'Demokratikleşme', devletin merkezinde seslendirildi, bir aks-i seda umuduyla...
Tartışmaları kenardan izleyen bir
köşe yazarı, 'Bu kadar yazmak ve konuşmak fazla değil mi?" diyor durduk yerde. Bazen, konuşmak yoruyor galiba. Devletin dibind
e devlet irdeleniyor, belki de çoktan başlayan dönüşüm sancılarına dikkat çekiliyor. Bu noktaya konuşa konuşa gelinmiş; belki de tek sermayesi düşünmek, konuşmak ve yazmak olan entelektüel kitle, yine en iyi bildiği işi yapıyor. Bütün bunlar,
Meclis'in karşısında cereyan ediyor. Biraz ötede
Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvet komutanlıkları... Daha aşağıda
yüksek yargı kurumları... Hükûmet binaları,
Bakanlıklar,
Başbakanlık...
Türkiye, bu üçgende yatıp kalkıyor. Zaten bütün konuşmaların özü, 10 dakikalık yürüme mesafesindeki bu kurumlar arası ilişkiye gelip dayanıyor. Görünürdeki bu yakınlık, yüz yıllık bir ayrılığı ve aykırılığı örtemiyor. Elbette
Ankara'nın göbeğinde komşuluk ilişkilerinin iyi gitmemesi değildi mesele. Türkiye'nin demokratik hayatı diye bir şey olacak mıydı, Meclis işliyor muydu,
adalet var mıydı gerçekten?
Çoktandır Türkiye'nin en önemli demokratik müzakere zemini olan
Abant Platformu'nun 18.si, Türkiye Büyük
Millet Meclisi (
TBMM)'nin hemen yanındaki Rixos Grant Hotel'de yapıldı. Hem de Ankara
siyasetini darmadağın etmeye
aday, 'demokratik açılım'dan mülhem '
demokratikleşme' başlığı altında. Açılış konuşmasını yapan İçişleri Bakanı Beşir
Atalay, bugüne kadar yaptığı konuşmaları biraz daha açtı, muhalefetin sert ve katı tavrını,
diyalog yollarını kapattığı gerekçesiyle ağır bir dille eleştirdi. Eğer konuşmaları izleseydi, kendisi de, hükûmeti de bazı eleştirilere muhatap olacaktı. Fikirleri, meşrepleri, sıfatları farklı; ama demokratik özlemleri aynı olan bir kitle vardı orada. Zaman zaman birbirlerini, en çok da '
halkın önünü kapatan' muktedirleri eleştirdiler.
Daha çok iktisadi görüşleriyle bilinen
Eser Karakaş, toplantının sonuna doğru, AB lafının çok geçmemiş olmasını bir eksiklik olarak yorumladı. Konuşmasını da
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (
AİHM) kararları çerçevesinde Türk yargısı üzerine kurdu.
Yargı kararlarını 'mal'a benzeterek sunuşuna iktisadi bir hüviyet de kattı. Ona göre,
insan hakları ile ilgili AİHM'e giden kararların yüzde 80'inin geri dönmesi, bir 'bozuk mal' olayıdır. Çıkan
ürün Avrupa'da para etmemekte, alıcı bulmamaktadır. Bu durum,
Gümrük Birliği öncesi Türk halkına reva görülen 'Murat 124' sendromundan farksızdır: "Atamaların nasıl olacağından ve kimin kimi seçeceğinden daha önemli bir konuyla karşı karşıyayız."
Karakaş'ın verdiği AİHM istatistikleri çarpıcı.
Rusya dışarıda bırakıldığında AİHM'in
yaşam hakkı ihlali ile ilgili verdiği karar sayısı Türkiye için 66 iken, AB
ülkelerinin tamamında 16. İfade özgürlüğünde bu rakam Türkiye için 170, AB için 91. "Yaşam hakkı ihlali en çok Türkiye, Rusya,
İtalya ve Bulgaristan'da görülüyor. Adaletin boşluğunu
mafya dolduruyor, bu ülkelerin her birinin ünlü mafyaları var." diyor Karakaş. Ders kitaplarının bile 'iç tehdit' anlatımlarıyla dolu olduğu tespitini yaptıktan sonra aslında Abant toplantısında sık sık konuşulan bir görüşü dillendiriyor: "
Anayasanın 90. maddesinde temel hak ve
özgürlüklerle ilgili düzenlemeler, uluslararası sözleşmelerin kendi kanunlarımızın üzerinde olduğunu belirten hükümler olmasına rağmen yargıçların bu maddeleri uygulamak istemedikleri ortada. Bunu işletmekten pek hoşlanmadıklarını dile getiriyorlar."
Yasal düzenlemeler tamam; ama uygulamada bir karşılığı yok. Doç. Dr.
