Kürşat Bumin'i yakından takip eden okuyucuları bu ani çark edişe bir anlam vermekte zorlanıyorlar. Şimdi kamuoyu Bumin'i
Ergenekon destekçisi yazarlarla aynı çizgiye getiren süreci merak ediyor.
İşte Bumin'in yazdığı son 3 yazı:
Her kötülüğü Ergenekon'un hesabına yazmak doğru mu?
Önce Sezin Öney'in
Taraf gazetesinin dünkü sayısında yer alan aydınlatıcı yazısından birkaç cümle aktarmak istiyorum.
Öney, Ergenekon-
Ordu ilişkilerini gözden geçirirken bugünlerde sıkça yapılan
İtalya-
Türkiye karşılaştırmasına ilişkin şu önemli tespiti yapıyor:
“Çünkü İtalya'da, Türkiye'den farklı olarak ordu, kendi yargısı ve denetlenemez muamma iç dünyasıyla,
siyasetin üzerine konumlandırılmamıştı. Dahası,
Kürt konusu gibi, Gladio'yu Soğuk
Savaş sonrasına taşıyabilecek ve sürekli besleyecek,
silahlı çatışma potansiyeli taşıyan bir sorun da yoktu. İtalya'daki
derin devlet sorunu temelde siyasi idi, Türkiye'deyse yapısal kökler çok daha derin.”
Yeri gelmişken, bu “yapısal kökler” içinde yer alıp da “Kürt konusu” dışında kalan önemli iki “kökü” de hatırlayabiliriz: Gayrimüslimler konusu,
Aleviler konusu.
İtalya'nın -tabii ki- benzer konuları da yoktu.
Dolayısıyla Hrant'ın iki yıl önce bir “siyasi”
cinayet sonucu aramızdan ayrılmasını da bize özgü bu “kökler”den birisini hatırlayarak anlayabiliriz.
Türkiye “Gladio”su, bir zamanlar İtalya'da olduğu gibi sadece “komünizm”e değil, sözünü ettiğimiz diğer iki “yapısal kökler”i de düşman belledi.
Şimdi de geçelim bugünkü yazının asıl konusuna:
Geçen gün birçok gazetede ve internette yer alan bir “yorum”du.
Sivas ve
Başbağlar katliamlarının da “Ergenekon işi” olduğu söyleniyordu.
Niçin olmasın, “Ergenekon”un bu işin içinde olması şaşılacak bir durum değil tabii ki.
80 öncesinin Alevileri
hedef alan şiddet “olayları”nda olduğu gibi, Türk Gladiosu'nun bu işte de parmağı olabilirdi.
Ayrıca, yine bugünlerde sıkça tekrarlandığı gibi bu
parmak mutlaka
PKK meselesini de yalnız bırakmamıştı. Ama buradan hareketle “PKK da Ergenekon işi” gibi bir sonuç çıkartmak -bana sorarsanız- olacak iş değildi.
Sivas katliamının ertesi günü yayımlanan bazı gazetelerin baş sayfaları önümde. 3 Temmuz 1993 tarihli bu gazetelerin hiçbirinde Sivas'ta bir gün önce olup bitenler adıyla anılmamış.
Sabah gazetesi “Sivas'ta Aziz Nesin'i
protesto gösterileri katliama dönüştü” deyip, dönemin
cumhurbaşkanının (
Demirel) şu sözlerini manşete taşımış: “Alevi-
Sünni çatışması yok”.
Hürriyet gazetesinin manşeti olup bitenden hepten bihaber: “Sıvas'ta 'Aziz Nesin'
isyanı”.
Milliyet gazetesi bu büyük olayı Hürriyet'in manşetiyle biraz oynayarak veriyor: “Aziz Nesin'e isyan”.
Tercüman “Sivas'ta kanlı
Cuma: 45 ölü” demiş.
Zaman gazetesinin manşeti tam “müzelik-arşivlik”: “Birliğimize
tahrik darbesi”.
4 Temmuz tarihli gazetelerin manşetleri de bu minvalde:
Sabah: “Tahrik… İhmal” ; Milliyet: “Tahrik çok,
tedbir yok” ; Tercüman: “Bu kara aklanmalı!” vs.
Görüyorsunuz, siz de şahitsiniz; Bütün haber başlıkları bir nevi “pansuman” niteliğinde. Hiçbirinde -bu seferinde- Sivaslıların büyük bir “nefret suçu” işlediklerine dair tek bir hatırlatma yok. Varsa yoksa “Tahrik” ve “Birliğimize tahrik”.
Biraz önce sözünü ettiğim “Sivas ve Başbağlar Ergenekon işi” yorumuna dönecek olursak:
Tamam, bu olayda da muhakkak ki bir
takım “provokatörler” eksik değildir. Ancak söyler misiniz: Ateşe verilmiş olan
Madımak Oteli'nin önünde toplanıp içerdekilerin yardımına koşmak yerine protestolarıyla ateşin üzerine körükle giden yüzlerce (dönemin gazeteleri “3 bin civarında” diyor) Sivaslı da mı fanilalarında “Ergenekon” alameti taşıyordu?
Demek ki bu tür “yorumlar” hepten yanlış değilse de, son derece eksiktir.
Bir
toplumun kendi elinin de doğrudan karıştığı kötülükler ile yüzleşmekten ısrarla kaçıp, bunların günahının tamamını bir takım yeraltı örgütlerine
havale etmeye çalışması yetişkinlikten uzaklığın bir işaretidir.
Ne yani, toplum bütününde bir “erdemli toplum” (Medine'tül Fazıla) örneği olmasına rağmen sadece bir takım ayrık otlarının marifeti sonucunda mı bu kötülüklere şahit olunuyor?
Bu sözlerimden -karşılaştırmalı olarak- Türkiye'de topluma hakim “sorumluluk ahlakı”nın düşük seviyede olduğunu ifade ettiğim sonucu çıkarılmasın. Pek tabii ki bu toplum da -diğerleri gibi- pek çok erdeme sahiptir. Ancak bu toplum da -diğerleri gibi- sırasında, el verdiği bir takım kötülüklerin hesabını vermekten kaçıp, bunları başkalarının üzerine yansıtmayı seçmektedir.
Son olarak şu fikrimi de yazayım: Bu ülkede de işlerin düzelmesinin, yani toplumun olup bitenlere ilişkin sadece başkalarını işaret etmekten vazgeçip kendisini de sorgulamasının, kendisiyle yüzleşmesinin yolunun “moral” zeminde gerçekleştirilecek büyük bir atılımdan geçtiğini -ben de- düşünmüyorum. Tam tersine bu derdimizin de,”moralist” olmaktan kaçınan ama “moral”le olan bağını unutmayan sahici bir “siyaset” anlayışının pratiğe dökülmesinde buluyorum.
Ateşe verilen otelin önünde içeride ölmekte olanları protesto etmek için toplanan Sivaslıları düşünerek söyleyecek olursak: “Elime geçirdiğim bir kova su ile içerdekilerin imdadına yetişmeye çalışacağım yerde niçin aleyhte sloganlar atmakla meşgulüm; yoksa bende mi Ergenekon'un yedek kuvvetlerindenim?” sorusu
akıllara düştüğü gün -inanın- Ergenekon bitmiştir.
DÜNKÜ YAZISI:MAKSADI VE ÖLÇÜSÜ SON DERECE YERİNDE ELEŞTİRİLER
'Maksadı' ve 'ölçüsü' son derece yerinde
eleştiriler
Cumhurbaşkanı'nın yaptığı her açıklamaya 'dokunulmaz” muamelesi yaptığım yok tabii ki.
Ama doğrusu, Gül'ün dünkü yazımda “önemli bir hatırlatma” olarak aktardığım sözleri “maksat” ve “ölçü” bakımından son derece yerindeydi. Cumhurbaşkanı Gül,
Tuncay Güney'in 4 saat boyunca TRT ekranını kapatmasından bahisle (de) “Birçok insanın ismi sorumsuz bir şekilde televizyon ve gazetelerde gündeme geliyor. Bundan kaçınmak gerekir. Hem resmi hem de diğer basın kuruluşları dikkatli olmalı” diyordu.
Ama görünen o ki, benzerleri başkalarınca da dile getirilen bu eleştiri “resmi basın kuruluşu”nun umurunda değil.
Olamaz mı, yani “resmi” de olsa bir yayın kuruluşunun, ülkenin cumhurbaşkanı bir yayınını eleştirdi diye hemen yelkenleri indirmesi mi gerekir?
Ne münasebet, tabii ki hayır. “Kamusal yayıncılık”tan devletin papağanı olmayı anlamıyorsak, yayın kuruluşu (resmi de olsa) gerektiğinde başını dik tutabilmelidir. “
Özerklik” dediğimiz hal de zaten bunu gerektirmiyor mu?
Ancak, söz konusu yayın dolayısıyla TRT'ye yöneltilen eleştiriler karşısında kurumun bambaşka bir havada olduğunu gözlüyoruz. TRT, kendisine yöneltilen -son derece haklı- eleştirilere yayın ilkeleri ya da politikası çerçevesinde
cevap vereceği yerde, son derece “alıngan” bir ruh hali içinde millete laf yetiştirmeye çalışıyor sanki. Kurumdan yapılan açıklamanın şu başlangıç cümlesine bakın mesela:
“Kimi çevreler günlerdir TRT'yi konuşuyor, TRT'yi eleştiriyor. Haksız, yersiz, kimi zaman da ölçüyü aşan iddialar dile getiriliyor.”
“Resmi basın kuruluşu”nun yayınını eleştirenlere bir
hakaret etmediği kalmış!
TRT'nin sitesinde yer alan resmi açıklamanın neredeyse tamamına bu ruh hali hakim.
İsterseniz yazıya, açıklamanın önemli bölümlerini aktarıp üzerinde konuşarak devam edelim:
TRT açıklaması Tuncay Güney'in TRT'ye varıncaya kadar başka birçok televizyon kanalına çıkarıldığından bahisle şu sitemde bulunuyor: “O medya organları, bunları yaparken iyi haberci oluyor ama TRT, Güney'i ekrana çıkarınca bu doğru karşılanmıyor. O medya organları Güney'i, 'Ergenekon'un
kilit ismi' olarak tanımlıyor, açıklamalarına itibar ediyor, bu kişi TRT'ye çıkınca birden bire 'meczup, şarlatan' oluyor.”(!)
Alıntının sonuna “!” işaretini koydum, çünkü TRT'nin eleştiriler karşısında kendisini korumak için seçtiği bu en sağlam
siper gerçekten inanılır gibi değil. Bu sözlerden anlıyoruz ki, karşımızda, özel televizyon kanallarını izleyip “Ben de isterim, benim neyim eksik!” diye sızlanan bir “kamusal yayın” kanalı vardır.
“Onlar bunu yapınca iyi olur ama ben yapınca millet üzerime geliyor” ruh hali.
Bu sitem, bu yakınma karşısında ne diyebiliriz? Diyecek çok şey var ama uzun kaçar. Ama hiç değilse şunu söylemeyi atlamayalım: Sen eğer o “kimi kanalları” örnek alırsan bu iş nerede biter? Onlar ne kadar insan öldürdüğünü hatırlamayan eski bir özel harekatçıyı bile ekrana çıkarıp
reyting alıyorlar. Yoksa onlarla onların pistinde yarışmak gibi bir istekle mi dolusun?
TRT açıklaması, Güney'in 2001 yılında verdiği ifadenin CD'lerinin bütün televizyon kanallarında yayınlanmasından bahisle şöyle devam ediyor: “TRT Haber Merkezi aynı gün, Güney'in bu iddialarını yayınlamadığı gibi, karalayıcı iddialarını haber unsuru olarak da değerlendirmedi.”
Bakın ne güzel. TRT tabii ki böyle davranacak. Avukatlardan edinilen CD kayıtlarının üzerine tabii ki -diğerleri gibi- atlamayacak.
Ancak açıklamanın bundan sonrası yine yalpalamaya başlıyor:
“TRT Haber Merkezi, Tuncay Güney'i ekrana çıkarırken de aynı hassasiyeti gösterdi.”
Anlaşılan o ki, CD'lerde devre dışı kaldığını gören TRT, bunun acısını ekranını Tuncay Güney'e 4 saat açarak çıkartmayı seçmiş.
Oysa yapılması gereken, tabii ki, CD'ler konusunda sergilenen “hassasiyet”in
röportaj konusunda da tekrarıydı.
TRT açıklaması “Herkese söz hakkı verildi ama kimse olumlu cevap vermedi”
savunmasıyla sürüyor. Bu bahsi uzatmak istemiyorum, çünkü dünkü yazımda da belirttiğim gibi bu savunma gerçekten gülünç. Ekranına çıkarttığın adam millete demediğini bırakmasın; ama sen hâlâ “cevap haklarını kullanmadılarsa ben ne yapabilirim” diye üste çıkmaya çalış.
