Yüce Divan sıfatı ile Ana
yasa Mahkemesi’nin yargılamasını devam ettirdiği bir kısım eski siyasilerle ilgili “zamanaşımı” nedeniyle davanın ortadan kaldırılmasına dair
Yargıtay
Başsavcısı’nın talepleri, şaşkınlıkla karşılanmasının yanında yeni bir af usulünün geliştirildiği yönünde
tartışma da meydana getirmiştir. Basına yansıdığı kadarıyla yargılama konusu edilen husus Eski
Ceza Yasası’na göre “İhaleye fesat karıştırmak” iken Yeni Ceza Yasası’na göre “görevin kötüye kullanılması” niteliğine dönüştüğü, bu suçun da zamanaşımının -eski yasada- 5 yıl olduğundan bahisle Başsavcılıkça zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılması gerektiği” görüşü beyan edilmiştir.
Konu bir yönüyle “hukuki-
teknik bir nitelik” arz etmekte olup zamanaşımının vaki olup olmadığının tartışılması gereği şüphesizdir. Bununla birlikte “zamanaşımı” iddiasının -hukuk tekniği- yönünden daha ziyade toplumsal vicdanda nasıl bir etki bırakacağının da ele alınması gerekir. Öncelikle olayın “milletvekili dokunulmazlığı” ile ilgili bir yönü bulunmaktadır.
Milletvekillerinin “kürsü dokunulmazlığı” olarak vasıflandırılabilecek “
Meclis içerisinde yaptıkları” faaliyet, çalışma ve sarf ettikleri sözlerden dolayı sorumlu tutulmamalarıdır. Suçüstü durumunun dışındaki faaliyet ve suçlamalardan ise yine
dokunulmazlık süresi sonuna kadar soruşturulamama hakkına sahipler. Ancak bu hallerde suç konusu bir davranışın da karşılıksız kalmaması için
soruşturma-yargılama süresinin dokunulmazlık sonrasında yapılacağından zamanaşımının işlemeyeceği kurala bağlanmıştır.
Yargıtay Başsavcısı’nın tartışmalı çıkışı
Yasama dokunulmazlığını düzenleyen
Anayasa’nın 83. maddesinde “... Seçimden önce veya sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir milletvekili, Meclis’in kararı olmadıkça tutulamaz, sorguya çekilemez, tutuklanamaz ve yargılanamaz...” denilmekte (83/2), bu nedenledir ki “.....
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi hakkında, seçiminden önce veya sonra verilmiş bir ceza hükmünün yerine getirilmesi, üyelik sıfatının sona ermesine bırakılır; üyelik süresince zamanaşımı işlemez.” denilmektedir. Anayasa’nın 83. maddesinde “milletvekili” olan herkes kapsama alınmış olup
bakan-milletvekili ayrımı yapılmamıştır. Anayasa’nın 100. maddesinde yürütmeyi oluşturan bakanlar için soruşturma usulü belirlenmiştir. Bir milletvekilinin normal bir yargı merciinde yargılanmasına karşılık bir bakanın veya başbakanın farklı bir yargı kurumunda yargılanmasının dışında bir farklılık bulunmamaktadır. Ceza Yasası ve yargılama usulü açısından aynı usul uygulanmaktadır. Anayasa’nın 100. maddesi zamanaşımı itibarıyla farklı bir süre belirlememektedir. Aksine bakan olan kişinin aynı zamanda bir milletvekili olması da düşünüldüğü takdirde dokunulmazlık sonuna kadar zamanaşımı süresinin devam etmesi gerekecektir.
Milletvekili olmayan bir bakan içinse görevinin sona ermesi ile zamanaşımı süresi başlayacaktır.
