Ahmet Kurucan / Tr724
Okumaya başladığınız yazı hem eski hem de yeni. Eski, çünkü yazı genel muhtevası itibariyle 6 Haziran 2014’te Zaman gazetesinde yayınlandı. Yeni, çünkü bazı yandaşlarının siyasi otoritenin almış olduğu bir kısım kararları meşrulaştırıcı bir araç olarak “Harp hiledir” beyanını yeniden gündeme sokması itibariyle yazıyı yeniden kaleme aldım.
Son süreçte yazılarından çok istifade ettiğim Mahmut Akpınar’a katılıyorum. “Seçim haberlerine ve seçimin sonuçlarına yoğunlaşmayalım. Öncelikle zihnimizde ve söylemlerimizde kurtulalım Erdoğan’dan. Bırakalım biraz da başkaları düşünsün bu problemi!” Amenna ama söz konusu olan dini bir değerin çarpıtılması olunca bakmadan edemedim. Çünkü çok rahatsız oldum. Aslında her Müslümanın da rahatsız olması gereken bir şey bu.
Hadise şu: Yavuz Bahadıroğlu baskın seçim kararı ile alakalı olarak düşüncesini paylaşırken şunu diyor yazdığı bir tweet’te: “Gün itibariyle seçim sath-ı mailine girdik. Cumhurbaşkanı seçiminin öne çekilmesi isabetli oldu. Harp hiledir. Allah hayırlı etsin.” Buraya kadar bir problem yok. Ama ardından paylaştığı şu tweet işte benim rahatsız olduğum ve her Müslümanın rahatsız olması gerektiğini söylediğim beyanı. “‘Harp hiledir’ sözü de bana değil Peygamberime aittir. Bilenler konuşsa yanmam, bilmeyenler konuşuyor. Umrumda değil.”
O, “bilenler konuşsa yanmam” diyor. Ben de bu yazıyla konuşuyorum ama bildiğimi iddia etmiyorum sadece bildiğimi paylaşıyorum ve diyorum ki harp hile değildir ve Peygamberimizin böyle bir beyanı da yoktur. Nasıl mı?
KELİMELERİN ANLAMLARI VE FARKLILIKLAR
Türkçemize Arapçadan geçen çok anlamlı kelimelerin bir manasının bizim dilimizde ağırlık kazanması veya aradan geçen asırlar içinde farklı anlamlar yüklenmesi, aksi inkar edilemeyecek, bütün dünya dilleri için de geçerli olan tabii bir durumdur. Zira, “dil canlı bir organizmadır”. Doğar, büyür, gelişir ve ölür. Dilin hayatını sürdürdüğü sosyal, kültürel, dini, ekonomik bir çevre vardır. Dil ve dilin hücreleri mesabesindeki kelimeler bu çevre ile hayat bulur. Çevrenin değişmesi dilin de değişmesini, gelişmesini, ilerlemesini, gerilemesini ve doğal olarak ölmesini netice verir.
Bu çerçevede gerek anlam kaybına, gerek çok eşli anlamlardan bir tanesinin ön plana çıkmasına ve gerekse kavramlaşmış haliyle kavram kaybına ve değişikliğine sebebiyet veren kelimelerden ilk aklıma gelen örnekler şunlar: ‘Cihat’, ‘mürted’, ‘fasık’, ‘ittifak’, ‘ihtilaf’, ‘tefrika’ ve bu yazının konusunu teşkil eden ‘hile’.
Hile, Arapça’da çok anlamı olan bir kelimedir ve sözlük manası itibariyle “maharet, marifet, hüner, ince sanat, geliştirilmiş teknik, çare, bir probleme karşı bulunan çıkar yol, çözüm şekli, aldatma ve kurnazlık yapma” manalarına gelir. Maalesef biz tarihi süreç içinde bu manalardan son ikisini esas almış hatta ilavesiyle hile’yi “kurnazlık yapma, başkalarını gayri meşru yolları kullanarak aldatma” anlamıyla Türkçeleştirmişiz. Öyle zannediyorum ki, Arapça ile haşir-neşir olanlar hariç, hatta onlar içinde de akademik düzeyde Arapça ve İslamî ilimlerle ilgilenenler hariç, hiç kimse ‘hile’nin Arapçadaki diğer manalarını bilmez. Belki kelimenin aslının Arapça olduğunu dahi bilmez.
