HARUN TOKAK
Karlı bir kış günü, gece ve soğuk bizi Deniz Hanım’ların evlerine taşıyor. Yerkürenin bu en soğuk bölgesinde her akşam yeni bir dünya kuruluyor. İyi yürekli insanların dünyası bu. Yalnızlık duvarlarını hicret ve hasretle yerle bir etmiş insanlara misafir oluyoruz. Bu insanlar, yeni doğmuş bir bebek gibi her şeye sıfırdan başlıyorlar. Dil öğreniyorlar, hayata ucundan, kenarından tutunmaya çalışıyorlar. Acılarını paylaşan birilerinin olduğunu bilmek onları mutlu ediyor.
Kabuk tutmuş acıların kabuğunu alıyoruz. Rahatlıyorlar. Jean-Jacques Rouseau’nun dediği gibi, beraber ağlamaktaki tatlılık kalpleri birbirine bağlıyor. Ramazan Bey’in dediği gibi, bu ziyaretler bize de çok iyi geliyor. Bizi ayakta tutuyor. Yürümeyi yeni öğrenen bebekler gibi birbirimize tutunarak yürüyoruz yolları. Her ev ziyaretinden sonra, Rabbimize, bize böyle yol arkadaşları verdiği için şükrediyoruz. ‘‘Sürecin en hazin sahnelerinden biri sizin gözlerinizin önünde yaşandı.’’ diyoruz Deniz hanıma. ‘‘Aslında biz bu yaşadıklarımızı kimse ile paylaşmıyoruz.’’ diye cevap veren Deniz hanım yaşadıklarını bizimle paylaşmaya başladı.
Yaşadığımız o korkunç olayı hatırlamak istemiyoruz. Unutmaya çalışıyoruz. Elimizden gelse takvim yaprağını yırtar gibi o korkunç geceyi hayat sayfalarımızdan yırtıp atmak istiyoruz. Doğduğumuz ve yaşadığımız ülkemizde başka bir çıkış bulamadığımız için yeni bir hayata adım atmaktan, hicret etmekten başka çaremiz kalmadı. Eşim hapiste iken çocuklarımla çok zor günler yaşadık. Bir daha aynı şeyleri yaşamayı göze alamadık. Sonbaharın içini çekerek ağladığı bir gecede dört aile buluştuk. Ülkemizden kaçıyorduk. Evler, ağaçlar, geçtiğimiz yollar bize ‘Durun, gitmeyin!’ demiyordu.Çocuklarla birlikte toplam 18 kişiydik. Birbirimizi ilk defa görüyorduk. Hiçbirimiz diğerinin neler yaşadığını bilmiyordu.
Gözleri sürmeliydi gecenin…
Bizi gurbete taşıyacak olan kayık sabırsız bir at gibi kımıldayıp duruyordu.
Ürkek güvercinler gibi sık sık sağa sola bakıyorduk.
Sular bazen içli bir göğüs gibi kabarıyordu.
O günlerde yollar, nehirler, denizler korkunç bir kaçışa sahne oluyordu.
Birden üzerimize güçlü bir ışık tuttular. Gözlerine ışık tutulmuş tavşanlar gibi kalakaldık. Başlamadan bitti diye düşündük. Eşim bana, ‘Beni buradan alırlar, yeniden cezaevine gönderirler, sen çocukları al memlekete git, buraya kadarmış.’ dedi. Meğer balıkçılarmış ama o gece bu yolculuğu tekin görmedik. Bir sonraki gece yine buluştuk. Birer ikişer fiber tekneye bindik. Çocuklara can yeleği vermediler. Oğlum, ‘Anne benim yeleğimi neden giydirmedin. Bana bir şey olursa vicdanen rahat olacak mısın?’ dedi. Hava güzeldi, deniz sakindi… ‘Ne olabilir ki oğlum!’ dedim. Gecenin karanlığında tekneyle yol almaya başladık. Ülkemizden uzaklaşıyorduk. Ülkemizin ışıkları gittikçe küçülüyordu. Teknemiz, kara bir kadife gibi serilmiş olan serin suların üzerinde atlaya zıplaya sörf yapıyordu. Ufak tefek su sıçramaları oluyordu. Epeyce bir yol aldıktan sonra Sakız Adası’nın ışıkları göründü. Özgürlüğü müjdeleyen ışıklardı bunlar. Herkeste büyük bir sevinç oldu. Eşim elimden sıkıca tuttu, denizler gibi engin ve güzel gözleri ile beni kucakladı, ‘Kurtulduk, özgürüz artık, hiçbir sıkıntımız kalmadı.’ dedi.
