ALLAH VE HÂDİSELER KARŞISINDA PEYGAMBERÂNE DURUŞ
Kendini Hakk’a adayıp da Allah’a dayanan insan, yürür vazife ve sorumlulukları istikametinde dönüp arkasına bakmadan. Bilir o nasıl bir kuvvete dayandığını ve kimin hesabına hareket ettiğini. Emindir hedefinden, yürüdüğü yolun doğruluğundan ve yol boyu bir lâhza olsun yalnız bırakılmadığından/bırakılmayacağından. Bu itibarla da o, hiç mi hiç fikrî, hissî dağınıklığa düşmez, teşevvüş ve tereddüt yaşamaz; mükellefiyetlerini derin bir şuur ve hassasiyetle yerine getirmeye bakar; sonra da ciddî bir iç huzuruyla neticeyi Allah’tan beklemeye koyulur; koyulur ve şe’n-i Rubûbiyet’in gereklerine karışmamaya fevkalâde özen göstererek hareket ve faaliyetlerini sadece ve sadece Hak hoşnutluğuna bağlar. O’nun rızasını “olmazsa olmaz” bir esas kabul ederek elinden geldiğince bunun dışındaki bütün değerlere karşı kapanır ve sürekli nefsinin isteklerinden uzak durmaya çalışır. Bir gün gidip yollar bütünüyle sarpa sarınca ve ufuklar kararıp her yanda telâş ve endişe uğultuları duyulunca da, ne yürüdüğü yola kahreder, ne panikler ne de geriye döner; “Hakk’a dayanır, sa’ye sarılır, hikmete râm olur.” ve Hazreti Nuh gibi “Yâ Rab yenik düştüm; nusretinle teyit et.”[1] der ve bütün samimiyetiyle O’nun hıfzına, riâyetine sığınır ve O’nun lütfedeceği çıkış anını ve çıkış noktasını beklemeye koyulur.
Hak yolunda bulunmak, herkese Hakk’ı anlatıp Hakk’ı duyurmak ve yoldakilere yol âdâbıyla alâkalı rehberlikte bulunmak bir ibadet olduğu gibi her şeyi Allah’tan beklemek, beklenmesi gereken hususlarda zamanın çıldırtıcılığına karşı dişini sıkıp sabretmek de bir ibadettir. İnsan bazen, daha ilk hamle, ilk hareket ve ilk şahlanışta hemen tevfîke mazhar olur ve aradığını bulur. Bazen de bir ömür boyu küheylan gibi koşar durur da görünürde hiçbir şey elde edemez. Ne var ki o da sonuçta sabrıyla, ikdâmıyla ve niyetiyle kurtulur…
Bazen dünyevî hâdiseler ve dünyalılar yol vermezler insana; bazen de başa gelenler, altından kalkılmayacak şekilde çetin cereyan eder; eder de yıllar hep Muharrem gibi gelir geçer ve yollar gider Kerbelâ’ya takılır. Ne var ki, Hak’tan fermanlı gönüller, görüp duydukları bu şeyler karşısında ne sarsılır, ne sendeler ne de tereddüde düşerler. Her hâdiseyi müteâl iradenin bir muamelesi kabul ederek, başa gelenleri imtihan sayar, imtihanları tevekkül ve teslimiyetle göğüsler, yolunu kesen töre bilmezlere insanlık dersi verir, her hareket ve davranışını ötelerden gelen emirlere uyma inceliğiyle değerlendirir; bir gözü kendi tavırlarında diğeri o müteâl kapının aralığında yürür himmetini dağıtmadan yücelerden yüce hedefine doğru –Hak rızası olan o hedefe canlarımız kurban olsun– ve hayallerini bile her zaman pâk tutar ağyâr düşüncesinden.
İşte bu çerçevedeki bir sadakat erinin sevda ölçüsünde tek bir derdi vardır; o da, herkesin Allah’ı bulup O’na yönelmesi, değişik kulluklardan kurtulup sadece O’nun bendesi olması.. dur-durak bilmeden dolaşır çarşı-pazar ve sesi-soluğu gönlüne tercüman, bozulmamış her vicdanın kabulüne açık bir üslûpla sürekli inler durur; inler durur ve önüne gelen herkese:
“Vatandaşlarım, gelin yalnız Allah’a ibadet edin; edin ki sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur. Bunu yapmazsanız müthiş bir günün azabının gelip tepenize ineceğinden korkarım.”[2] (Bu iniltiler Nuh Nebi’ye ait nevhalardan sadece bazıları..);
“Ey kavmim, sadece ve sadece Allah’a kullukta bulunun; sizin O’ndan başka bir mâbudunuz yoktur. Hâlâ O’na karşı gelmekten sakınmayacak mısınız?”[3] (Bunlar da Hûd Peygamber’in çığlıkları..);
“Ben size gönderilmiş güvenilir bir elçiyim; şimdi Allah’a karşı gelmekten sakının da beni dinleyin! Ben bu hizmetimden ötürü de sizden herhangi bir ücret istemiyorum. Benim ücretimi verecek olan Rabbülâlemin’dir.”[4] (Bu samimî ifadeler de o adanmış ruhların müşterek beyanı..) der, her zaman gönlünün nağmelerini duyurur ya da duyuranların yardımına koşar; koşar da: “Ey kavmim, uyun o elçilere, uyun ki, hizmetleri karşılığında sizden bir ücret istemiyorlar ve kendileri de dosdoğru bir yoldalar. Hem ne oluyor ki bana, ibadet etmeyeyim o beni Yaratana? Ve zaten hepimizin dönüşü de O’na. Ben, Cenâb-ı Hak dilemeyince, hiçbir zarar vermeyecek olan ve şefaatleri de bir işe yaramayan, nihayet beni kurtaramayan kimseleri mâbut edinir miyim?. Edinirsem, o zaman apaçık bir sapıklık içindeyim demektir. Şimdi iyi dinleyin; ben o herkesin Rabbi Rabbimize iman ediyorum.” der ve ardından ona “Haydi buyur Cennet’e.” fermanı gelir (şehit edilir). O ise (derin bir civanmertlik hissiyle) “Âh keşke halkım, Rabbimin beni affedip ikramlara mazhar kıldığını bilselerdi!”[5] şeklinde mırıldanarak, Allah ve onlar karşısında tavır ve duruşunu ortaya koyar. (Gökte meleklerin soluklarına denk bu gönül çığlıkları da, menkıbelerin “Habibüneccâr” diye naklettiği koçyiğite ait.)
Bir de firavun hanedanı içinde meçhul mü’min vardır ki, ben onun o gürül gürül sesini ne zaman duysam yüreğim hoplar. Bu aslan yürekli yiğit: “Ne o, yoksa bir insan (Musa Aleyhisselâm) Rabbim Allah’tır dediği için onu öldürecek misiniz?”[6] diye söze başlar.. en beliğ nasihatlerle insanî duygu ve düşünceler üzerinde sûr sesi gibi tesir icra edecek beyanlarda bulunur.. sinelere haşyet salar.. bazı ruhlar üzerinde korkunç bir ürperti, bazıları üzerinde de inşirah hâsıl eder.. ve sonra da söylemesi gerekli en önemli hususu yiğitçe haykırır: “Şüphesiz, sizin beni tapmaya çağırdığınız putların, böyle bir çağrıya değer hiçbir yanları yoktur. Hepimizin dönüşü Allah’adır (ve o gün) haddi aşan mütecavizler Cehennem’i boylayacaktır. Zamanı gelince benim bu söylediklerimi hatırlayacaksınız. Artık ben şimdilik işimi Allah’a havale ediyorum; şüphesiz Allah kullarını görüp gözetendir.”[7] ifadeleriyle de sözlerini noktalar.
Onun/onların bu çerçevedeki civanmertliklerine bazen dalâlet ve sefahet diyen, bazen onları yurtlarından yuvalarından çıkarma ile korkutan, bazen intisap edenlerin ellerini, ayaklarını kesme tehdidinde bulunan, bazen inananları toptan hor ve hakir gören, bazen nebilerin peygamberâne tavırlarını putlar tarafından çarpılmaya bağlayan, bazen bu mürşitleri taşa tutacaklarından söz eden ve hemen her zaman “Siz de bizim gibi birer insansınız..” diyerek onları hafife alan olabildiğine azgın, küstah, saygısız, mağrur ve bencil o kin, nefret, öfke yığınlarına karşı bu azim ve irade insanları, hep kararlı davranmış ve gürül gürül konuşmuşlardır:
“Ey kavmim, eğer aranızda bulunmam ve Allah’ın âyetlerini hatırlatmam size ağır geliyorsa, bilmiş olun ki ben yalnız Allah’a güvenip dayanmışım. Şimdi siz, Allah’a ortak koştuğunuz bütün putlarınızı da toplayıp bir karar birliğine varın (varın da, yapmak isteyip yapamadığınız) şeyler içinize dert olmasın.. sonra da aman vermeyin bana, ne yapacaksanız yapınız.”[8] (Bu duruş ve bu gürül gürül ses Tufan Peygamberi’ne ait..);
“Allah bizi, sizin o bâtıl ve sapık anlayışınızdan kurtardıktan sonra, kalkar da tekrar sizin o çarpık tefekkürlerinize dönersek, Allah’a karşı apaçık bir iftira yolunu seçmiş oluruz. Allah göstermesin, böyle bir şeyi yapmamız asla söz konusu değildir. Biz yalnız Allah’a güvenir, Allah’a dayanırız. Şimdi ey Rabbimiz, Sen bizimle kavmimiz arasındaki problemi çöz; hakkı izhar buyur. Sen problemleri en iyi çözensin.”[9] (Bu meydan okuyuş da nebiler hatibi Şuayb Peygamber’den..);
“Ben Allah’ı şahit tutuyorum, siz de şahit olunuz ki ben sizin Allah’a eş-ortak koşageldiğiniz putların hiçbirini tanımıyorum. Şimdi hepiniz birden, hem de hiç göz açtırmadan bana ne isterseniz yapınız. Ben, sizin de, benim de Rabbim olan Allah’a güvenip dayandım.”[10] (Bunlar da Hûd Nebi’nin tavırlarını aksettiren beyanlar);
“Ey kavmim, şimdi eğer ben Rabbim’den gelmiş delillere dayanıyorsam; O da nezdinden bana güzel bir rızk ve nasip lütfetmişse, (sizin dediğiniz gibi davranırsam) O’na nankörlük etmiş olmam mı? Hem ben sizi nehyettiğim konularda (sözlerime) muhalif hareket etmeyi de düşünmüyorum. (Aslında) benim istediğim bir tek şey var o da, gücüm yettiğince toplumu ıslah etmektir. (Bu konuda) muvaffak kılacak da yalnız Allah’tır. Onun için ben de yalnız O’na dayanıyor ve O’na yöneliyorum.”[11] (Bu da Şuayb Peygamber’den belâgat örneği bir ikaz…);
“Onların peygamberlere “Siz de bizim gibi birer beşersiniz.” demelerine karşılık, onlar da: “Evet (dediler), biz de sizin gibi beşerden başka bir şey değiliz; ne var ki Allah, peygamberlik nimetini kullarından dilediğine ihsan eder. Biz, Allah’ın izni olmayınca bir harika gösteremez ve bir mucize de izhar edemeyiz. (Bizim gibi) iman edenler sadece Allah’a dayanıp O’na güvenirler. Hem biz, neden Allah’a tevekkül etmeyelim ki, yürüdüğümüz bu doğru yolu bize O gösterdi. Öyle ise biz de, sizin vereceğiniz her türlü sıkıntıya sabredip katlanacağız. Zaten, tevekkül edenler yalnız Allah’a tevekkül ederler.”[12] (Bu da, Nuh, Hûd, Salih gibi yüce nebilerin o ulü’l-azmâne duruşlarından bir kesit).
İş bütün bütün tahammül-fersâ bir hâl alınca, bu defa da bütün benliğiyle Allah’a yönelir ve: “Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına mâruz bırakma, affet bizi; Sen Azîz ve Hakîm’sin.”[13] (Bunlar da peygamberler babası Hazreti İbrahim’den yoldakilere bir demet teslimiyet mesajı).
Aslında, iradeleri sağlam, duruşları da yerinde bu gönül insanlarının hemen bütünü hep aynı hedefi kollamış, aynı çizgide hareket etmiş ve aynı değerlere saygı duymuşlardır. Onların duygu, düşünce ve davranışlarında hep aynı şeyler nümâyan, mesajlarında da aynı dava ve davet birliği göze çarpmaktadır. Ayrı ayrı devir ve ayrı ayrı coğrafyalarda neş’et etmiş olmalarına rağmen, hemen hepsinin de aynı misyonun temsilcileri olduğu açıkça müşâhede edilmektedir. Bunların en bariz özellikleri ise, hemen bütün faaliyetlerini Allah’ın rızasına bağlı götürmeleri, mücadelelerinde sadece ve sadece O’nun kudret ve inayetine dayanmaları ve O’nun sıyanetine sığınarak O’nun namına hareket etmeleridir.
Bu kudsîlerin asıl vazifelerine gelince, o da insanları küfür ve dalâlet karanlıklarından kurtararak imanın aydınlığına çıkarmak, ruhları uyararak gönüllere Hakk’ı duyurmak, eşyanın perde önü ve perde arkasını olduğu gibi göstererek dimağlardaki şüphe ve tereddütleri gidermek, varlığın yüzüne nurlar saçarak onun bir kitap gibi okunmasını, bir meşher gibi temâşâ edilmesini sağlamak, bir sanat eseri olarak onu yorumlayıp resmetmek, sonra da çağın idrak ufkuna göre seslendirmek ve bu fâni güzergâhı, bâki âlemlerin bir basamağı, bir köprüsü, bir mezraası, bir pazarı hâline getirmektir.
