Faslı ünlü alim Prof.Dr. Ferid el-Ensari
İstanbul'da Hakka Yürüdü. Uzun süredir Özel Sema Hastanesi'nde
tedavi gören El-Ensari Fas'ın yetiştirdiği önemli fıkıh alimlerinden biriydi.
Ülkesinde bir çok talebe yetiştiren El Ensari Bedizzaman Said Nursi'nin eserlerini incelemiş ve arapçaya çevirmişti.
Faslı ünlü alim Ferid el-Ensari, İstanbul'da
vefat etti. Aylardır özel Sema Hastanesi'nde tedavi gören el-Ensari 1960 yılında Fas'ta dünyaya geldi.
Ferid El Ensarinin
Sızıntı Dergisinde yayınlanan bir makalesi Türkiye'de büyük yankı uyandırmıştı.
İşte El Ensari'nin o makalesi
ER OĞLU ERLER
FERİD EL-ENSÂRİ – SIZINTI (ARALIK-2008)
Onları görmemiş olsaydım, haklarında duyduklarımın, bir hayal ürünü, bir vehim veya bir abartma olduğuna hükmedecektim. Ancak gördüm onları. Onlar, âdeta
sahabe neslinin izdüşümü gibi, çok önemli iki hasleti aynı anda kendilerinde barındırmaktadırlar: Hicret ve nusret (
yardım). Onların kimisinin ‘muhacir', kimisinin de ‘ensar' olduğu zehabına kapılmayın sakın. Aksine -sahabenin erişilmez ve muallâ konumu müstesna- onlar hem ‘muhacir' hem de ‘ensar' misyonunu temsil etmektedirler.
"
Allah'a ve Resul'üne hicret", dillerin kolay telâffuz ettiği kelimelerden… Ancak bu kelimelerin mânâsını idrak, çok az gönle müyesser… Zîrâ bir gencin, rahat ve
refah üzerine kurulu bir hayatı, gözü-gönlü cezbeye getiren bir şehrin parıltısını1 terk etmesi, uzak diyarlara yelken açması, elinde Nur'dan bir kandil, yeryüzünde, horlanmış, itilmiş-kakılmış, insanca yaşama haklarından mahrum bırakılmış, nura teşne gönülleri bulma ümidiyle, onlara ‘hayat' şarabından,
ölümsüzlük iksirinden bir kâse sunma gayesiyle bir yola başkoyması, bu yolda kendini unutması, ‘benliği'nin eriyişine aldırmaması, dünyaya ait şahsî hülyalarını ayağının ucuyla ‘Kaf Dağı'nın ardına atacak kadar kendinden uzaklaştırması öyle bir ruhî tecrübedir ki, onu sadece yaşayan bilir. Bu, öyle bir engel ve zorluktur ki, nefsiyle kapışma, onunla yapa paça olma yolundaki ardı arkası kesilmeyen
imtihanlar zincirinin ilk halkasıdır.
Bu yiğitlerin güneşi,
Anadolu topraklarından doğar. Sonra ışıkları, billurî ve tutuşmuş parlak ipler misâli bütün bir âlemi kaplar. Geçmişte etle tırnak gibi olmuş; ancak hâlihazırda irtibatları kopmuş topluluklarla eski bağları yeniden canlandırır, kalbi dâğidâr olanların ve gözleri ufukta hasretle bekleyenlerin yarasına merhem çalar.
Hicret erleri bu yiğitler, her şeyi arkalarında bırakarak, yeryüzünün her yöresinde, mahsur kalmışlara, kapılar ve pencereler açmak ve asırlardır yaşama istidadını kaybetmiş kimselere, sonsuzluğun tertemiz havasını, bir kere daha, yeniden, içlerine nasıl çekeceklerini öğretmek üzere bir küheylan misâli, yayından boşalan ok süratiyle yola koyuldular.
