[Harun Tokak] Allah Onu Kırmaz

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı

SHABER3.COM

HARUN TOKAK



Bereketli bahar yağmurlarının ışıklı damlaları suya hasret toprağa damla damla düşerken telefonuma bir mesaj düşüyor.
Bakıyorum, Ömer Yeşil’den.
Az sonra da arıyor. Yine her zamanki gibi bahçelere bahar getiren gülüşüyle görünüyor ekranda.
“Bugünkü yazınızda Ömer Kirazoğlu’ndan bahsetmişsiniz. Sana onun oğlu Mahmut Sami Kirazoğlu’nun kaleme aldığı bir yazı gönderdim.” diyor.
Allah bir yeri güzelleştirmek istediğinde sevgili kullarından birinin yolunu oraya düşürürmüş.
Konya’nın Mevlâna ile güzelleştiği gibi, Konyalı Ömer Yeşil’le de bizim memleketimiz Uşak güzelleşti.
O tıpkı Hızır gibi yürüdüğü yolların yeşerten birisi.
Şerefli bir aileye mensup. İzmir müftüsü iken Tepecik’te ilk öğrenci evinin açılmasına vesile olan, ilk açılan öğrenci kamplarını destekleyen, bir dönem Nakşi tarikatının İzmir temsilciliğini de yapan Ahmet Karakullukçu Hoca, onun dayısı.
Duruşu, gülüşü, koşuşu sanki Asr-ı Saadetten günümüze düşmüş geç kalmış bir sahabe.
Değerli eşi ile birlikte Uşak’ta yaptığı hizmetler dillere destandır.
Ağlayanın gözyaşını silmek, inleyenin iniltisini duymak, aç olanı doyurmak, yoksulu giydirmek Yeşil ailesinin günlük rutin işlerindendi.
Kapılarına gelenin boş dönmediği bir aileydi.
Başı sıkışan ona giderdi.
Şimdi bütün servetine el konuldu. Çok sevdikleri, benim de çok sevdiğim, Uşak’tan hicret etmek zorunda kaldı. Önce biraz Mısır’da kaldı. Orada bir iş yapmak imkânı olmadı. Onurlu bir insandı. Kimseye yük olmak istemedi. Kanada’ya gidip iltica etti.
Telefonda sık sık görüşüyoruz.
Uşak’tan, bizim köyden, ortak dostlarımızdan konuşuyoruz. 
Gurbette günlerinde ülkesindeki mağdur insanlara çare olmak için çırpınıyor.
O geride kalanların iniltilerini duyan bahtiyarlardan.
Telefonu kapattıktan sonra gönderdiği yazıyı okumaya başladım.
Yazı, Nakşi şeyhlerinden Mahmut Sami Ramazanoğlu’nun torunu Mimar Mahmud Sami Kirazoğlu’na aitti.
Kirazoğlu, 1988 senesinde, Medîne’deki Cuma Câmii’nin inşâsı sırasında yaşadığı ibretli bir hâtıradan bahsediyordu.
İşte o ibretli mektup…
“Malzeme deposu sorumlularımızdan Yemenli Ahmed Efendi’nin uzun bir müddettir perşembe günleri işe gelmediğini tespit ederek, hafta başında kendisini çağırdım.
‘Kıymetli Ahmed Efendi, seni üzgün görüyorum. Bir sıkıntın mı var? Senin her problemin için hizmete hazırım. Derdin neyse anlat!’ dedim.
Yaşlı gözler, boğaza düğümlenen kısık sesli cümleler ve çaresizlikten dertli bir gönülle, yavaş yavaş anlatmaya başladı:
‘Benim 14 yaşında, anadan doğma kötürüm bir kızım var; adı Ümmügülsüm. Çok küçükken hastalığının farkına vardık. Sonra, gitmediğimiz hoca, doktor, çıkıkçı, hastahane, kaplıca, fizik tedavi uzmanı ve kullanmadığımız ilâç, bitki kalmadı. Başka ülkeler de dâhil, pek çok yeri dolaşarak, imkânsızlıklar içinde, her türlü çâreye başvurduk ancak nâfile. Bir arpa boyu bile yol alamadık. Kızım, yaşı ilerledikçe şekilden şekle giriyordu. Hem kendisi hem de biz, bu hâli kabullenemiyorduk, alışamıyorduk bir türlü.
Riyad’da, yabancıların kurduğu, ancak özel zevâtın girebildiği, tam teşekküllü bir ihtisas hastanesi var. Allah (c.c.) nasîb etti, bir hayır sahibi vâsıtasıyla girebildik elhamdülillâh. Altı aydır orada her türlü tedavi yapıldı, ancak yine de bir gelişme olmadı. Annesi şu an yanında refâkatçi kalıyor. Ben de her çarşamba, akşam uçağı ile gidip cumaları gece vakti dönerek, cumartesi iş başı yapıyorum. Size gelip durumu bildirerek özür dileyecek, helâllik alıp izin isteyecektim. Lâkin ilk zamanlar çekindim, sonra da gelemedim, affedin.’
Bir an Ahmed Efendi’nin hâlini düşündüm. Üç gidiş-geliş uçak bileti, iki aylık maaşı kadardı. Daha önce yapmış olduğu masrafları da düşünürsek, epey bir borç altına girdiği belliydi garibin. Seneler önce bir mevlid esnâsında rastlamıştım kendisine. Kasîde okunurken ağlıyordu. ‘Nerede ağlayacağını bilen, ağlamanın bu denli yakıştığı, ne güzel, gönül ehli bir insan.’ diye geçirmiştim içimden. 
Bunları düşünürken, bir yandan da nasıl yardımcı olabileceğimi sordum, borcunu da Allâh’ın izniyle hâlledebileceğimizi söyledim. Duâ edip sevinirken, yaşlı gözleri uzaklara, sanki Riyad’a bakıyordu.
‘Şimdi farklı bir durum var. Onu arz edeyim.’ dedi ve şöyle devam etti:
Evvelki gün, altı aydır kızımı birçok testlerle, şoklarla, her türlü tedaviye çalışan bölüm başkanı, gayr-i müslim, ecnebî bir profesör, beni odasına götürerek karşısına aldı, üzgün ve mahzun bir ifâdeyle dedi ki:
Sizleri aylardır izliyorum. Bir anne-baba olarak, maddî-mânevî yapılabilecek her şeyi yaptınız, gücünüzün üzerinde bir fedâkârlık gösterdiniz. Biz de elimizden gelen, tıbbın ulaşabildiği bütün teknikleri denedik. Sonradan olma bir rahatsızlık olmadığı için, baştan beri imkânsız görünmesine rağmen, sizin gözlerinizdeki ümit ışıltısına, gönlünüzdeki engin şefkate duyarsız kalamayarak samimiyetle çalıştık. Maalesef başaramadık. Tıp, bu noktadan sonra artık çaresiz, tıbbın verebileceği bir şey kalmadı. Şifâ bulması için Amerika’da, hattâ Ay’da bile bir ihtimal zerresi olsa, size ‘Alın götürün, onu da deneyin!’ diyeceğim ama, artık yok. Ancak, bütün bu yoklara rağmen bir şey var. O da şu:
Senin Peygamber’inin Allâh’ın Sevgilisi olduğunu ve O’nun çok merhametli bir Peygamber olduğunu söylüyorlar. O’na gidip niçin bir cân u gönülden yalvar mıyorsun? O isterse, Allah O’nu kırmaz, dileğini kabul eder. Unutma bu, senin son ve tek çâren artık.’ 
Ahmed Efendi sözlerine şöyle devam etti:
‘Mahmud Ağabey, kızımı pazartesi sabahı taburcu edecekler. Müsâade ederseniz, pazar günü erkenden gidip, muâmeleleri tamamlayıp, evrak, filim, rapor vs. ne varsa toparlayıp Medîne-i Münevvere’ye geleceğiz inşâallah.’ dedi. 
O hâlde hemen harekete geçelim; senin gidiş, üçünüzün de dönüş biletlerini ayarlayalım. Seni havaalanına götürecek ve karşılayacak araba da hazır. Başka bir ihtiyaç olursa, onu da hâllederiz biiznillâh.
‘Fakat profesörün sözleri çok mânidar, Döner dönmez bu ikâzı en iyi şekilde değerlendirmemiz gerekir. Kendisiyle tanışmak isterim.’ dedim.
Ertesi sabah Ahmet Efendi’yi uğurladık. Pazartesi günü, şoför karşılamaya gitti, sonra yanıma tekmil vermeye geldi. 
“Ne yaptın, evlerine teslim ettin mi?” dedim şoföre
‘Ahmet Efendi ve âilesi doğrudan Harem-i Şerîf’e gitmek istediler. Ben de oraya bıraktım.’ dedi. ‘Kızı tekerlekli sandalyesine bindirdik. Üçü de ağlıyordu. Benim de içim parçalandı. Kız, ufacık, sanki on yaşında gibi. Bu zamana kadar belinden aşağısı hiç tutmamış. Dayanmadan oturamıyor bile. Ancak yüzüstü, kollarını dikerek sürünebiliyormuş, çok acı!’
‘Biliyorum, dedim, babası bana birçok resmini gösterdi. Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.’
Aradan takriben yarım saat geçti. Koridorda bir gürültü patırtı koptu. Dışarı çıktım. Ahmed Efendi karşımda. Feryâd ü figân ağlayarak koştu. Boynuma sımsıkı sarıldı, yapıştı. Bırakmıyor. Ne dediğini anlamıyorum.
‘Yâhu ne oldu? Hayırdır inşâallah! Gel şuraya otur, bir şeyler iç. Bu ne hâl?’ diye sordum. 
Kendini yere attı, secde ediyordu.
Yaşlı gözlerle anlatmaya başladı:
Kızı tekerlekli sandalyesine bindirip annesiyle beraber Kadınlar Kapısı’na bırakıp doğrudan, Cibrîl Kapısı’ndan huzur-u Rasûlullâh’a vardım. Ravza’nın parmaklıklarına yapıştım. Kimseyi gözüm görmedi. Kimse de beni görmedi. Ben ellerimi kaldırdım. 
‘Yâ Rab! Ben kızımın şifâsı için on üç senedir duâ ettim. Özellikle onun için hac ve umreler yaptım. Gecelerim gündüzlerim duâlarla, ibadetlerle geçti. Gücümün üstünde sadakalar verdim. İyi niyetinden şüphe etmesem de, gayr-i müslim bir kulunun; ‘Niye Peygamber’ine gidip candan bir duâ etmiyorsun?’ îkâzı bana çok ağır geldi…’ diyerek Rabbime uzun uzun duâ ettim.
Sonra Efendimiz (s.a.v.)’e yöneldim:
Yâ Rasûlâllah’ Sen Rahmeten li’l-alemîn’sin. Sen’in huzuruna geldim ama maddî-mânevî tükenmiş olarak geldim. Artık mecâlim ve tâkatim kalmadı. Bundan sonra kızımı Sana teslim ediyorum. Ben artık çâresizlikler içerisinde ne yapacağımı bilemiyorum... diye naz ve niyâz içinde hıçkırarak, yalın ayak dışarı attım kendimi.
Baktım yavrum Ümmügülsüm’üm “BABAA, BABAA!” diye haykıran sesi kulağımda çınlıyor. Bir de arkama baktım ki, doğru dürüst sürünemeyen kızım, hanımlar tarafından koşarak geliyor, annesi de ona yetişmeye çalışıyordu.” 

<< Önceki Haber [Harun Tokak] Allah Onu Kırmaz Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER