Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Halkın da, hakkın da desteği vardı
İzmir’deki ilk kamptan bahsederken, ilk gün ‘Başıma bu kadar talebeyi topladım. Ben bunlara ne yedirip içireceğim. Yurt idaresi normalde her sene yaz kurslarında bunların erzakını temin ederken şimdi destek vermiyor.” diye hayıflanan M. Fethullah Gülen Hocaefendi'ye Mustafa Birlik ve Mehmet Uslu Ağabeylerin verdiği âlîcenap cevabı söylemiştim. Gerçekten onların dükkanlarını satmalarına gerek kalmadı. Ekmek parasını merhum Ahmet Tatarî gönderiyordu, bilhassa Ayrancılar ve Torbalı taraflarından, domates, biber, patlıcan v.s, hatta meyveler geliyordu. Hatta Buca’nın kasaplarından bütün halinde koyun gönderenler oluyordu. Hiçbir zaman erzak sıkıntısı çekilmedi... Cenab-ı Hak büyük bir bereket ihsan ediyordu.
Yemek tarifini Hocaefendi yapıyor, nöbetçiler olarak bizler gerisini yapmaya çalışıyorduk. Bir gün nöbet sırası bendeydi. O gün de Kulalı Hacı Bekir Amca kampa ziyarete gelmişti. “Ben aşçılıktan anlarım, yardımcı olayım’ dedi. O gün yanımızdaki mandıradan süt almıştık, pirinçle, sütlaç yapacaktık. Süt ateşin üzerinde ısınıyordu. Hacı Bekir Amca, çok hacca ve umreye gitmiş; bana uzun uzun hatıra anlatmaya başladı bu arada biz dalmışız, süt yanmış. “Ne yapacağız?” dedim. “Kazan dibi yapacaktık deriz!.” dedi. Bunun üzerine Hocaefendi, verdiği dersi bitirmiş, bizim yanıma geldi. Hacı amca “Biz kazandibi yapacaktık!” demesine fırsat vermeden “Siz sütü yakmışsınız!” dedi ve ocağa doğru yürüdü. Hacı Amca bana dönüp, “Bu Hoca da hiç kül yutmuyor!” dedi… Zaten tatlıların çoğunu Hocaefendi kendisi yapardı.
Şunu da kaydetmeden geçmek istemiyorum. Kamplar bir mâneviyat eğitimi idi. Onbeş günde bir İzmir’e şehre indiğimiz olurdu, sanki başka bir âleme girmiş gibi olurduk. Nasıl manevi inzivadan, riyazat ve 40 günlük çilesini doldurmuş bir derviş o ruhanî âlemden nefsanî âleme geçince bir fark hisseder, bizler de ona benzer farklı şeylerin farkına varıyorduk…
Ben yine M. Fethullah Gülen Hocaefendi “Kamplarda Zaman” yazısının son bölümüne dönmek istiyorum:
“Kamplarda geçirdiğimiz o alabildiğine duygulu ve alabildiğine aydınlık dakikalar; bilhassa, ibadet, sohbet ve ders müzâkereleri esnasında öylesine renklenir, öylesine derinleşirdi ki, hepimiz âdeta uhrevîlerle kucaklaşır gibi olurduk. Cennet ceddimizin esas yurdu olması itibariyle, ruhlarımıza kendisini bir sıla hasreti içinde hissettirdiği gibi, biz de kampdaki saat ve dakikaları, âhiretin o olgun, ciddi, yumuşak iklimini ve bizi kullukta istihdam eden Zât’ın, bize olan vaadlerini tahakkuk ettireceğini bir nûr, bir ziya tayfları içinde duyar ve kendi kendimize: ‘İşte hayat böyle olur’ derdik.
“Ben böyle nurlu ve bereketli bir geçmişin ziyan olacağına inanmak istemiyorum. Zira, o günler, dar bir zaman dilimi içinde geçip-gitse de, bizim için bütün bir geçmişi rasat etme kuşağı ve bütün bir geleceğin de rüyalarının görüldüğü berzâhî haritalar olmuştu.
“Şimdi ruhumdaki her hâtırayı karıştırdıkça görüyorum ki, o yumuşak, şefkatli, sihirli, şiirli günler, hâlâ içimde dipdiri ve mevsim tanımadan tomurcuk tomurcuk açılan güller gibi hiç durmadan solar-solmaz hemen yeniden açılıyor, ruhumda en romantik duyguları tutuşturuyor ve zaman zaman hatıraları öyle canlandırıyor ki, kendimi hâlâ o üfül üfül ağaçların altında ağustos böceklerinin sesleriyle, nur soluklu, ışık soluklu talebelerin tesbih, temcid ve ilâhî sadâlarının birbirine karıştığını ve farklı bir koro teşkil ettiğini içimin derinliklerinde duyuyor ve burkuntu karışımı bir hazla tâli’ime tebessüm ediyorum.
“Kimbilir kampların bize açmadığı nice sırlar vardı!.. Biz onlardan düşünce ve tahayyül kuşağımıza girenleri yakaladık ve kırık-dökük arz etmeye çalıştık. Yine de onlar, benim için sonsuza kadar hayatın en renkli dakikaları olarak kalacaklardır.
“Eğer ötelere seyahatımızda, herkese birer birer hatıra götürme fırsatı verilseydi, şüphesiz ben, ilklerden başlayarak, kampların, o bahar çiçeklerine benzeyen pırıltılı, tılsımlı, hülyâlı mâvî hatıralarını alır götürürdüm…
“O günleri bizimle beraber yaşamayanlara, kampların hülyâlı iklimi anlatmanın çok zor olduğunu bildiğim halde, yine de anlatmak istedim. Kimbilir, belki de bendeki bu anlatma hissi, anlatma kabiliyetimin yetersizliğini görüp de, o günleri gerçek buudlarıyla dile getirebilecek istidadları, kampları araştırmaya sevk etmek için olmuştur. O kadarcık olsun, yararlı olduysam, kendimi bahtiyar sayarım.”
M. Fethullah Gülen Hocaefendinin bu yazıda geçen; “Ben, böyle nurlu ve bereketli bir geçmişin ziyan olacağına inanmak istemiyorum. Zira, o günler, DAR BİR ZAMAN DİLİMİ içinde geçip-gitse de, bizim için bütün bir geçmişi rasat etme kuşağı ve BÜTÜN BİR GELECEĞİN DE RÜYALARININ GÖRÜLDÜĞÜ BERZÂHÎ HARİTALAR olmuştur.” İfadeleri pek çok şeyin bir şifresi hükmündedir. İzmir’deki ilk kamp hayatı 1968-1970 yılları arasında yaşanmıştır. Sızıntı yazılarını Hocaefendi 1979’da yazmaya başlamıştır. Derginin başyazılarında ve daha sonraki sözleri arasında, bugünleri aynen anlatan ifadeler var. Hayatının bir şerit halinde geçtiğinin bir yerde bu şeritin koptuğunun ifşası hükmünde dar dairede anlattıkları var. Anladığım kadarıyla bu hal kamplarda yaşandı ve daha sonra parça parça yazılarına ve konuşmalarına aksetti…
Cenab-ı Haktan kendisine sıhhat selamet ve hayırlı uzun ömürler diliyoruz.