Hacı Kemal’in Hikayeleri ile Büyüdük

Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak, bu haftaki yazısında Hizmet Hareketi'nin öncü isimlerinden Hacı Kemal Erimez ağabeyi yazdı.

SHABER3.COM


Hacı Kemal’in Hikayeleri ile Büyüdük
Mevsim bahar.
Ramazan’da mânevî bahar mevsimi…
Bahar içre bahar…
Oturduğum kasabanın yakınında Belevi adında küçük bir belde var.
Her akşam teravihe giderken bu şirin beldeden geçiyoruz.
Bu sevimli belde, bu mevsim çok güzel oluyor. Yolların iki yanlarında sıralanmış badem ağaçları, sevgililerine gitmek için süslenmiş gelinler gibi çiçekli dallarından dökülen bahar gülücükleri ile gelip geçenleri selamlıyorlar.
Ne zaman bu şirin beldeden geçsem, bir mart günü aramızdan ayrılan Hizmet Hareketi’nin yeri doldurulamaz destansı kahramanlarından biri olan Hacı Kemal Ağabeyi hatırlıyorum.
Bir kuşak onun hikâyeleriyle büyüdü.
Hocaefendi'yi tanıdıktan sonra memleketi Aydın Belevi’deki binlerce dönüm zeytinlikleri ile ilgilenmedi, kendini hizmete adadı.
 Zamanını olur olmaz şeylerle zayi etmedi. Ömrünü Allah yolunda geçirdi.
“Okul Adam” unvanını alarak bu dünyadan göçtü.
 Geride çok güzel hikâyeler bıraktı.
Geçen yaz bulunduğumuz şehre kalabalık bir misafir grubu gelmişti.
Misafirlerin arasında Murad Bey adında Kırgız bir öğretmen de vardı.
Tanışırken Murad Bey “Ben Ukrayna’daki okullarda görev yapıyorum” dedi.
“Ukrayna’da savaş var” dedim.
“Savaş da devam ediyor okullarda” dedi.
 Üniversiteden mezun olunca babam beni devlete yerleştirmek istedi.
 Babam milletvekilliydi. Annem de öğretmen.
Anneme “Ben öğretmen olacağım,” dedim.
 Annem '‘Çok mu istiyorsun?’ dedi. 
“Türkiye’den gelmiş olan ağabeyler öyle istiyor, onları kırmak olmaz, onlar bizim için buralara gelmişler.” dedim.
“Tamam, ben babanı ikna ederim.” dedi annem.
 Bir telefon geldi: “Yarın okul başlıyor, Karakol şehrinde olman lâzım.”
 “Yahu daha bugün tebliğ ettiniz” dedim.
 Bazen gülmekten kendimi alamıyorum; o kadar amatör bir ruh ama bir o kadar da samimi.
O zamana kadar Türk okullarında sadece Türk öğretmenler görev yapıyordu.
İlk Kırgız öğretmenler biz olduk.
Annem, Karakol şehrine gitmek üzere bavulumu hazırlarken, ‘Oğlum, seni bu dağların ardına gönderiyorum. Allah yolunu açık etsin,’ dediğinde, gözyaşlarını gizlemek için yüzünü çevirmişti. O an, Kırgızistan’ın buzlu rüzgârları bile annemin sıcak duasıyla ısınmıştı sanki.
Bizim köyümüz çok güzeldi. Cennet gibi bir yerdi.
Dağlardan akıp gelen sular, bizim köye gelince birleşiyor ve koca bir nehir oluyor.
İlkbaharda sular çoğalıyor.  Yukarlardan dökülen suların çağıltıları yeri göğü inletiyor.
 Köyümüzü çevreleyen dağlar, ceviz ormanlarıyla kaplı. Ulu ceviz ağaçlarının arasından coşkunca akan su sesleri, kuş cıvıltıları, rüzgarların uğultuları, ceviz ormanlarının raksları arasında büyüdüm ben.
Köyden ayrılmak hiç de kolay olmadı.
Veliler, İngilizce dersine bir Kırgız öğretmenin gireceğini duyunca isyan ettiler.
 İlla Türk verecek dersi.
 “Velilere bana dört ay hak verin” dedim. “Bırak derseniz bırakırım, memnun olursanız devam ederim.’
  Dört ay sonra yeniden topladım velileri: “Biz çok memnunuz, devam et.” dediler.
 Dört yıl çalıştım Karakol şehrinde.
Sonra sırasıyla, Bişkek, Issık Göl, Talas kolejlerinde çalıştım.
Bir gün Okulların Yönetim kurulu başkanı beni çağırdı:
“Milli Eğitim Bakanı seni istiyor” dedi.
“Siz nasıl isterseniz” dedim.
 Fergana bölgesindeki Oş şehrine milli eğitim müdürü oldum.
2018 yılıydı.
Yönetim kurulu başkanı yeniden çağırdı:
 “Ne yapıyorsun ne ediyorsun?”
 “İyi ağabey, çalışıyoruz.?” dedim.
 Sonra yine: “Ne yapıyorsun ne ediyorsun?”
“İyi ağabey, çalışıyoruz.”
 Üçüncü kez aynı soruyu sorunca: 
 “Abi, neyse söyleyin” dedim.
“Ukrayna’daki okulların başındaki yöneticiler ülkeden çıkmak zorunda kaldılar.  Birkaç Türk öğretmen var ama onların da yöneticilik sertifikaları yok.” dedi.
“Tamam, giderim” dedim, “Biz bu günler için varız.”
Ukrayna’da beni karşılayan bile olmadı. Abiler haklıymış; kimse kalmamış. İlk defa böyle bir şey yaşıyordum.
 Çıkabilen çıkmış. Birkaç Türk arkadaş kalmış.
2022 Şubat’ında Rusya-Ukrayna savaşı patladı.
O günden sonra ardı arkası kesilmeyen acı siren sesleri evlerdeki, yüreklerdeki acıları ve korkuları göklere taşımaya başladı.
Füzeler, roketler, patlamalar eksik olmadı.
Eşim ve dört çocuğumla yüksek bir binanın 16. katında oturuyoruz.
Günde dört saat elektrik veriliyor. Roket bir kere öldürüyor. Elektrik kesintisi her gün öldürüyor.
 Su yok, gece karanlık, asansör çalışmıyor…
Gece yarısı siren sesleriyle uyandığımızda, çocuklarımızın gözlerindeki korkuyu söndürmek için ne yapacağımız şaşırıyoruz.
 Odamıza dolan savaş ışıkları, duvarlarda korkunç gölgelere dönüşüyor. Eşimle birbirimize bakarken, ‘Acaba sabaha çıkabilecek miyiz?’ sorusu gözlerimizde asılı kalıyor.
O anlarda hep Hacı Kemal Ağabeyi hatırlıyorum.
Savaş başkente doğru yaklaşınca kimseye “Kal” diyemedik.
 İlk günler çok şiddetliydi. Evin önünden tank geçiyor, sağlı sollu vura vura gidiyordu.
Özel okulların %96’sı kapandı. Yabancı özel okul kalmadı.
12 milyon insan çıktı.
 Çoğu da varlıklı insanlar.
Böyle bir durum olduğunda önce varlıklı insanlar çıkıyor.
Ben yerli ve Türk öğretmenleri tek tek uğurladım.
Uğurladığımız her öğretmen bize, “Siz de bir an önce çıkın” diyordu.
“Ben de yolunuz açık olsun,” diyordum.
Bir gün istihbarat beni çağırdı:
“Niye buradasın, niye gitmedin?”
 ‘850 öğrenci, 1700 veli şu kadar çalışan… Ben nasıl bırakır giderim? Bir öğrenci bile kalsa mezun eder, öyle giderim.”
 Onlar benim bu sözlerime çok sevindiler.
 Birkaç gün sonra mezuniyet törenimiz var: Bize bombasız, roketsiz bir mezuniyet sağlayın” dedim.
 Mezuniyet töreninde, ellerine diplomalarını alan öğrenciler yeni ufuklara kanatlanan kuşlar gibi sevindiler.
Bombaların gölgesinde elinde diploma tutan bir kız öğrenci, ‘Murad Hocam, siz olmasaydınız biz bugünü göremezdik,’ dediğinde, gökyüzünden düşen bir yıldızı avuçlarımda hissettim.
O an, Hacı Kemal’in hikâyesinin bir devamı olduğumu anladım.
Bir gün eşimle birlikte en son arkadaşı ve eşini de uğurladık.
Otobüsün tekerleri yavaş yavaş dönmeye başlayınca ayrılık da bir mendil gibi sallanmaya başladı otobüsün camında.
 Son yolcu da gitmişti.
Eşim ‘’Sen gitmeyeceksin” dedi.
 “Nerden anladın?” dedim.
“Sen hiç kimseye çıkacağım” demedin.
 “Ben gitmem ama senin kararına da saygılıyım” dedim.
“Bu bana yapılmış büyük bir hakarettir” dedi eşim, “Ben seni nasıl bırakır giderim?”
Eşim öyle söyleyince öyle rahatladım ki anlatamam. Gözümde bir kat daha büyüdü.