Birer hicret babayiğidi olan bu kahramanlar, ölü gönüllerin
boyun eğdikleri, kul
köle oldukları ‘dünya hayatının metaı ve zineti'ni -bu fânî şeylerin, onların üzerlerine
sağanak sağanak yağmasına, ayaklarına kadar gelmesine rağmen- terk ettiler. Kendi uzaklıklarını aşmak üzere Allah'a yürüdüler; seyr u süluk yolunda, yayından boşalan ok misâli hedefe doğru seyre koyuldular. Çevrelerini nur kelimeleri ile aydınlattılar. Bütün bir âleme, çok yakında gerçekleşecek
emniyet ve güvenin müjdesini vererek, muhtaçların ve ümidini yitirmişlerin gönlüne
ümit üflediler. Bu irfan erleri; sahraları, sık ormanlıkları, yüksek dağları ve uçsuz bucaksız denizleri aşarak muhtaç gönüllere ulaştılar. Yolun bir safhasında bazen bir küheylanın çatladığı, son nefesini verdiği olmuştur. Ancak öncüleri mutlaka hedefine ulaşıyordu. Nur ve aydınlığın bayrağını, yüce dağ başlarına diktiler. Böylece din, yüceliğini ve gerçek değerini bir kere daha bunların temsili ile ortaya koyacaktı.
İzdüşümdürler onlar! Sahabe neslinin bir gölgesi yahut adını koyamayacağım kudsîler topluluğunun bir yansıması… Evet, gözlerimle gördüm onları… Gözlerim bana yalan söyleyecek, beni aldatacak değil ya! Bunlar nasıl babayiğitlerdir böyle! Allah'a verdikleri sözü yerine getirip sadakatlerini ispat ettiler. Onlardan kimi, adağını ödedi ve sahip olduğu en değerli şeyleri
kurban etti, kimi de vuslat gününü dört gözle beklemektedir. Fakat bir gerçek var ki, o da bu yiğitlerin verdikleri sözü asla değiştirmedikleri, ahd u peymânlarından asla dönmedikleridir.2 Rabbim onları (kem gözlerden) muhafaza buyursun.
Herkesi bağrına basan ve herkese yardım elini uzatan ‘Ensar'dır onlar! İyilik ve hayrın yardımına koştular, böylece günümüzün ‘Ensar'ı unvanını elde ettiler. Zîrâ, yeryüzünün hangi yerinde, sönmeye yüz tutmuş bir mum görseler, muhtemel zorluklara aldırmadan, hemen onun yardımına koştular ve billurdan bir sırça kandil ile onu bağırlarına bastılar ve sönmesine fırsat vermediler. Derken, o mum, parlayan bir
yıldız hâline geliverir de, güzellik ve parlaklıkla ışığı salınmaya başlar ve sükûnete ulaşır.
Adanmışlardır onlar! Yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş ve başkaları varlık içinde olsun diye irâdî olarak yokluğu
tercih etmişlerdir. İhtiyaçları olmasına rağmen, başkalarını kendilerine tercih edecek kadar diğerkâm kimselerdir onlar.
‘Ensâr'dır onlar!.. Yardım,
destek ve güçlerini
Medine-i Münevvere'nin ‘mişkât'ından ve "Nur"undan alırlar; Allah Resulü'nün (sas) Medine'ye hicretinin hemen akabinde, Yesrib3 ahalisinin sevinci henüz taze ve dorukta olduğu zamanda yaptıkları fedakârlık gibi. Evet, uzattıkları ‘yardım' elinin gücünü oradan aldılar… Uzun zaman geçmesine rağmen canlı bir yardım… Tıpkı turfanda meyveleri ucunda takdim eden yeşillik, tâzelik, cömertlik ve eli açıklığın sembolü bir dal gibi, heybesindeki güzellikleri etrafa serpiyor ve dağıtıyorlar.