HİLE-İ ŞER’İYYE VE KUR’AN’DA HİLE
Bunun en önemli örneklerinden biri Türkçemizde Arapça aslıyla kullanılan ‘Hile-i şer’iyye’ kavramıdır. Kavram Arapça bir terkip olarak “meşru çare; hukuki çözüm” manasına gelmektedir ve başlangıç dönemlerindeki kullanımı da bu amaçla yapılmıştır. Tedvin döneminin hemen ardından fıkhın bir manada donuklaştığı, içtihadî düşüncenin kurucu imamlar seviyesinde olmadığı, hatta onları aşmanın imkansızlığına inanılıp kısmen şerh ve haşiyelerle, kıyas-ı içtihadîlerle gündelik yeni sorunlara çözümlerin arandığı bir dönemde ortaya çıkmış ve hukukun sınırları içinde kalarak üretilen hukuki ve meşru çözümlere verilmiş bir isimdir hile-i şer’iyye. Ne yazık ki ilerleyen dönemlerde ‘kitabına uydurma’ amaçlı çok kötü kullanımlara da istinatgâh olmuştur ama bu ayrı bir yazının konusu.
Hile kelimesi Kur’an’da bir yerde geçer. Allah inandıkları din uğrunda mücadele etmeyen, hicrette bulunmayan, mazeret uydurup savaşa katılmayan insanlarla, aksini yapanları mukayese eder Nisa 95, 96 ve 97’inci ayetlerde. 98’inci ayette ise bir istisnada bulunur ve şöyle der: “Hicret etmek için güçsüz, zayıf, çaresiz kalan, çare bulmaya gücü yetmeyen, çıkar yol bulamayan erkek-kadın ve çocuklar bundan müstesnadır.” Mustaz’af veya müstad’af denilen bu kesim gerçekten karşı karşıya olduğu sıkıntıları aşacak güce ve kudrete sahip olmayan, çaresiz, güçsüz ve acz içinde bulunan kişilerdir. Kur’an’ın ifadesiyle “Lâ yestetiûne hîleten; hileye yani çareye güç yetiremeyenler.” Ama Kur’an’ın bu kullanımına rağmen hile kelimesini biz yukarıda ifade ettiğim gibi kurnazlık yapma, başkalarını gayri meşru yollar kullanarak aldatma manaları ile biliyor ve kullanıyoruz. Aslını bildikten sonra böyle bir kullanımın zararı da olmayabilir. Ama siz tutup içinde hile kelimesi geçen bir hadisi bu mana ile tercüme ederseniz; işte orada çok büyük bir problem var demektir. Kaldı ki yazımıza esas teşkil eden hadiste ‘hile’ kelimesi de kullanılmamaktadır.
PEKİ HADİS’TE NE DENİYOR?
Hadis şöyle: “el-Harbu hud’atun” (Buhari, Cihad, 107: 25 Müslim, Cihad, 18-19: Ebu Davud, Cihad, 93: Tirmizi, Cihat, 5: İ.Mace, Cihad, 27). Dikkat edin hadiste “el-Harbu hîletun” denilmiyor; aksine “el-Harbu hud’atun” diyor Allah Resulü (sas). Harb yani savaş hud’a’dır. Pekala hud’a ne demektir? Piyasada var olan ve halkımız arasında genel kabul gören tercümeye bakarsanız, hiledir. Tek kelime ile yanlış.
