Ortanca oğlu hazin Hüseyni makamında anamın salasını veriyordu.
Anamı, babamın yanına kazılan taze mezara üç kardeş kendi ellerimizle indirdik. Yirmi yıllık bir ayrılıktan sonra babamla yan yanaydı. Anamın öldüğünü herkes biliyor bir ben bilmiyordum. Toprak evde elimi nereye uzatsam âşina bir yüzle karşılaşıyordum. Hangi çekmeceyi açsam tanıdık bir ses geliyordu kulağıma. Kaldırdığım her perdenin ardında bana bakan bir çift göz vardı.
Artık eskisi kadar cesur değildim. Köyden ayrılırken yine uğradım anama. Babamla birlikte yatıyorlardı. “Ah anacığım! Yaz gelince ben sana gelirdim. Aslında sadece sana değil, köyde bıraktığım kendime, çocukluğuma gelirdim. Ben gidiyorum ama bu defa çok garibim.
Sen hep orada, o toprak evde bitmeyen bir sabırla beklerdin. Çokça ağrıların olurdu, fakat hiç şikâyet etmezdin. Hiçbir şeyin yokmuş gibi ışıltılı bir gülümseme ile karşılardın bizi. Bitmeyen bir gönül darlığı idi seninkisi… Serin avluda, kirazların ve dutların gölgesinde her akşamüstü gün batımlarında beklemelerini, yol gözlemelerini, dualarını şimdiden özledim anacığım.
Bahçede bin yıldır oradaymış gibi duran fesleğenler, kasımpatılar, peygamber çiçekleri... Hepsi yerli yerinde duruyor ama sen yoksun… Sensiz buralar durulası değil zaten. Anamın kabrinden bir avuç toprak aldım, kokladım. Toprak anam kokuyordu. Köyde gün batımıydı. Koyun-kuzu sesleri birbirine karışıyordu. Kuzularla anlarının buluşma vaktiydi. Köyün göründüğü son tepeden, bir zamanlar sesime ses veren karşı dağlara, ormanları ikiye bölerek ufuklarda kaybolan yollara son kez baktım. Uzaktan toprak evimiz görünüyordu. Anam, toprak evin önünde yine beni uğurluyordu. Bir eli hafifçe sallanırken, diğer eli beyaz yaşmağının ucuyla göz pınarlarında biriken gözyaşlarını siliyordu. Ben yine köy yollarındaydım. Anadolu türküleri gibi olan köy yollarında. Hazin ve güzel…