Hem Muhacir hem de Ensar'dır onlar! Evet, bineklerinin yularına varana kadar hicret masraflarını ve heybelerindeki azıklarını, hep kendi özlerinden kopararak temin ettiler. Yeryüzünde sahip olunacak, geriye bırakılacak hiçbir şey düşünmediler. Haddizâtında ruh ufkunda, Ganiyy ve Hamîd Cenab-ı Allah'a istinad ile, onlar her şeye sahiptiler.
Onlar, mecnundurlar; gurbet yollarına düşmüş
hizmet âşıklarıdırlar.
Sibirya soğuğundan
Kuzey Afrika'nın kavurucu sıcaklığına kadar, yeryüzünde gidilmedik ne bir ada, ne bir ova ne bir dağ bırakmadılar. Her yere dağıldılar ve her coğrafyaya ‘aydınlık gelecek' fecrinin şualarını dağıttılar. Bu uğurda meşakkatlerin yılan gibi sokmalarına tebessümler yağdırdılar, geçtikleri diken tarlalarının ayaklarını yaralamasından haz ve lezzet aldılar. Bu esnada ayaklarından kanlar, gözlerinden ise yaşlar akmasına mukabil, gönül dünyalarında Allah'ın rızasını avlamaya çalışmakla mest u mahmur oldular.
Adam gibi adamdırlar onlar! Öyle ki, geçmiş kitaplar onların bu durumunu aktarsaydı, mutlaka "Bu anlatılanlar –bir açıdan– kıssa yahut tabakat ve menkıbe kitaplarının bir özelliği olan mübalağalardır." der, her aktarılanı tasdike yanaşmazdık. Ancak onlar hâlihazırda, insanlığa hizmet aşk u şevkleriyle devasa aksiyon sergileyen canlı hâlleriyle, önümüzde durmaktadırlar. Kıymetlerini bil bu delikanlıların ve zâhiren
yaşlı görünüp ruhları
genç olan ihtiyarların. Onlardır bizde ‘yeniden diriliş'in umutlarını canlandıran ve ‘aydınlık gelecek'in çok yakın olduğu konusunda yakinimizi artıran. Onlar âdeta; "Allah bu dini âlemşümul bir nusretle destekleyecek, hattâ kıldan otağlarda yaşayan göçebeler ve çamur evlerde yerleşik hayat süren insanlara bile bu nâm-ı Celîl'i ulaşacaktır." mealindeki Nebevî beyânın mâsadakı olmuş hicret erleridir.
Bu Rabbânilerin gözlerinde Esmâ-i İlâhiye nurlarının yansımalarını ve her yaptıkları işte bu esmanın çağıldadığını gördüm. Allah'ın davasına kendini adamış bu karasevdalılar, yeryüzünün yeniden ihyası için koşuşturmaktadırlar. Onlardan her birini ‘tek başına bir ümmet' yahut da ‘ümmetin bir insanda fertleşmesi' olarak görmek mümkün. Hangi birinin siluetini görsen, "Bunun bir benzeri olması mümkün değil." dersin. Ancak bir diğerine nazarın iliştiğinde, bunun güzelliği bir önceki müşahede ettiğin kişinin güzellik, endâm ve letafetini unutturacak parlaklıktadır diye kanaat getirirsin.
Bunlar, hayrın ahlâkını ve bütün bir fazileti bünyelerinde cemetmişlerdir. Onlara atfedilecek bir nazar, insanı bir sürü
felsefe ve ahlâk kitabını okumaktan, ‘Medine-i Fâzıla'nın hayaliyle yatıp kalkmaktan müstağni kılar. Ahlâktan dem vurmazlar; ama güzel ahlâkın tarih müzesinde sıradan bir metâ hâlini aldığı (ve ahlâkın esâmesinin okunmadığı) günümüzde, ‘ahlâk'ın yeryüzünde yürüyen mecessem şeklidirler onlar.