Aşk, hayatın fedakârlıkları ile beslenirmiş
Deniz, rüzgârın raksına kaptırdı kendini. Hepimiz ıslandık, sırılsıklam olduk. Hiç umursamadık, tek istediğimiz karşı adaya varmak, özgür olmaktı. İşte ne olduysa o anda oldu. Erken mi sevinmiştik? Kaptan birden hiç yapmaması gereken bir şey yaptı. Sert bir manevra ile alabora olduk. Her birimiz denizin üzerine sonbahar yaprakları gibi savrulduk. Bir anda çığlıklar yükselmeye başladı. Tam bir can pazarı yaşanıyordu. Sırtındakileri fırlatmış olan fiber tekne, huysuz bir at gibi tepinip duruyordu. Yakın olanlar ters dönmüş teknenin üzerine tutunmaya çalışıyordu. Ben yüzme bilmiyordum. Çok korktum, o anda kalbim nasıl durmadı hala anlamış değilim. Eşim yanımda bitti. ‘Sakin ol!’ dedi, ‘Can yeleği seni tutacak.’ Daha sonra tekneye doğru beni itti. Ters dönmüş tekneye oturmamı sağladı. Oğlum iyi yüzme bilmesine rağmen şoka girmişti. Suyun üzerindeydi, çok telaşlı bir hali vardı. Babası onu da sırtından itekleyerek tekneye taşıdı.
Bir baba, çocuğunun boğulmaması için havaya kaldırmaya çalışırken batıp çıkıyordu. Eşi, yanına gitti. Çocuğu eşinin kucağından aldı. Bu defa o batıp çıkmaya başladı. Eşim yüzerek yanlarına gitti. Ebu Bekir Bey’le Gonca hanımmış. Eşim onlara, ‘Aliş’i bana bırakın. O bana emanet. Siz sakin olun.’ dedi. Çocuklarını güvenli birine teslim eden karı-koca bir birilerine sıkı sıkıya tutundular. Eşi, ‘Tut elimden, ölürsek beraber öleceğiz.’ dedi. Kolkola girdiler. İkisi de yüzme bilmiyordu, can yelekleri vardı. Tekneye doğru bir hamle yaptılar ama o arada bir dalga geldi, onları uzaklaştırdı. Rüzgâr, dalgalarla keyfince eğleniyordu. Ben o anda kızımın olmadığını fark ettim. ‘Kızım, kızımı bulun!’ diye bağırmaya başladım. Kendi kızımızdan önce başkalarının yardımına koşmuş olmanın bir inayeti olmalı ki eşim, zifiri karanlıkta sırtı yatar pozisyonda önünde buluyor kızımızı. Onu da alıp tekneye getirdi. Kızım baygın haldeydi. Bütün bunlar yarım saatten fazla sürmüştü.
Eşim de çok yorulmuştu. Kendi de tekneye tırmandı. Tabii çocuklar titriyor, can yelekleri yoktu. Teknenin sırtı kaygandı, oturmakta zorluk çekiyorduk. O an hayatın, rüyanın benzeri değil kendisi olduğunu daha iyi anladım. Teknenin üstü çok eksikti. Grubun yarısı yoktu. Denizin ortasında hala birçok insan vardı. Feryatlar gecenin karanlığını yırtıyordu. Yüzme bilmeyen babalar evladını kurtarmak için suya atlamak istiyordu. Onları zor tutuyorlardı.
Çok geçmeden sesler bir bir sustu. Gece derin bir sessizliğe büründü. Zifiri karanlıktı. Oğlum babasına, ‘Baba bir çözüm bulunacak değil mi? Allah bizi kurtaracak değil mi? Ben çok masumum, hiç günahım yok. Allah’ım ben daha küçüğüm, ölmek istemiyorum!’ diyordu. En korktuğumuz şey, uçsuz-bucaksız karanlık suların üzerinde seyyar bir mezar gibi kıpırdayıp duran teknenin yeniden alabora olmasıydı. Durmadan dua ediyorduk. Gecenin zifiri karanlığında kilometrelerce derinlikteki karanlık bir denizin üzerinde, rüzgârın sağa sola savurduğu incecik bir dalın üzerindeki garip kuşlar gibi ıslak teknenin üzerine sıralanmıştık. Sonbahar rüzgarları bize ölüm ninnileri söylüyor, dalgalar, ölüm beşiğimizi karanlıklara sallıyordu. Sebepler bütünüyle sükût etmişti. Gece, karanlık, deniz ve rüzgâr aleyhimizde ittifak etmişlerdi. Biz de gecenin, denizin, rüzgârın sahibine sığınmıştık. Herkes gökyüzüne bakıyordu. Karanlık sular korkunçtu. Kimse denize bakamıyordu ama deniz karanlık bir ejderha gibi ağzını açmış bize bakıyordu. Üşüyorduk. Diz kapaklarımıza kadar suyun içindeydik. Bir dalga geliyor, üst-başımızı sırılsıklam ediyordu. Rüzgâr kurutuyor, sonra tekrar dalga geliyor yine ıslanıyorduk. Hipotermiye girmesin diye çocuklarımın kollarını ovuşturuyordum. Ben de zangır zangır titriyordum. Eşim, hem sırtımı ovuşturuyor hem de, ‘Biliyorsun, bugün bizim evlilik yıldönümümüz. Geçecek, sakin ol. Allah’ın izni ile bitecek. Bu da Allah’ın bir sınavı. Kendimizi kaybetmeyelim.’ diyordu.
Gece bitmek bilmiyordu. Hepimiz ömrümüzün en uzun gecesini yaşıyorduk. Zaman durmuş, saatler durmuştu ama dalgalar durmuyordu. Tekne gittikçe huysuzlanıyordu. Bizi üzerinden attı atacaktı. Aklımı oynatacaktım. Sanki yıldızlara asılı bir tahta parçasının üzerindeydik ve ipler koptu kopacaktı. Her an dipsiz karanlıklara savrulmamız, köpek balıklarına yem olmamız işten bile değildi. Seher yeliyle birlikte fiber atımız iyice huysuzlaştı. Bizi sırtından attı atacak. ‘Biraz sonra, biraz sonra, biraz sonra…’ derken gün aydınlandı. Gün aydınlanınca denizin derinliği, dağların ihtişamı, suların büyüklüğü ortaya çıktı. O büyüklüğün yanında yapayalnız kalma duygusu kapladı kalplerimizi. Sebepler bitti, tükendi. Islak yolun sonu göründü. Uçsuz-bucaksız bir denizin ortasında güneşin bağrındaydık. Gökte kuşlar uçuyor, uzaklardan motor sesleri geliyordu. ‘Ne olur Allah’ım! Görsünler bizi, göster Allah’ım!’
Saat yedi, sekiz, dokuz… Ne gelen var, ne giden… Ama biz gidiyoruz, hepimiz öleceğiz. Artık dayanacak gücümüz kalmadı. On saatten beri altımızdaki seyyar mezar, ölüm beşiği bizi sallıyor; ölümle hayatın o ince çizgisi üzerinde gelip gidiyorduk. Ağlamaya başladım. Körpecik oğlum arkadan bana sarıldı, ‘Anne, neden ağlıyorsun? Biz dördümüz buradayız. Cesurca yaşadık cesurca da ölürüz. Niye korkup ağlıyorsun?’ dedi. Oğlumun bu sözü, beni kendime getirdi.
Dalgalar Gonca-Ebu Bekir çiftini de bize yaklaştırdı. Aman Allah’ım yaşıyorlardı. Denizin ortasında birbirlerine sıkıca tutunmuşlar, kıpırtısız duruyorlardı. Can yelekleri uzun süre tuzlu suda kaldıkları için parça parça kopuyordu. Tam her şey bitti dediğimiz anda yeniden bir umut doğdu. Uzaktan bir gemi göründü. Aydınlık suları yararak yanımıza kadar geldi. Gemi önce bizi, sonra Gonca İle Ebu Bekir’i ölümün ıslak ve karanlık kollarından aldı. Gemiye binince kayıplar ortaya çıktı. Oğuz Öğretmen oğluna sarılmış ağlıyordu. Eşi Meltem ve kayınvalidesi Kevser Abla yoktu. Nasır abimizin çocukları, İbrahim’le Mahir de yoktu. O da eşi ile birlikte bir köşede sessizce ağlıyorlardı. Gonca ve Ebu Bekir çiftinin de iki çocukları yoktu. Beşi çocuk yedi kaybımız vardı. Neredeyse kafilenin yarısı yoktu. Gemi bizi Sakız Adası’na götürdü. Hastanede bütün hemşireler, Yunan vatandaşı insanlar geldiler, sarıldılar. Kıyafetlerimiz ıslanmış, parçalanmıştı. Yeni giysiler, ayakkabılar getirdiler. Nasıl Kerbela insanlık tarihinin en hazin sahnelerinden biri olarak tarihteki yerini aldı ise, bu deniz faciası da sürecin en hazin sahnesi olarak hafızalara kazındı.
Kendi ülkemizin basını, ‘Teröristler kaçarken botları alabora oldu.’ diye yazdı. Yunan basını, ‘Melekler cennete uçtu!’ dedi. Şimdi, şehitlerimiz Sakız Adası’nda ülkelerine nazır bir tepede yatıyorlar. Türkiye’den esen, tatlı meltemler okşuyor kabirlerini. Deniz fenerleri gibi, karanlık gecelerde, uçsuz bucaksız denizlerde yol alan yolcuların umut kandilleri gibi parlıyorlar.