Tek tek ele alalım. Hud’a gerçekten hile mi demektir? Eğer bizim kullandığımız manası ile hile demekse; Hz. Peygamberin kastı “çare” anlamındaki hile midir; yoksa “kurnazlık yapma ve gayri meşru yolları kullanarak başkalarını aldatma” anlamındaki hile midir? Eğer “çare” manası kastediliyorsa, problem yok. Niçin? Çünkü savaş gerçekten uluslararası anlaşmazlıklarda son çare anlamına gelir. Barışı sağlamak için gerekli olan diplomatik yolların hepsine sırasıyla müracaat edilir; sonuç alınamaması durumunda savaş gerçekleşir. Ve bu bağlamda savaş, barışın sağlanması için son çaredir.
Ama Hz. Peygamberin (sas) kastı “kurnazlık yapma ve gayri meşru yolları kullanarak başkalarını aldatma” anlamındaki hile ise, bu haşa ve kella Hz. Peygamberin bizatihi tebliğ, tebyin, talim ve tatbik ettiği Kur’an’a aykırıdır. Bu eksende onlarca Kur’an ayeti sıralayabilirim. Dolayısıyla böyle bir şeyi Hz. Peygamberin düşünmesi, konuşması ve yapmasını imkansızdır. Kaldı ki böyle bir şey sıradan bir müminin bile aklına gelse anında tevbe ve istiğfar etmesi gerekir. Benim imanım, iman anlayışım, Kur’an ve Hz. Peygamberi kabulüm bana bunu söyletiyor. Başkalarını bilmem ve bilemem. Hiç kimseye de kefil olamam.
Konudan uzaklaşmadan gelelim hadise. Ne demektir hud’a? Öncelikle “kurnazlık yapma ve gayri meşru yolları kullanarak başkalarını aldatma” manasında hile demek değildir. Nokta. Bir kere bunu baştan ortaya koyalım ve kabullenelim. Hud’a, “muhatabı şaşırtma, yanıltma, şüpheye düşürme” demektir. Kadı Beydavi “Farenin harici tehditlere karşı korunurken toprağın altında barındığı yerde iki kapı açması” şeklinde tarif eder ki, bu tarif tam da bu manayı destekler.
Kur’an’da farklı kiplerde üç yerde geçiyor hud’a kelimesi. Bakara 9, Nisa 142 ve Enfal 62’de. “Ha-de-a” fiilinden türemiş şekillerle yer alır bu ayetlerde hud’a. Yaptığım kısa çaplı araştırmada gördüğüm birçok meal “aldatma” şeklinde tercüme ediyor. Ama gerek siyak-sibak bütünlüğü içinde ayetlere baktığınızda gerek sebeb-i nüzulleriyle ele aldığınızda ve nihayet Kur’an’a bütüncül bakışla değerlendirdiğinizde ayetlerde kastedilen mananın “şaşırtma, yanıltma, şüpheye düşürme” olduğunu görürsünüz. Sadece bu fiilin Allah’a izafe edildiği yerde lazım-ı mana yerine “şaşırtma ve yanıltma teşebbüslerini boşa çıkaran” manası verilir ki doğrusu da budur. Zira burada Arap dili belagatinde yer alan “müşâkele” sanatı kullanılmıştır. Önemli bir başka nokta ise şu: Hud’a Bakara 9 ve Nisa 142’de münafıkların, Enfal 62’de ise kafirlerin vasfı olarak anlatılır.
TÜRKÇESİ, MUHATABI ŞAŞIRTMADIR
Bu bilgiler ışığında “el-harbu hud’atun” hadisinin Türkçe doğru manası şudur: “Savaş muhatabı şaşırtma, şüpheye düşürme, yanıltmadır.” Bir stratejiden, bir taktikten bahsediyor Allah Resulü (sas) burada. Yoksa gayri meşru yollara baş vurulan bir aldatmadan, kandırmadan değil. Çanakkale savaşında soba borularının mevzilere yerleştirildiğini ve top namlusuymuş görüntüsünü verildiğini okumuştum bir yerde. İşte hud’a tam manasıyla budur. Can pazarının kurulduğu ve düşmanın seni öldürmeye geldiği bir meydanda savaşı kazanma üzerine kurulu stratejide uygulanan verimli bir taktik. Çünkü amaç, can kaybını en aza indirgeme ve savaşı kazanmadır. Efendimizin (sas) Mekke fethi dönüşü Huneyn’e gittiği halde önceden çıkardığı müfrezelerle Medine’ye gidiyormuş izlenimi vermesi, bu kapsamda mütalaa edilecek bir başka örnektir. Mekke fethinde Mekke’ye girmeden önce ordunun sayısını çok göstermek için on bine yakın ateş yaktırması da bu cümledendir. Hepsinde de amaç, zaten son çare olarak başvurduğu bu mücadeleden zaferle çıkmak, can ve mal zayiatını önlemektir.
