Mehmet Ali Şengül / samanyoluhaber.com
Gurbet ve Kurbet
Gurbet; gariplik, yabancılık, vatanından, yurdundan ve yuvasından ayrı düşmektir. Efendimiz Hz.Muhammed (sav); “Gurbette garip olarak ölmek şehitliktir” (İbn-i Mâce) ve “İslam garip olarak başladı. Başladığı gibi yine garip olarak dönecektir. Öyleyse ne mutlu o gariplere!” (Müslim, Tirmizi) buyurmuşlardır. Görülüyor ki, mü’minin yaşadığı gurbetin, onu şehitlik mertebesine çıkarabileceğine dikkat çekilmektedir.
Bu hususla alakalı Allah Resûlü (sav), “Allah nezdinde kulların en sevimlisi gariplerdir” buyurmuş; kendisine ‘garipler kimlerdir?’ diye sorulduğunda da; “Dinlerini rahat ve huzur içinde yaşama adına halktan uzaklaşabilenlerdir ki onlar, kıyâmet günü Meryem oğlu İsa (as) ile haşrolacaklardır” açıklamasında bulunmuştur. (ibn-i Kayyım el Cevziyye)
Gurbet, kurbete -Allah’a, O’nun rızâsına yaklaşmaya- vesîle olabilir. Zîrâ, Abdullah ibni Ömer’in (ra) rivâyetiyle Efendimiz (sav); “Cenâb-ı Hak nezdinde kulların en sevimlisi gariblerdir” buyurmuşlardır.
Garib, sâdece yurdundan yuvasından uzak kalan, çoluk çocuğundan ayrı düşen değildir. O, hâlinden anlaşılmayan, çevresi tarafından yadırganan, alay edilen, yüksek idealleri, fizik ötesi âlemlere ait düşünceleri, başkalarına ait fedâkarlıkları bilinmeyenlerdir.
Allah Resûlü’ne (sav) başka bir zaman ‘garib’ kimdir diye sorulduğunda; “Onlar sâlih insanlardır, kalabalık içinde azdırlar. Onlara isyan edenler, itaat edenlerden daha çoktur. Onlar, insanların ifsat edip bozduklarını, ıslah edip düzelten kimselerdir.” (Ahmed ibni Hanbel) buyurmuşlardır.
Efendimiz (sav); “Benden sonra insanların ifsat edip bozdukları sünnetimi, ıslah edip düzeltecek olan o gariplere ne mutlu! Garipler, sünnetimi ihyâ eden ve onu insanlara öğretenlerdir” (Tirmizi) buyurmuşlardır. Zîrâ, fert ve toplumun ıslâhı, sünnetin ihyâ edilmesine bağlıdır.
Âl-i İmran sûresi 104. âyette; “Ey müminler! İçinizden hayra çağıran, iyiliği yayıp kötülükleri önlemeye çalışan bir topluluk bulunsun. İşte selâmet ve felahı bulanlar bunlar olacaklardır” buyrulmaktadır.
İnsanların bilmedikleri bir şeyi yaşamaları düşünülemez. İnsanlar, gerçekleri bilmiyorlarsa, bildikleri gibi yaşayacaklardır. O zaman kendilerini de ıslahçı gibi göreceklerdir. Kötülüğe âlet olurken, iyiliği emrettiklerini iddia edeceklerdir.
Bakara sûresi 11.âyette; “Ne zaman onlara: ‘Yeryüzüne fesat saçmayın!’ denilse, ‘Biz sâdece barışçıyız, ortalığı düzeltmekten başka işimiz yok!’ derler” buyrulmaktadır.
Gerçek doğru; mülkün hakîki sâhibi Allah’ın Kelâmı Kur’an-ı kerim ve hâtemü’n Nebi olarak Kur’an’la tescillenen Nebîler Sultânı Hz.Muhammed’in (sav) Sünneti’dir. Bunlara ek olarak, icmâ-ı ümmet ve kıyâs-ı fukahâ’dır.