Osman Can, "Normlar bazında Türkiye'nin AB ülkelerinden bile daha iyi olduğunu söyleyebiliriz. Ama 60 tane temel hak maddesi var, hiçbir anlam ifade etmiyor. Türkiye'de bir pozitivizm savunulacaksa, bu hukuki pozitivizm olmalıdır." diyor. Yani, 'yargıçlar bari yasaları okusalar' demek istiyor. Şüphesiz Ankara'daki Abant'ın en akılda kalan konuşmasını
Anayasa Mahkemesi Raportörü Can yaptı. Can, üst yargı kuruluşu üyelerini yer yer 'tapınak şövalyeleri' gibi hareket etmekle eleştirdi. Ona göre en büyük sorun, hukukun kutsallaştırılması. Böyle bir yerde ne adalet olabilir ne de
laiklik...
Abant'ta 'Demokratikleşiyoruz ama acaba neresindeyiz?' sorusu hep havada dolaştı. Kötümser bir hava oluştuğunda bir başka müzakereci 'iyi şeyler oluyor, yapılanlara
destek olmak gerekir' deme ihtiyacı hissetti. Tanel
Demirel, pür akademik bir tavırla sunum yaptı. Çok partili hayatın iki taşıyıcı partisi
Demokrat Parti ve Adalet Partisi üzerine çalışan bir akademisyen o.
Merkez siyasetin gücü, zaafları ve askerî
darbelerin nasıl bir siyasetle var oldukları konusunda önemli tespitleri var. "Her demokratik hareket, demokratik bir motivasyonla yapılmayabilir." cümlesi de ona ait. Normalleşmenin kolay olmayacağını söylemekle birlikte son 20-30 yılı farklı değerlendirmek gerektiğini düşünüyor: "Derin Türkiye'yi temsil eden kesimlerin bu dönemde liberal
demokrasinin değerlerini kavraması çok önemli." Sınırlarda dolaşan demokratik hayatla ilgili analizleri sade ve net bir cümle ile bitiriyor Tanel Demirel: "Kendiniz için yapılmasını istemediğiniz şeyi başkası için de yapmayın."
Demirel'e göre, 1950'lerden bu yana devletin otoriter eğilimlerini dengeleyecek ve artık kendini ifade edebilen toplumsal bir yapı gelişti. Darbe tehlikesi gündemden kalkmış gözükmese bile bu durum 'bu ülke uzun süre askerî rejimle yönetilemez' hissi vermektedir. Demirel, otoriter yönetimlerde özel ve kamusal olmak üzere iki tür ahlakın geliştiğini düşünüyor. Özel alanda alabildiğine nazik ve iyi, kamusal alanda ise 'her şeyi mübah gören' kaypak bir anlayıştır bu: "Otoriter toplumlarda maskesiz dolaşılmaz. Yoksa zarar görebilirsiniz. Korunma davranışları zaman içinde bir habitus (bir tür kişilik) hâline dönüştüğünde artık o kişinin dediğine güvenilmez. Bu kişi kendinden başkasını düşünmeyi ıskalalar." Sözgelimi, ezilen bir kesimi hiç görmez, onların sesini duymaz bile. Ahlaklı ve dürüst davranmanın yani açık sözlülüğün maliyeti düşürülmesi gerekir bu yüzden. Bir de mühim bir endişesi var Demirel'in: "Bu kadar kutuplaşmış bir toplumda çok köklü bir reformun arzu edilen sonuçları oluşturabileceğini sanmıyorum."
Genç akademisyenler gözdeydi Abant'ta. Hem cesur çıkışlar yaptılar hem de etraflıca sunumlar onlardan geldi.
Kürt sorununa akademik bir kuleden bakmayan Vahap
Coşkun (
Dicle Üniversitesi), onlardan biriydi. Coşkun, manevi (moral) bir onarım için devletin Kürtlerle helalleşmesi gerektiği, bu noktadan sonra hiçbir şey olmamış gibi yola devam edemeyeceği görüşünü dillendirdi, sayıları 4 bini bulan taş atan çocuklarla ilgili davalara ve hapislere dikkat çekerek... Ardından, çocukların içeriye 'anne korkuyorum' diye girdiğini, 3 ay sonra 'anne korkma, sen bir
devrimcinin annesisin' diye çıktığını hatırlattı. KCK operasyonlarındaki görüntülerin Kürt siyasetinin alanını daraltmaktan öte bir anlam ifade etmediğini belirtti. Coşkun, "Barışı oluştururken yeni bir savaşın temelini oluşturacak davranışlardan kaçınmak gerekir." diyen Kant'a atıf yaparak bitirdi konuşmasını, 'biraz da Kant okumak lazım' diyerek...
Bu son atıf, bir başka tartışmayı, 'Referanslarımız ne olmalı?' meselesini doğurdu. Ümit Fırat'ın "Liselerde Fatih'in destanları yerine Mandela'nın hikâyesi okutulmalı." talebini de dikkate almalıyız. İSAM'dan ilahiyatçı Adnan
Arslan, Kürt meselesiyle ilgili söz alan kişilerin referanslarındaki
yabancı efekte dikkat çekti. "Aslında sıkıntıların çözümü bizim kendi içimizde. Kürt hareketi bir tür yabancılaşma hareketi gibi görünüyor. Zira atıfları Kant'a, Hegel'e yapmayı
tercih ediyorlar. Ben buna karşılık
İmam Şafi'ye atıf yapmalarını beklerdim. Bu bizde bir düşünce kuraklığı yaşatıyor."
Siyasi analizler, siyasetten beklentiler,
siyasi partiler... Süleyman
Seyfi Öğün, peşinen siyaset karşıtı bir konuşma yapacağını söyleyerek aslında toplantıya hâkim olan 'çok konuştuk, biraz da hareket lazım' havasına uygun bir şekilde, Gandhivari bir
sivil fiilî durumun daha etkili olacağını savundu. Büyük siyasi şeyler değil belki ama fiilî bir tavır. Taraftar da buldu bu görüş. Belki de Türkiye'nin
mağdur halkları, 'sivil itaatsizlik' kavramına ısınıyor, kim bilir.
Abant'ta paneller ve
müzakereler kadar açılış konuşmaları da önemli olur her zaman.
Beşir Atalay'ın gelmesi önemliydi ama SP lideri
Numan Kurtulmuş'un konuşması beğenildi. Kurtulmuş, köy kahvesindeki adamın bile 'bürokratik oligarşi' dendiğinde neyin kastedildiğini anladığını, dolayısıyla demokratikleşmenin, Ahmet'in yerine Mehmet'i koyarak değil, ciddi reformlarla pekiştirilmesi gerektiğini söyledi. Pekâlâ hükûmet öncülüğünde bu Meclis anayasa yapabilir, yüzde 47'lik destek zaten bunu gerektirmektedir ona göre. Ancak Kurtulmuş'un, 'Anayasa Meclisi' adını verdiği, sadece anayasa yapmakla görevli, seçimle oluşturulacak bir
sistem önerisi var. Bazılarının 'kurucu meclis' diye ifade ettiği bu seçenek seçimler yaklaştıkça ciddi bir şık olarak güncelliğini koruyacak gibi.
Abant'tan geriye kalacak metaforlardan biri de Prof. Dr. Hüseyin Hatemi'ye ait. Beyazlar-zenciler, merkez-çevre kavramsallaştırmasına yılgın-çılgın kavramsallaştırması da eklenebilir artık. Bütün mesele, Yılgın'ların Çılgın'lardan çektiği değil midir zaten! Hatemi'nin 'şiir gibi' konuşmasında, Anayasa'da Çılgın Türkler için vazgeçilemez nitelikteki 22 temel ilkeden söz edildiğini, Yılgın Türkler'in 'haşa kim demiş, bizim için onları değiştirmek söz konusu değildir' mealindeki yaklaşımıyla bir yol alınamayacağı tespiti önemliydi. Hatemi'nin sunumunda, anayasa ile ilgili her şeyi konuşalım ama en çok da şu 'dokunulmayanları' konuşalım edası vardı.
Konu 'demokratikleşme' olunca Abant'a bir
Diyarbakır çıkarması kaçınılmazdı. Diyarbakır
Ticaret Odası Başkanı
Galip Ensarioğlu, hem dikkatle izledi hem de katıldı müzakerelere.
Odalar ve meslek örgütlerinin başkanlarının 'entelektüel' birikimleri dikkate değerdi. Bir de MÜSİAD'ın Diyarbakır Başkanı Vahdettin Bahadır, Abant Toplantısı'nda Kur'an'dan ayetler okuyarak pekâlâ meramını anlatabildi. Kürt cephesindeki
tek tip seküler dile de bir çeşitlilik geldi.
Sistem kendi mağdurlarını üretti ve bu mağdurlar sistemle baş etmek yerine çoğunlukla kabahati diğerinde bulmakla
vakit geçiriyor. Bejan Matur'un anlatımıyla, 'Ortada bir sorun varsa, bu sorunu
Aleviler Sünnilerden, Sünniler de Alevilerden biliyor daha çok'. Alevi çalıştaylarını yürüten Doç. Dr. Necdet Subaşı, bu cümleyi biraz daha açıyor: "Devlet, Alevilerin isteklerini devrimci, Aleviler de devletin isteklerini bir Sünnileştirme yaklaşımı olarak gördüler. Bugün taraflar konuşmaya ve görüşmeye başladı. Ciddi yakınlaşmaları da görüyoruz. Buna rağmen Alevilerde hâlâ 'devlet bizi adam edip benzetecek' kaygısı varken, Sünnilerde de 'bu Alevi ve diğer kimlikleri başımıza bela edecekler' kaygısı var ve devam ediyor." Mağdurların birbiriyle uğraşması, otoriter yönetimlerin bir usulü olsa gerek.