Açıklamanın şu son cümlesi de dikkat çekiciydi doğrusu: “Herkesin kabul etmesi gereken şey; TRT'nin habercilik refleksinin arttığıdır.”
Görüyorsunuz; bayağı tehditkâr bir üslup! Peki habercilik refleksinin böylesini kabul etmezsek ne olacak?
TRT Genel Müdürü İbrahim
Şahin'in Star'dan Hadi Özışık'ın dünkü yazısında yer alan konuya ilişkin özel açıklamasından da birkaç satır söz etmek isterim.
Özışık, “Telefon ahizesinin öteki ucunda
İbrahim Şahin var” diyerek başladığı yazısının bir bölümünde TRT Genel Müdürü'nün görüşlerine yer veriyor.
Şahin'in eleştirilere ilişkin bazı açıklamaları şöyle:
“Bu suçlamayı kabul etmiyorum. Biz gazetecilik yaptık. TRT, Mehmet Ali Birand'ın yaptığını yaptı. Hürriyet, Tuncay Güney'le nasıl 'yılın röportajı'nı yaptıysa biz de onu yaptık.”
“...Ne yapsaydık, eskisi gibi
protokol gazeteciliği mi yapsaydık?”
“...Sen de gazetecilik yap kardeşim, yapamıyorsan kılıf uydurma. Bakın açık söylüyorum, bu baskılar bizi yıldıramayacak. Yemezler artık. Biz bundan böyle bu şekilde yayınlar yapacağız, işlerine gelirse...”
Ne desem bilmiyorum ki... “Yemezler” ya da “işlerine gelirse” gibi ifadelerle örülmüş bu açıklama TRT açısından iyi bir gelişmeye işaret etmiyor.
Ne diyordu Cumhurbaşkanı?
“...Bundan kaçınmak gerekir. Hem resmi hem de diğer basın kuruluşları dikkatli olmalı.”
18 OCAK 2009 TARİHLİ YAZISI:İKİ ÖNEMLİ HATIRLATMA
İki önemli hatırlatmadan söz edeceğim. Kimsenin hakkını yemeden, bazı durumlarda özellikle karşılaştığımız gibi “taraf tutmadan”.
Dünkü gazetelerde Cumhurbaşkanı Gül ve
Başbakan Erdoğan'ın farklı alanlara ilişkin önemli hatırlatmaları yer alıyordu.
Başbakan, İsrail'in Gazze'ye yönelik acımasız saldırısının protesto edildiği gösterilerde karşılaşılan ırkçı slogan ve pankartları ağır bir dille eleştirerek ülkedeki bütün azınlıkların güvenliğinin güvencesinin
Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve hükümeti olduğunu hatırlattı. Şu sözler Başbakan'a ait: “Özellikle bir ilimizde, buraya şunlar şunlar giremez, köpekler girer ifadesi çok yanlış bir ifadedir. Böyle bir ifadeyi kullanmak asla duyarlı olan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı hassasiyetini yakalayan, Türk milletinin tarihten gelen hoşgörü anlayışını yakalayan insanların yapacağı iş değil.”
Protesto gösterilerinde “Zalim köpekler ülkemizden ve Filistinden defolun gidin” pankartının taşınabildiği bir ülkede Başbakan'ın bu sözleri tabii ki çok değerlidir. Ancak bu türden ırkçı tutum ve davranışlar ile sadece “hatırlatmalar” ile baş edilemeyeceği de unutulmamalıdır. Geçen gün değindiğim gibi, bu kötülüklere karşı ülkenin anayasal ve yasal düzeninden hareketle de bir şeyler yapılmalıdır. Eğer söz konusu düzen-çerçeve buna izin vermiyor ise,
vakit geçirmeden bu alandaki eksiklikler hızla giderilmelidir. Dolayısıyla Türkiye de, bir
Musevi vatandaşın işine-evine giderken sokakta “Dedelerimiz sizi keşke İspanya'dan alıp da getirmeseydi” pankartı ile karşılaşmasına her şeyden önce yasaların izin vermediği bir ülkeye dönüşmelidir.