Yukarıda izaha çalıştığımız teknik kısım, zamanaşımının tüm milletvekilleri için geçerli olduğu ve herkese uygulanacağını gösterdiğinde şüphe yoktur. Olaya konu siyasilerin dokunulmazlıklarının sona ermesinden sonra iddianamede belirtilen suçun süresi zamanaşımına uğramış ise yapılacak bir şey yok demektir. Zira zamanaşımı yasanın getirdiği suçun ortadan kaldırılmasına dair bir hukuki yoldur. Sonucu yasa gereği olduğu için kişilerin iradesine bağlı değildir. Dolayısıyla “ben aklanmak istiyorum” diyen bir kişiye atfedilen bir suç zamanaşımına uğramış ise davanın ortadan kaldırılması kaçınılmaz olup, kişinin aklanma isteğine uygun yargılama süreci devam ettirilemez.
Olayı ilginç kılan ise başsavcının “lehte olan
kanun yorumundaki karmaşık” düşüncesidir. Başsavcı, -Yeni Ceza Yasası’ndaki suç nitelemesine Eski Ceza Yasası’nda öngörülen zamanaşımını-
uygulamak suretiyle davanın düşürülmesini istemektedir. Bu görüş, Türk yargı
sistemi içerisinde cumhuriyet savcılarımızın “boşluk doldurma” nevinden “kara kaplı kitapta istedikleri hususa kılıf bulabilme becerisini” yansıtmakta ise de Sayın Savcı’nın “kıvrak
zeka ürünü” çözümü zemini yasal olmayan bir “uyanıklığı” deşifre etmektedir. Suçlanan bir kimse ile ilgili uygulanmak istenen hükümlerde “eski kanun-yeni kanun” tercihi yapmak gerektiğinde “sanığın en lehine olanın” uygulanması ceza hukukunun ilkelerindendir. Ne var ki bu uygulama, yeni ve eski kanundaki
sanık lehine olan hükümlerin toplanarak uygulanmasına imkan vermez. Daha açık bir deyimle örnek olayımızda olduğu gibi Yeni Ceza Yasası’nın “az ceza öngören” “görevi kötüye kullanma” suç nitelemesine karşılık Eski Ceza Yasası’nın “kısa zamanaşımı süresinin” dikkate alınması ve uygulanmasının istenmesi hukuken mümkün olmadığı gibi, başsavcının bulunduğu makam ve bugüne kadar edindiği hukuk deneyimleri ile de mütenasip değildir. Kısacası başsavcının girişimi, bir “
kurtarma operasyonu”dur.
Zamanaşımı örtülü bir af olarak değerlendirip eleştirilebilir. Ne var ki herhangi bir kişinin uzun yıllar ceza tehdidi altında tutulmasının “insan hak ve özgürlükleri” açısından olumsuz etkileri göz ardı edilmemelidir. Makul olmayan, yargılama sürecini kasten veya ihmalen uzatarak davanın zamanaşımına uğratılmasıdır. Mevcut yargı sistemi bir zamanaşımı çöplüğüdür. Çünkü binlerce davanın yargılama süreci kasten uzatılarak davaların zamanaşımına uğratılmasına
tanık olunmaktadır. Zamanaşımı, bir sistem ayıbıdır. Bunca yargı reformuna rağmen davaların zamanaşımı nedeniyle ortadan kaldırılması yargı sisteminin yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini ortaya koymaktadır. Üç yıla yaklaşan bir süre içerisinde yolsuzluk iddialarını ortaya koyacak bir yargılamayı sonuçlandırmayan yargı da en az, kasıtlı davranışları ile yargıyı geciktiren sanık kadar suçludur.
Kamu adına açılmış davaların takipçisi yine kamu adına hareket eden savcılardır. Dolayısıyla bir davanın takipçisi olması gereken savcının, zamanaşımına uğradığı iddiasını gündeme getirmesi kadar abes bir husus olamaz.Kamu vicdanını rahatlatacak, tatmin edecek kararı mahkemeler verecektir. Bu nedenle mahkemeler adaleti sağlama adına kılı kırk yararcasına ve olabildiğince süratli bir şekilde yargılamayı sonuçlandırıp kararını vermelidir. Kararla birlikte sükun bulacak toplumsal vicdanı rahatlatmalı ve tatmin etmelidir. Hiçbir neden yaralanmış toplumsal vicdanın tamirini sağlayacak kararlara konu olan davaların zamanaşımı gerekçesiyle ortadan kaldırılmasına cevaz vermez. Zamanaşımı zorunlu durumlarda kullanılacak arızi bir yoldur.