Bu hususların bir bölümünü ifade sadedinde Kur’ân, Efendiler Efendisi’ne: “Bu Kur’ân, Rabbinin izniyle insanları, karanlıklardan nura çıkarman ve o üstün kudret sahibi olan, her icraatıyla övgüye layık bulunan Allah yoluna iletmen için sana indirdiğimiz bir kitaptır.”[14] ferman etmekte ve bize peygamberlik misyonunun bir çerçevesini sunmaktadır. Bu konuda Efendimiz yalnız da değildir; Hazreti Âdem’den Hazreti Musa’ya, O’ndan da Hazreti İsa’ya kadar hemen her nebi aynı hizmeti görmüşlerdir. Kur’ân aynı sûrede mevzuu Hazreti Musa’ya bağlayarak şöyle buyurur: “Doğrusu Biz, milletini karanlıklardan aydınlığa çıkarsın ve onlara Allah’ın (gelecekteki farklı ve önemli) günlerini hatırlatsın diye Musa’yı da âyetlerimizle gönderdik.”[15]
Gerçi, çok ciddî bir sorumluluk duygusu, sarsılmaz bir irade ve sağlam bir karakter isteyen bu yüce misyonun temsilcileri de tıpkı bizim gibi birer beşerdirler; ama azimli, imanlı, olabildiğine doğru; son derece emin, vazifelerinin şuurunda, Hak rızası konusunda fevkalâde hırslı, günahlara karşı her zaman dimdik ve kararlı ve insanları doğru yola çağırmayı da tutku şeklinde yaşayan farklı birer beşerdirler.. dur-durak bilmeden “irşad” der koşar, her zaman vazifelerini derin bir iştiyakla yerine getirir, bıkma, usanma nedir bilmez, sorumluluklarını fevkalâde bir hassasiyetle yerine getirmenin yanında, kat’iyen şe’n-i Rubûbiyet’in gereklerine karışmaz; neticenin hesabıyla asla meşgul olmaz, sadece ve sadece Rabbin teveccühünü beklerler. Hidayeti de, dalâleti de Allah’tan bilir –şart-ı âdî planında iradenin müessiriyeti mahfuz– fermanın O’na ait olduğunu itiraf eder, O’nun hükmüne ve kazasına bin can ile inkıyatta bulunurlar. Bunlar, şer’î ve tenzilî hususlara olabildiğince riayetin yanında, tekvinî emirleri görüp gözetmede de fevkalâde titiz davranırlar. Bunların; hem Kur’ân, hem kâinat, hem muhatapları hem de Rabbileri karşısında olabildiğine sağlam ve tutarlı bir duruşları vardır; bu duruş, fevkalâde “ulü’l-azmâne” ve seçkinlere has bir duruştur.
Bu seçkin kimselerin himmetleri öylesine yüksektir ki, ne elde ettikleriyle yetinirler ne de kaçırdıkları fırsatlarla ye’se düşer ve paniğe kapılırlar. Başarılarını Allah’tan bilir, falsolarını nefislerine verir, her zaman düz durur ve devrilmemeye çalışırlar. Ezkaza bir sarsılma söz konusu olursa, hemen doğrulur ve yollarına devam ederler. Ne dünyevî imkânlardan kazandıklarıyla aşırı sevinip çılgınlığa girer ne de kaçırdıkları imkânlardan ötürü tasa ve keder yaşarlar. Bütün mazhariyetlerini Hak’tan bilir ve bir yandan imtihan ediliyor olabilecekleri mülâhazasıyla tir tir titrerken, diğer yandan da bütün iyilikleri, güzellikleri O’na bağlayarak, O’nun huzur-u mehabetinde her zaman saygıyla iki büklüm bulunurlar. Onların bu sağlam duruşları karşısında da Allah, bu seçkinlerden seçkin kimseleri asla yalnız bırakmaz; onları dünyada nusretiyle teyit ederek “Yeryüzü Mirasçıları” olmakla şereflendirir; ahirette de, “Cennetü’l-Firdevs”in vârisleri kılar. İşte şahidi: “Şu bir gerçektir ki Biz, zikirden (Tevrat) sonra Zebur’da da: “Dünyaya salih kullarım vâris olacak.” (ve dünya onların rengine boyanacaktır şeklinde) yazdık.”[16]; “İşte gerçek mirasçılar bunlardır.. ve bunlar Firdevs cennetlerinde ebedî kalacak olanlardır.”[17]
Bu yüce kâmetlerin iç dinamikleri ve misyonlarının çerçevesi ayrı bir makaleye konu teşkil edecek kadar geniş olduğundan ve müstakillen tahlil edilmesi gerektiğinden konuyu şimdilik burada noktalamak istiyorum.