 Bu yolu biz seçmiştik, yolun taşına dikenine katlanacaktık.
Eşime: “Allah senden razı olsun” dedim. “Hani Bedir gecesi ay ışığının aydınlattığı çölde üç yüz kişi tek bir yürek, tek bir dil olmuş, Allah’a yalvarıyordu. Nebiler Sultanı, ayın aydınlığında dinlenen çölün ortasında ellerini, yıldızları avuçlarcasına kaldırıyor, Rabbine yalvarıyor: “Allah’ım! Şu bir avuç insanı da yok edersen, yeryüzünde sana kulluk yapacak kimse kalmayacak.” diyordu.
 Biz de bırakıp gidersek, buradaki bütün kurumlar kapanır, öğrenciler, veliler perişan olur.
Burada çeyrek asırlık bir emek var.
 Kazanılmış gönüller var.
Diyaloglar var. Okullarımız var. Öğrenciler var, veliler var. Bize inanmış insanlar var.
Bu birikimi, bu insanları bırakamayız.
Onun için biz gidemeyiz.
Tacikistan’da iç savaş başladığı yıllarda Hacı Kemal Ağabeye yetkililer, “Çıkmanız lâzım can tehlikeniz var” diyorlar.
Hacı Kemal Ağabey, “Biz buralara dönmeye değil ölmeye geldik” diyor. “Bu zor günde sizi bırakıp gidemeyiz”
Hacı Kemal Ağabey’in hikâyesi, bir çınar ağacı gibi dallanıp budaklandı. Bizler onun gölgesinde büyüdük, şimdi başka topraklara tohum olduk.  
Savaş biter, insanlar unutur belki… Ama bir öğretmenin yüreğine düşen tohum, asla ölmez.
Çünkü ‘insanın en büyük mirası, geride bıraktığı hikâyelerdir.’
Biz Hacı Kemal’in hikâyeleriyle büyüdük.

 













<< Önceki Haber Hacı Kemal’in Hikayeleri ile Büyüdük Sonraki Haber >>
ÖNE ÇIKAN HABERLER