Önemine binaen tekrar edeyim; hud’a’dan kasıt muhatabı şaşırtma, yanıltma, şüpheye düşürmedir. Arapçaya vakıf olanların takdir edeceği bir şeyle bu cümlemi bağlayayım: Eğer Efendimizin (sas) kastı gerçekten aldatma, kandırma, tuzak vb. şeyler olsaydı bu manaları muhtevi “hile, mekr, keyd, tedlis, garar, giss” gibi kelimeleri kullanırdı. Zira bu kelimeler, aralarındaki küçük farklara rağmen söz konusu maksadı daha net ifade eder.
BİR BAŞKA ÖNEMLİ SORU: HARP NE DEMEKTİR?
Meselenin bir başka boyutu ise savaştır. Hadisi tekrar hatırlayalım: “el-Harbu hud’atun.” Harb, savaş demektir. Devletler arasında gerçekleşen ve diplomatik münasebetlerin gideremediği anlaşmazlığın vardığı son nokta. Fıkhî lieratürdeki en net kavramlarla ifade edecek olursam, ‘katl’in meşru sayıldığı ‘kital’in adıdır harp. Yani öldürmenin meşru olduğu karşılıklı çarpışmanın adıdır savaş. Ama savaş devletler ve bloklar arasında gerçekleşen topyekûn silahlı mücadeledir. Eğer bu durum bir ülke içinde büyük gruplar arasında olursa, ona da iç savaş denir. Savaşın meşru olması devlet otoritesinin evet kararına bağlıdır ve mutlaka savaş hukuku kapsamı içinde yer alan kaidelerle sınırlıdır.
“el-Harbu hud’atun” hadisine “Savaş hiledir” manası verip gayri meşru eylemlerine dayanak yapanlar, bir başka tabirle siyaseten, ahlaken, hukuken gayrimeşru eylemlerini meşrulaştırmak için hem de yanlış mana vererek bu hadisi kullananlar, aslında dinimize çok büyük zarar verdiklerinin umarım farkındadırlar. Kavramlarla oynuyorlar. İslam’ın yüz akı olan savaş hukuku adına getirdiği prensipleri çiğniyorlar. Kur’an, sünnet ve gelenek üçlüsünün toplamından oluşan mirası hoyratça harcıyorlar. Kendi ikbal hırsları uğruna kendi halkını düşman gören bir zihniyetle hareket ediyor ve çok rahatlıkla “savaştayız” diyebiliyorlar. İftira, suizan, gıybet, hakaret, haksızlık, insanın onur, şeref ve haysiyetini koruma gibi İslami, ahlaki ve evrensel değerleri geçtik, insanların hayatlarına kastediyorlar ve bunu, “Savaştayız ve savaş hiledir” ile izah edip vicdanlarını rahatlatıyorlar.
Çok boş konuşuyorsun; karşında meşru rekabeti savaş ile karıştıranlar var diyenleriniz olabilir. Haklısınız. Bu zihniyete ne söylenebilir ki? Ama biz bu yazıyla dinimize, “umurumda değil” diyenler de dahil milletimize, insanlığa, tarihe ve Allah’a karşı vazifemizi yerine getirmiş olalım. Bugün dünya, yarın ahiret. Nasıl olsa ahirette karşılaşacağız. İnanmıyor musunuz yoksa?