Gelelim ikinci, yani Cumhurbaşkanı Gül'ün son derece önemli hatırlatmasına:
Gül, bazı gazetelerin önemli bulmadığı anlaşılan bu hatırlatmayı, TRT'nin ekranını 4 saat boyunca, ülkenin yeni eğlencesi olan Tuncay Güney'e tahsis etmesi üzerine yapmış.
Cumhurbaşkanı şöyle diyor:
“Birçok insanın ismi sorumsuz bir şekilde televizyon ve gazetelerde gündeme geliyor. Bundan kaçınmak gerekir. Hem resmi hem de diğer basın kuruluşları dikkatli olmalı.”
Ne kadar haklı, yerinde bir uyarı.
Bir bölümünü izlediğim, sonradan tamamının 4 saat sürdüğünü öğrendiğim bu TRT marifeti hiçbir yönüyle anlaşılır bir şey değil.
Kimin nesi olduğu az b
uçuk bilinen birisine 4 saat boyunca ekranını aç ve “Anlat bakalım” demek olacak iş mi?
Program konuğunda konu bol. CHP'den “Cesur Hırsızlar Partisi” olarak söz ettirip izleyicilerin bir bölümünü tebessüm ettirmenin adı “habercilik” mi oluyor? Deniz
Baykal'dan “MİT'in adamı” olarak söz ettirip izleyicilerin bir bölümünün “Biz biliyorduk zaten” diye mırıldanmasına yol açmak mı habercilik? Bazı gazetecilerin adlarının -yine izleyicilerin bir bölümünün ruhunu okşayacak biçimde- bir takım iddialarla birlikte anılması TRT'nin yayın ilkelerin bir icabı mı?
Programın
sunucusu (İbrahim Gürhan San) Tuncay Güney'i “tamamen gazetecilik refleksiyle ekrana çıkardığını” söylüyor. “TRT'nin görevlerinden birinin kamuoyunu doğru bilgilendirmek olduğunu” hatırlatıp, “Güney'i 3 saat ekranda tutarak kamuoyunun bu kişi hakkında doğru kanaate ulaşmasını sağladığını” iddia ediyor. Sunucu, programda
Deniz Baykal ile ilgili uçuk iddiaların yer almasından da hiç mi hiç rahatsız değil: “Bu iddialarla ilgili Sayın Baykal ve yasal temsilcilerini cevap vermeye çağırdım. Baykal ya da yasal bir yetkili arasıydı bağlanacaktım.”
Gülünç açıklamalar-gerekçelerdir bunlar. TRT ekranına gelen
tartışma programları umarız bundan böyle bu “yayın ilkeleri” çerçevesinde sürmez. Ne güzel; çıkar ekrana aklına esene verip veriştiren birini, sonra da, “Cevap hakkı doğanlara ekranımız açık” diyerek çık işin içinden...
TRT Genel Müdürü'nün konuya ilişkin açıklamaları da bir tuhaf. O da -programın sunucusu gibi- “Haber dairesi yayınlarda söz hakkı düşen karşıt görüşlü insanlara söz vermek için sürekli
telefon numaralarını bildirdi” diyor.
Bir bakıma şöyle bir akıl yürütme: Başka ne yapabiliriz; telefon numaralarını bile verdik aramaları için. Cevap hakkı düşenler aramadılarsa biz ne yapabiliriz!
TRT Genel Müdürü'nün
TRT haber dairesinin seçtiği yeni yoldan çok memnun olduğu da gözleniyor: “TRT ekranlarında haber refleksi artmıştır. Kimse şaşırmasın. Kar yağışını da Ergenekon kazılarını da aynı habercilik ciddiyetiyle veriyoruz.”
“Kimse şaşırmasın”, çünkü TRT'nin “haber refleksi” artık böyle...
Oysa şaşırmamak mümkün mü?
Son olarak, bazı gazetecilerin bu 4 saatlik “habercilik skandalı”na ilişkin dile getirdikleri son derece bağışlayıcı, hatta takdir edici açıklamalar hakkında da iki söz:
TRT ekranını 4 saat kapatan kişi sizin adınızın geçtiği hikayelere de yer verse tepkiniz ne olurdu? TRT Genel Müdürü'nün işaret ettiği telefon numaralarına ulaşıp canlı polemiğe mi girerdiniz, yoksa “TRT'nin yenisi eskisini aratacak herhalde” diyerek kurumdan davacı mı olurdunuz?
KÜRŞAT BUMİN-YENİ ŞAFAK