Öyle ise mü’minler; dâvây-ı İslâm’ı, Kur’an ve Sünnet idealiyle yaşamalı ve yaşatma gayreti içinde bulunmalıdırlar. Allah nezdinde ifsat; ne kadar merdut, müfsit ve mel’un ise, ıslah için gayret ve muslih de, o derece makbul ve mûteberdir.
Hûd sûresi 117.âyette Allah (cc); “Rabbin, halkı dürüst hareket eden, hem kendi nefislerini hem de birbirlerini ıslaha çalışan diyarları, haksız yere aslâ helak etmez” buyurmaktadır.
Gariplerin arkasında Allah (cc) vardır. İnsan garipse, sâhibi Allah’tır. Çünkü onlar, sünnetin ihyâsı ve toplumun ıslâhı için çalışırlar. Aynı zamanda onlar, içinde yaşadıkları toplumun mâruz kalabileceği bütün belâ ve musîbetlere karşı da paratonerdirler.
Allah Resûlü’nün (sav) müjdelediği bu garipler; îman ve takvâda, hayır ve hasenatta hep insanların önünde bulunan Allah’ın has kullarıdırlar. O garipler; îmanda, takvâda ve hayırda yarışan, kendilerini Hakk’a adamış kimselerdir.
Aslında has kullar için, gurbet ve gariplik yoktur, söz konusu edilmemelidir. Hz.Musa (as), “Yâ Rabbi! Tek başıma yalnız, hasta ve garip bir kulun olarak huzurundayım” deyince Cenâb-ı Hak da; “ Ya Musa! Yalnız olan benim gibi dostu olmayan kimsedir. Hasta olan, benim gibi takibi bulunmayan kimsedir. Garip ise, benimle arasında hiçbir muâmelesi olmayan kimsedir” buyurmuştur.
İlk yıllar itibâriyle İslâm’ı kabul edenlerin sayısı azdı. İslâm dini, kimsesi olmayan, sâhipsiz bir insan gibiydi. Başlangıcında büyük ve derin bir gurbet yaşayan İslâm, kimsenin tahmin edemeyeceği bir hızla güçlenmiş ve çevreye yayılmıştı.
‘Bir insan, dînî duygu ve düşüncesini ifâde edecek, ümidini inkişaf ettirecek bir ortam bulamıyorsa, o insan garip yaşıyor, din de gurbet içinde demektir.’
Dinin garipliği, inananların olmayışından değil, gerçek mânâda İslâm’a inanılmadığından ve yaşanılmadığından kaynaklanmaktadır. Bu gurbetin arkasında hüsran değil, ihtişam görünmektedir. Nasıl İslâm başlangıçta garipti ama, kısa zamanda başarıya ulaştı ise; kıyâmete yakın da öyle bir ihtişâma ulaşacaktır.
Mü‘minin hayâtında, -huzur, güven ve emniyetin tesisi adına- ümidinin canlı, irâdesinin güçlü olması önemlidir. Aynı zamanda bir kâbus gibi sine-i beşere musallat olan ye’s (ümitsizlik)’ten insanlığın kurtulması, gönüllerin huzura kavuşması da bir o kadar önem arzetmektedir.
İslâm’ın da gecesi ve gündüzü olacaktır. Bu değişen dünyada O, insanların kendisine sahip çıkmadıkları ve inanmadıkları dönemde gecenin sükûneti içinde dinlenecek, sonra ışık saçan güneşinin aydınlığında, hasbî ve fedâkar mü’minler O’na sahip çıkıp hayatlarına mal ettikleri takdirde gündüze kavuşacaktır. O zaman, İslâm’ın istikbâli gece değil gündüz, sönük değil parlak olacaktır.
Şartlar ne olursa olsun, zâlimler, münâfıklar, fâsık ve fâcirler, gücü temsil edenler; hâdim-i îman ve Kur’an’ı yok etmek için ne kadar üzerlerine gelirse gelsinler; Hz.Üstad’ın ifâde buyurduğu gibi, “Evet, ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek ve gür sadâ İslâmın sadâsı olacaktır!” (T.H.)