Onlara katılmak, bu güzide topluluğun bir ferdi olmak ister misin? ‘Evet' demek için acele etmemeni ve düşünmeni, bir daha düşünmeni
tavsiye ederim. Zîrâ ‘
evet', dillere zor gelmeyen ve sadece dilinden dökülecek bir kelime gibi görünebilir. Ancak o, büyük bir söz ve iddiadır. Nitekim böyle bir kararda çetin imtihanlar ve aşılacak sarp yokuşlar bulunmaktadır. ‘Sarp yokuş'un (el-Akabe) ne olduğunu bilir misin? Söyleyeyim sana: o, bütün benliğiyle kendini Allah'a satmandır. O kadar ki, ondan sana hiçbir şey kalmayacak, hem de hiçbir şey. O, Allah'ın muradına –gassâlın elindeki meyyit gibi– teslim olman, O'nun takdirinin seni yönlendireceği yere rıza göstermendir. O, ünsiyet bulduğun vatanından, akrabalarından, sevdiklerinden çok uzakta, yeryüzünün herhangi bir yerinde benlik tohumunun toprağın bağrına düşmesidir. Bu yolculukta tek azığın ve biricik beslenme kaynağın ‘Allah'ı anma'n ve ‘tükenmez nurundan yardım dileme'ndir.
Onlardan biri olmak demek, bütün insanların seni unutabileceğini göz önünde bulundurmak ve sadece Allah'ın (cc) seni hatırlaması demektir. Dünyada hayatını sürdürmene rağmen, kalben onu terk etmen ve ukbâ buudlu yaşamandır. Kendinde bir şey tevehhüm etmemen ve meydana gelen güzel şeyleri sahiplenmemen, kısaca düz ve sıradan bir insan olmaya razı olman demektir. Yakından tanıdığın, enaniyetleri kabaran, yere çakılıp kalmaktan ve sebepler ağından kurtulamayan, dolayısıyla da dünyevî evhâmın vâdilerinde yol alan bazı kimselerin, sahip oldukları makam, mansıp ve unvanların yüksek burçlarının pencerelerinden seni seyre dalmalarına mukabil, senin yerde yalınayak yürümen demektir. Hülâsa, büyükler büyüğü Azîm Allah'ın yardımı hâricinde hiçbir şeye tâlip olmaman demektir. Bu durum bir âyet-i kerîmede mealen şöyle resmedilir: "Böylece sizi birbirinizle imtihan ediyoruz: bakalım buna sabredebilecek misiniz?" (Furkan, 20)
Onlardan biri olmak mı istiyorsun?! ‘Evet' cevabı, telâffuzda çok kolay bir kelime olmasına mukabil, birçok sıkıntıya katlanmak, birçok acıyı yudumlamak demektir. "Ateşin yakma özelliği yok!" iddiasında bulunan, buyursun elini ateşe soksun!. Sen, kül hâlini alıncaya kadar bu ‘ateş'te yanmaya var mısın? Kül olacaksın ve rüzgârlar seni dünyanın dört bir yanına savuracak. Külünün her bir zerresi şuraya buraya serpiştirilecek. Çorak arazilere, kupkuru yerlere düşen her bir zerre, çok geçmeden orayı hemen çemenzâra çevirecek, toprak kıpırdayıp kabaracak da göze gönle inşirah salan her güzel çiftten nice nebât bitirecek.
Evet! Bu insanlar, çağımızın devâsâ kâmetleri ve asırlardır dünyanın beklediği ‘gerçek insan'ın numuneleridir. Acaba yeryüzünün, yaradılmışların Efendisi'nin (sas) bağrına saçtığı ‘emanet'i, bir kere daha yaşamasının vakti geldi mi dersiniz?!
Bu muhabbet fedâileri, bombalı ve silâhlı mekanize birliklerle oluşturulan zulme, kurdukları üniversite ve okullarla karşı koyuyorlar.
