Örtsek örtsek, nasıl örtsek?
Cumhuriyet tarihinin AKP yönetimi aşamasında, ülkenin geleneksel korumacı ve kollamacısının koruma ve kollama yönteminin dünyada kabul edilmez hale gelmesiyle, bu işlevin
Yargı’ya düştüğü ya da Yargı tarafından sırtlanıldığı, bir süreden beri konuştuğumuz, tartıştığımız bir konu oldu.
Şu son birkaç günde iki örnek-olay daha eklendi, “
Vatan-kurtaran-Yargı” dizisine:
YARSAV Başkanı
Eminağaoğlu’nun vatanî heyecanlarla dolu beyanatı ve
Sabih Kanadoğlu’nun
Tuncay Güney DVD’leri üstüne dile getirdiği görüşler.
Kanadoğlu,
Tuncay Güney’in hiçbir sözü ciddiye alınmamak gereken bir şarlatan olduğu kanısında (bu, o cephenin
savunma stratejilerinden biri) ve “bütün
dava”nın onun söylediklerine dayandığını ileri sürerek, bütün davanın boş olduğunu ima ediyor. Böyle bir durum olduğu için “ Türk yargısı”nın düştüğü duruma da esef ediyor.
Bir “çözüm önerisi” olduğunu gördük. Şu dönemde
Sabih Kanadoğlu’nu hep bir “çözüm önerisi sahibi” olarak görüyoruz –Cumhurbaşkanı seçimi konusunda, 367 buluşu konusunda gördüğümüz gibi. Bu dönemde Yargı’ya böyle önemli bir işlev düşmüşse, vatanperver bir
yargıç da “
emekli oldum” falan demeden çabaya katılmalı, eriştiği “tecrübe” düzeyinden daha
genç meslektaşlarının da yararlanmasına imkân hazırlamalı, 367 gibi “içtihat”larından Türk hukukunu yoksun bırakmamalı.
Bu konuda da “çözüm önerisi” kısmen “zaman” etkenine bağlı. İş, sadece kötü yürütülmekle kalmıyor, uzuyor da. Uzaması, insanları
mağdur ediyor. Onun için çalışan savcıların yanına başkalarını da göndererek
soruşturma vb. bütün bu işlerin hızlıca yürümesini sağlamak gerekiyormuş. Bunu da Yargıçlar ve Savcılar Yüksek Kurulu (herhalde “durumdan vazife çıkararak”) yapabilirmiş. YARSAV’ın “yıldırımlar yaratan” başkanı da Kanadoğlu’nun bu yeni esinlenmesinin kaynağı olabilir. Öyle yargıç ve hukuk adamlarının bu işi çözmek üzere
tayin edeceği kişiler, herhalde sayıca çoğunluğu da meydana getirerek, Tuncay Güney gibi şarlatanların hezeyanına dayandırılmış bu “kötü niyetli siyasi dava”yı –devamına gerek görmeyerek- sona erdirirler.
Şarlatanın sözleriyle başlamış olsa da, o zamandan bu zamana seyri içinde epey somut çukura tosladı bu dava. Örneğin YARSAV Başkanı’nın davanın boşluğuna ilişkin âteşîn konuşmasının akşamında pek de boş sayılmayacak silahlara ulaşıldı. Birtakım suikast,
cinayet planlarından da söz ediliyor ki, yabana atılır gibi değil.
Ama bunlar belli ki Sabih Kanadoğlu’nu ve onun gibi davranmayı seçmiş olanları ilgilendirmiyor. Şimdiki
kavga, artık savunulamayacak birilerini feda etmek gerekse de, bu işin kalburüstü takımını temize çıkarmak için veriliyor.
Veriliyor da, süreç, “feda edilecek”lerin tanımını da değiştiriyor. Henüz
Susurluk aşamasındayken, Çarkın Markın, birtakım polisler vardı. Onları gözden çıkarmak kolaydı. Birkaç yıl yatmak çok da önemli sayılmazdı öyleleri için. Sonra birkaç armağan, falan, gönülleri de alınırdı. Ama, örneğin, İbrahim
Şahin’i gözden çıkarmak olmazdı (“tehlikeli” bile olabilirdi). Böylece –bundan “yükseği”ne olabilir?- Cumhurbaşkanı Sezer belleğini yitirmiş bu değerli elemanı affetti.
Tuğgeneral Veli Küçük ise ifade bile vermedi, Büyük
Millet Meclisi’nin davetine uymaya tenezzül etmedi.
Oysa şimdi bu ikisi de pek kolay savunulur, aradan cımbızla çekilip çıkarılır gibi görünmüyor. Gözden çıkarılamayacak olanların rütbesi habire büyüyor. Kanadoğlu cephesinin telâşının bir nedeni de bu olsa gerek.
Bu arada bir de “geç gelen” ve “doğru adrese gelmeyen”
yarbay konusu çıktı. Daha ilk günden son derece dikkat
çekici bir olay var burada. TSK’nın yeni Yüksek Komuta kademesi şimdiye kadar bu süreç karşısında “correct” davrandı. Gidişatın bizim gibi gözlemciler üzerinde bıraktığı izlenim, o “kademe”nin de bir temizlikten yana olduğu doğrultusunda. Bunun olmaması, Silahlı Kuvvetler’in içeride ve dışarıdaki prestijinde ağır yara açar. Gözönünde bulundurulacak dengeler neyin nesidir bilemem ama, bu işlere karıştığı besbelli kişilere kurumsal
destek, açıklanabilecek bir şey değildir. Onun için o yarbayın durumu da son derece önemli.
MURAT BELGE- TARAF