Toplantıda, değiştirilmek istenen yapıyla uzlaşmak mümkün olmayacağına göre uzlaşmanın nerede ve nasıl kurulacağı sorusu da gündeme geliyor. Bunun cevabı, 'demokratikleşme' konusunda iyiye gittiğimizi düşünen Prof. Dr.
Ersan Aydınlı'dan geliyor: "Çoğumuz ne istediğimizi biliriz ama karşıdakinin ne düşündüğünü bilmeyiz, merak da etmeyiz. Kürt meselesinin çözümünde Kürt'ün gururunun incitilmeyeceği muhakkak ama bu çözüm için Türk'ün de gururunun okşanması gerektiğine inanıyorum." Aydınlı'ya göre, önce siviller kendi aralarında uzlaşmalı, o uzlaşı devlete yansımalı.
Abant'ta Ferhat Kentel'in "kimliklerin varlığı, diyalog kurmamızın yegâne sebebidir" mealindeki konuşması da önemliydi. "Demokrasiyle kurulacak diyalog, 'ben konuştum, haydi sıra sende' değildir. Doğal, kendi seyrinde devam eden bir sohbet havasıdır." sözü ona ait.
Leyla İpekçi'nin, 'bir gazetecinin izleği' tadında anlattığı, özellikle 90'lı yıllar gazeteciliği, hem tarihî anekdotlar hem de bir gazetecilik
dersi hüviyetindeydi. "90'lı yıllarda kameralar çoğaldıkça gerçekler gizlendi." diyor İpekçi.
Hayko
Bağdat, platformun tek
Ermeni asıllı konuşmacısıydı. 'Nasıl oldu da Ermenileri bu kadar çabuk unutabildiniz!' diyor özetle: "Bir zamanlar
sokak arasındaki Ermeni kilisesi, mezarlığı ya da bir Ermeni evi bugün artık yok. Bunu ben, 'beni bunlar akıllarından,
zihin ve hatıralarından da silmişler' diye algılıyorum. Hafızamızdaki Ermenilik soyuttur, hafızalardan somut olarak silinmiş durumda çünkü. Türkiye'de Ermeni sorununun muhatabı vicdanlardır. Ben şunu
teklif edeyim; ey cemeat-i Müslimin, 24 Nisan'da ölen Ermeniler için bir Fatiha okuyun, bitsin bu iş!"
Doç Dr. Osman Can: Hukuk demek, adalet demek değil!
Demokratik siyasetin olmadığı yerde hukuk özgürlük sunamaz. Yargı ve hukuk sistemi, mutlak olarak adaleti ifade etmez. Hukuk sistemini ve hukuku kutsallaştırmayalım, hukuku abartmayalım. Eğer hukuku kutsallaştırırsanız, hukuk adına biri konuşunca herkesin susması, özellikle siyasetin susması istenir. Bu da gittikçe tartışılamaz bir sistemi ortaya getirir. Kutsal adına konuşan rahipler,
iktidar olmaya başlar. Rahiplerin dediğini hukuk konuşuyor sanıyoruz. Yargının mevcudiyeti, size bize özgürlüğümüzü sunmaz.
Taraflardan ikisi fakirse adalet tecelli eder. Taraflardan biri devletse orada adaleti unutacaksınız. Demokratik siyasetle bir ilişki kurulamayan hukuk sistemi ve yargı, diktatörlükten daha ötededir. Yargı yetkisini kullananlar, bu yetkiyi kimden alıyor? Yargıçların bu yetkiyi kullanmasına kim karar verecek? 1945 sonrası post-diktatoryal ülkelerde bu soruya net cevaplar verilmiştir. Yargıçların, halk tarafından seçilmiş mekanizmalar tarafından meşrulaştırılması gerekir. Türk yargısı, haklarında karar aldıkları kişilerin gözlerinin içine bakamadıkları bir sistem.
İspanya örneğinde olduğu gibi bütün diktatoryal sistemlerde demokrasiye geçiş sürecinde daima
ilk adım yargının demokratikleşmesi olmuştur. Avrupa'daki yargıçlar tapınak şövalyeleri gibi değil. Halkla bir şekilde bağlantı içinde. Kendi içlerinde müzakere ediyorlar.
Müzakere, farklılıkları aynı
masa etrafında konuşmakla olabilir. Bizde ise müzakere yok.
AKSİYON