Savaş ve fitne ateşlerini, kelime ve harfler ile söndürüyorlar. Dünyanın dört bir tarafında inşa ettikleri her bir okul, çok kısa sürede yemyeşil bir ağaca dönüşüyor. Derken birçok fide veriyor ve bu fideler büyüyor da büyüyor. Zamanla içinde bulundukları ortamı ağaçlık alanlara dönüştürüyor. Netice itibariyle meydana gelen bu ‘iyilik ormanı'; insanın içine dehşet salan, nefretini uyandıran ‘kurşun sesleri'ni bastırıyor; barutun o iğrenç ve çekilmez kokusunu silip süpürüyor.
Yeryüzünün dört bir yanına dağılmış muallimlerdir onlar! Gittikleri her bir coğrafyaya, o coğrafyanın geleceği olan çocuklarına kuş dilini, bülbül gibi şakımayı öğretiyorlar. Bu muallimler, sınıflarda önlerinde duran yeşil yazı tahtalarına, ‘hülyalarındaki yarınlar'ı resmediyor, Cennet'e giden yolun işaretlerini çiziyorlar. Öyle ki, bu öğretmenlerin şefkatli ellerinde yetişen çocukların bir tek türküsü vardır ve o da bütün bir insanlığa iyilik ve barış müjdesi sunmaktadır.
Zikir melekleri, bunları sever; zîrâ çoğu zaman onların dokunaklı, mahzun ve gönülden kopup gelen şakımalarını işitip durmuşlardır. İlim melekleri de bu muallimleri tanır; nitekim çok defa kanatlarını onların ayaklarının altına sermişlerdir.4 Onlar,
semaviliğe açık müesseselerin taraçalarından, yeryüzüne nur tayfların saçmak üzere yola çıktıklarında, melekler de onlarla birlikte
Avustralya ormanlarından
Asya steplerine, Afrika yağmur ormanlarından, Uzakdoğu'nun sisli-puslu ortamlarına seyahatler tertip etmiştir.
Topu-tüfeği, silâhı-tankı olmayan öğretmenlerdir onlar! Tek silâhları, eğitim ve öğretimdir. Bu uğurda dünyanın dört bir yanındaki tehlikelere, muhtemel ölüm tuzaklarına, sinelerinin enginliği ölçüsünde bağırlarını açar ve kaderlerine tebessümler yağdırırlar. Bir
hain kurşun yahut başka bir gâile, önlerine engel çıkartabilir; ancak onların hiçbirinin hizmet diyarını terk edip geri döndüğü görülmemiştir.
İsabetli ve uzak görüşe sahip ‘basiret'leri, onlara kılavuzluk eder. Arkalarından ise, mütemekkin ve itminan soluklayan bir irşad ile sürekli azıklanırlar. Düşünceleriyle onları harekete geçiren ve yönlendiren zât, Allah'ın öğrettiği hid
ayet vâridatıyla, onları arkadan sürekli besler; Yakaran
Gönüller'in (el-Kulubu'd-Dâria) ızdırabını terennüm eder, ‘Ölçü ve Yoldaki Işıklar'ı tespit etmek, ‘İrşad Ekseni'ni netleştirmek, ‘Sonsuz Nur'un rehberliğini salıklamak, ‘
Prizma' ile
eşya ve kâinatı tahlil etmek, geleceğin ‘Örnek İnsan'ının portresini çizmek suretiyle, kaynaktan fışkıran ve –Allah'ın izniyle- ardı arkası kesilmeyen nurdan vâridâtı, kurduğu kanallar vasıtasıyla onlara ulaştırmaktadır.
Ey kıymetli muhteremler! Allah yolunun gerçek hâdimleri sizlersiniz. Allah'ın selâmı üzerinize olsun!
Dipnotlar
1. Özelde İstanbul, genelde ise Anadolu kastedilmektedir-Mütercim
2. Ahzab Sûresi'nin 23. âyetine telmih var. (Mütercim)
3. Medine'nin eski adı.
4. "İlim yolundakilerin ayakları altına, melekler kanatlarını serer." mealindeki hadîs-i şerîfe telmih vardır. (Mütercim)