Zamanaşımının sürekli kullanılır hale gelmesi, adaleti umanların vicdanındaki yaranın daha da derinleşmesine yol açacaktır. Yolsuzluğa “cevaz verir” şekilde sonuç doğuran zamanaşımı anlayışı, yolsuzluk yanlılarına cesaret verici fonksiyon icra etmektedir. Yargıya olan güveni de zedelemektedir. Yüce Divan sanıkları ile ilgili “Anayasa’nın 100. maddesinin uygulanması gerektiğini, bu maddenin dokunulmazlık sonunu bekleme zorunluluğu getirmediğine..” dair Başsavcı görüşü de tipik bir kurnazlık göstergesidir. Zamanaşımını olay tarihinden başlatan bu kurnazlık, suçu işleyenlerin
iktidar yandaşlarınca korunarak soruşturma açılmasının önlenmesi suretiyle kasıtlı olarak olayın zamanaşımına uğratılması durumunu göz ardı ettirmemeli. Halbuki Anayasa’nın 100. maddesi başbakan ve bakanlar için soruşturma usulünü açıklarken ifa ettikleri görev gereği yargılamalarının adli yargı yerine Yüce Divan sıfatıyla
Anayasa Mahkemesi’nde yapılması usulünü getirmiştir. Bunun dışında zamanaşımı yönünden farklı bir başlangıç zamanı öngörmemiştir.
Yargı büyük sorumluluğunu unutuyor...
Nitekim istendiği ve yeterli sayı elde edildiği takdirde suç işlemiş bir milletvekilinin de dokunulmazlığı kaldırılarak yargılanmasının önü açılabilmektedir. Bunun örneği 1994 yılında yaşanmıştır. Birçok milletvekilinin Meclis faaliyetleri ile ilgili olmayan suç isnatlarına dair soruşturmaları, dokunulmazlık nedeniyle dönem sonuna bırakılırken Hasan Mezarcı ve bir kısım DEP milletvekilinin dokunulmazlıkları kaldırılarak yargılanmalarının önü açılmıştır.
Başsavcı’nın “yolsuzluk davalarının” düşürülme isteği ile
Şemdinli olayları soruşturmasını yürüten “taşra savcısının” yolsuzluklara yönelik “açığa çıkartma isteği”nin aynı döneme rastlaması da şeklen bir tesadüf gibi görünse de “yargının yolsuzluklara karşı duruşundaki” çelişkileri göstermesi açısından önemlidir. Bir dönemin “yolsuzluklarını ve en üst düzeyde başbakan-
mafya işbirliğine işaret eden olayları” araştırması gerekirken “zamanaşımı” iddiasıyla örtbas etmek isteyen savcının tutumu eleştirilmez iken yolsuzluğun v
e devlet-çete işbirliğinin açığa çıkmasını soruşturan savcının “
darbe yapmakla” suçlanması, halen yolsuzluk yanlılarının “gizli bir direnişinin” göstergesi olarak değerlendirilmelidir. Anayasa Mahkemesi, Başsavcı’nın isteği doğrultusunda zamanaşımı nedeniyle davanın ortadan kaldırılmasına karar verdiği takdirde, suçu kendisi üstlenmiş olacaktır. Zira zamanaşımında sanıklar kadar yargılama sürecini uzatan yargı mensuplarının da sorumluluğu bulunmaktadır. Her ne kadar bu sorumluluk teorik bir sorumluluk değilse de vicdani bir sorumluluktur. Kamu vicdanında, suç işleyenlerle birlikte müşterek ve müteselsil sorumlu olarak anılacaklardır. Susurluk’ta olduğu gibi…
ZAMAN